18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 14 24/8/06 14:48 Page 1 CUMARTESİ EKİ 14 CMYK 14 26 AĞUSTOS 2006 CUMARTESİ ü yk Ö Yolculuk Nereye? Bacaklarındaki romatizma bastonuna da bulaşmıştı sanki. Birlikte hareket etmek zorunda kaldığı herkesi ve herşeyi geciktiriyor, öteki uyumsuzluklarının yanı sıra yüzüne vurulamayan bu kusurundan da derin ve gizli bir suçluluk duyuyordu. Vücudu ağır bir yükten başka bir şey değildi artık. Herkes ve en başta da kendisi için. Sık tozlanıp kirlenen kalın camlı gözlüklerinden güçlükle izleyebildiği insanlara, taşıtlara, yüksek binalara, birbirinin bedenlerine dolanmış yılanlar gibi karmakarışık uzayıp giden yollara, dingin bir gezegende yaşarken bir gün gözlerini açmış da kendini aniden bu sonu gelmez vızıltıdan ibaret şehirde bulmuşçasına şaşkınlıkla bakıyor; nereye yetişmek istediklerini bir türlü çözemediği insanların telaşına bir anlam veremiyordu. Yıllar, omuzlarına olanca ağırlığıyla çökmüş, eklemlerinin taşıma gücü ise aynı ölçüde kaybolup gitmişti yavaş yavaş. Etrafı birbirine benzeyen binalarla dolu bir apartmanın beşinci katında oturuyordu. Aynı dikdörtgen pencereler, beton bir mezarı andıran küçücük balkonlar, gri sıvalı, bilemediniz tuhaf renkli, tuhaf desenli mozaik cepheler... Oğlu ve gelininin yanında kalıyordu. Burada herkes apartmanlarda yaşıyordu, böyle daracık, sıkış tepiş, kasvetli, çirkin. Arada bir pencereye ya da balkona çıkıp etrafı seyrediyor, gördüklerinden rahatsız olup hemen içeri dönüyordu. Kirli bir sokak, her yıl bozulup aynı beceriksizlikle yeniden yapılan kaldırımlar, karşı apartmandaki aksi suratlı kadın, gün boyu evinin önünde dikilip geleni geçeni seyreden kel kafalı emekli, biri gitmeden öbürü gelen gürültücü seyyar satıcılar, kaldırımda, oraya nasıl dikilip nasıl büyüdüğüne kendisi de şaşırmış yalnız bir ağaç... Bu tuhaflıklara baktıkça, ‘‘Acaba nasıl bir suç işledik de kapatıldık buralara?’’ diye düşünüyordu hep. ‘‘İnsan penceresinden bakınca bir dağ görmeli; dağı kıvrıla dolana aşan yolun azmini kutlamalı; güneşli bir günde doruklarını ziyaret eden küçük bulutun arkadaşlığını sevmeli. Bir bak şuraya! Her yer beton, herşeyin üzerinde tozdan bir perde, gökyüzünün, toprağın, pencerelerin, gözlerin bile...’’ Evde sıkılıyor, bir yerlere çıkmak, kendiyle aynı kaderi paylaşan akranlarıyla konuşup dertleşmek istiyordu. Bu da, yol demekti. Kalabalık, uzaklık, toz, gürültü demekti. Otobüs demekti. Otobüslerin inip binmeyi zorlaştıran yüksek basamakları, sürücülerin, acelesi olan yolcuların onun gibilere lütfen tahammül ettiklerini gösteren yüz ifadeleri demekti. Beton, cam, metal ve asfaltın kimi zaman bedenine minik mızraklar gibi saplanan çöl sıcağı, kimi zaman da buzul nehirleri kadar yüz tırmalayıcı soğuğu demekti. Ama evde oturup beklemek kadar zor şey de yoktu. Herşeye rağmen çıkmalıydı dışarı şöyle bir. Ah, bir de şu iki adımda yorulan bacakların, olur olmaz yerde sıkıştıran mesanenin nazı olmasa... ‘‘Ulan bu nasıl iş yav! Ölüm tamam; ‘Her fani ölümü tadacaktır’, anladık. Dünyaya direk dikecek halimiz yok. Hepsi tamam da, ar kadaş, ne olurdu şöyle dimdik çekip gitseydi insan. Ölmekle kalmıyorsun bir de sürünüyorsun’’ diye geçirdi içinden. Yine de bir sefere çıkar gibi ciddiyetle hazırlandı. Yanına alması gereken şeyleri tek tek kontrol etti. Mendilini katlayıp, cebine koydu. Cüzdanına bakıp otobüs biletini ve birkaç banknotla madeni liradan ibaret parasını yokladı. Yanan lamba, açık musluk, aralık pencere bırakıp bırakmadığını bir daha düşünüp gözden geçirdi, emin olunca kapıyı çekip çıktı. Merdivenleri dinlene dinlene indi. Çalışanlar işyerine ulaştıkları için otobüsler nispeten tenha olur, sürücüler de yaşlılara biraz daha fazla anlayış gösterirdi bu saatte. Öyle de oldu, hatta bindiği otobüsün şoförü şakalaştı bile kendisiyle. Bahar yavaştan yüzünü göstermeye başlamıştı. Şurada, kendi kendine süslenir gibi pembe beyaz çiçekler açmış bir ağaç ortaya çıkıyor; ötede, bulabildiği bir karış toprakta boy vermiş papatyalar göze çarpıyordu. İnsanları ürettikleri çirkinliklerden utandıracak kadar güzel bir hava vardı o gün: şefkatli bir ana gibi ılıkça CELAL ÇELİK 1965 yılında Gaziantep’te doğan Celal Çelik, Gaziantep Lisesi’nden sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. Futbol ve Holiganizm teziyle lisans öğrenimini tamamlayan Çelik, aynı konuda çeşitli yayın kuruluşlarına dizi yazılar hazırladı. Öykü, şiir ve deneme çalışmaları bulunan Çelik halen bir sektör yayınında çalışmakta. esen rüzgâr bulutları alıp götürmüş, yeryüzü, hasretle güneşi kucaklamıştı. Havanın güzelliğini görünce sevindi ama üzüldü de. Gelecek baharı görebilecek miydi, kimbilir. Neyse, bunu düşünmenin sırası değildi şimdi. Sızlayıp her biri ayrı bir şarkıyı çalan eklemlerine iyi gelecekti şu cömert güneş. Doğruca parka gitti. Arkadaşı yoktu ama, o günlük de olsa bir arkadaşlık çatısı kurabileceği birilerini bulurdu her zaman. Bazen kendisi gibi birkaç yaşlı, bazen annesinin aşırı ilgisinden firar etmiş bir çocuk, bazen de karşılıksız aşkının acısını meydanların genişliğinde dağıtmak isteyen bir genç. Bir bankta oturmuş koşuşturan çocukları seyreden yaşlı adamı gördü. Selam verip oturdu yanına. Havanın güzelliğinden söze girdi. Arkası gelirdi nasılsa. Geldi de. Hoşsohbet birine benziyordu adam. Keyiflendi. Bu keyfe bir sigara iyi giderdi şimdi. Geç başlamıştı ama ondan sonra da bırakamamıştı bir türlü tütünü. Sigara paketini çıkardı. ‘‘Kullanıyor musunuz?’’ diye sordu paketi adama doğru uzatıp. ‘‘Kullanıyordum, bıraktım’’ dedi adam. ‘‘Daha doğrusu o beni bıraktı’’. ‘‘İçmem sizi rahatsız eder mi?’’ ‘‘Yok yok etmez, için’’, dedi adam. ‘‘Ben bırakamadım şu mereti’’ diye yakınıp ilk nefesi çekti içine. Memleketlerini sordular birbirlerine, mesleklerini, askerliklerini... Çocuklara, torunlara, gelinlere, damatlara geldi sıra. ‘‘Kimsen var mı?’’ dedi. Adam: ‘‘Evli bir kızım var, uzakta. Yalnız yaşıyorum’’. ‘‘Oğlumun yanında kalıyorum ben’’ dedi. ‘‘Ama gel de bana sor. Hep onlara yük olduğumu düşünüyorum. Elimde olsa giderim memlekete ama, nerde o güç. Meğer kalbur gibiymiş insan, zamanla süzülüp gidermiş işe yarayan ne varsa’’... ‘‘Öyle’’ dedi öteki: ‘‘Kalan bir deri, bir kemik’’. Bugünden başlayıp düne, daha düne derken, çocukluk anılarına kadar gittiler. Zaman hep geriye doğru işlerdi iki yaşlının sohbetinde. Bilerek yapılmazdı bu ama. Ne varsa dünde vardı onlar için. Oysa bugün?.. Sustular. Adam, parkta dolaşan seyyar satıcıdan kuruyemiş aldı. Yediler, takma dişlerine dikkat ederek. Zaman çok çabuk geçmişti bugün. Onlar farkına bile varamadan akşam bastırıvermişti. Kalktılar. İkisinde de o eski güzel günlere gidip gelmiş gibi bir hoşnutluk. ‘‘Herşey ne güzeldi bugün, zaman nasıl geçti anlayamadık’’ dedi. ‘‘Ee, çok biriktirmişiz içimizde azizim çok; anlat anlat bitmez’’ diye yanıtladı adam. ‘‘Yarın kaldığımız yerden devam inşallah.’’ ‘‘İnşallah.’’ Geldiklerinde arayacaklardı birbirlerini o parkta artık. Gelebilirlerse tabii. Onlar için yarın, herkesten daha fazla belirsizlik demekti. Gecikmiş, çalışanların paydos saatine yakalanmıştı. Yollar, taşıtlar, duraklar aniden kalabalıklaşmıştı. İnsanlar birbirlerine çarpıyordu yürürken. Otobüse güçlükle bindi. Yer verdiler, oturdu. Bütün araçlar aynı anda, hızla gitmek istiyor, en çok da bu yüzden tıkanıyordu trafik. Otobüse binip inen yaşlılar, zor çıktıkları basamaklarda, bilet kutularının önünde gecikiyor, bu yüzden de sürücü ve yolcuların ‘‘Ne işleri var da dolaşıyorlar ortalıkta bunlar bu kadar’’ diye söylenmelerine yol açıyorlardı. İnsan kulağının ne kadar zor işitse de aleyhinde söylenenleri algılamakta güçlük çekmemek gibi bir özelliği vardı. Kendisine değilse de kendi gibilere söyleniyordu bu laflar. Anladı, kızdı ama utandı da. ‘‘Yaşamanın bedeli yaşlanmak olmalı herhalde’’ diye geçirdi içinden üzüntüyle. Baharın, güzel havanın, arkadaşıyla yaptığı tatlı sohbetin lezzetini kaybetmemeye çalıştı yine de. Gözlerini uyur gibi yumdu. Otobüsün motor gürültüsünü, yerli yersiz çalan korna seslerini, patavatsız konuşmaları duymamak için evdekilere anlatacağı o günlük macerasını toparlamaya girişti kafasında. Ona bakanlar hem günün hem hayatın yorgunluğundan içi geçmiş bir yaşlıyı görüyorlardı koltukta. Ne bilsinler, o hangi alemin rüzgârında yol alıyor. İneceği durağa yaklaşmıştı. Gecikmemek ve geciktirmemek için kalktı kapıya yöneldi. Aracın ardı ardına çukurlara, tümseklere girip çıkarken yarattığı sarsıntıların etkisiyle koltukların arasına kapaklanacaktı neredeyse. Durağa yanaşıp durdu otobüs. Kapılar açıldı. Kapıya ulaşması, merdivenlerden inmesi, kendine göre makul, diğerlerine göre uzun bir zaman aldı. Söylendi bazıları yine. Şoför: ‘‘Hadi amca, hadi! Çabuk ol biraz!’’. Başka biri: ‘‘Yahu bu iş saatinde ne arıyor bunlar ortalıkta? Şehrin hızını sekteye uğratıyorlar resmen’’ dedi, yanındakine. Duydu hepsini. Daha ayağını son basamaktan tam çekmemişti ki hareket etti otobüs. Egzos dumanı ve toza boğuldu. Kızdı. Kaldırıma çıktı güçlükle. Kendini daha fazla tutamadı. Bastonunu birini tehdit eder gibi sallayıp bağırdı otobüsün arkasından: ‘‘NEREYE YETİŞECEĞİNİZİ SANIYORSUNUZ? GİDEBİLECEĞİNİZ EN UZAK NOKTA BENİM OLDUĞUM YER!’’ BODRUM’UN BİTEZ KOYU’NDA MAVİ BAYRAKLI, DENİZE SIFIR MANUELA HOTEL Botanik bahçesini andıran doğası ile mavi ve yeşilin buluştuğu bir tatil cennetidir. Özel plaj keyfi, konforlu odalarda TV klima rahatlığı, 20 yılı aşkın, kaliteli ve güleryüzlü hizmetiyle siz Cumhuriyet okurları için 60 YTL. Tam pansiyon, gazeteniz kahvaltı masanızda... Tel: 0 252 363 79 04, Cep: 0 533 722 81 81, Faks: 0 252 363 77 88 www.manuelahotel.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle