Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMARTESI 10 10/8/06 17:05 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK Uzakbatı Hollywood Si ne 10 ALPER TURGUT Herşeyi kontrol edebilen evrensel bir kumanda ve yaşam parmakların ucunda... Click, teknolojinin dünyamızı ele geçirmesi üzerine bir film... Düne, bugüne ve yarına hatta insanlara hükmedebilen bir kumandanın komik olduğu kadar dramatik öyküsü... Click, modern dünyayla dalgasını geçip, ‘‘kutsal aile’’ formatına takılıp kalsa da, teknolojiyle harmanlanan, yeni icatlarla iyice şenlenen günümüzde, insani duygu ve değerleri ön plana çıkaran ilgi çeken bir seyirlik... Amerikan film sektörü, aileye övgü adına orjinallikten fersah fersah uzak yapımları, ısıtıp ısıtıp önümüze getirir, hem de hiç gereği yokken... Beyazperde ve ekranlar karşısında bizlere saç, baş yolduran, bayağı, sıradan, olmamış, kotarılamamış yüzlerce aile filmi arasında Click, tam tersine ışıl ışıl parlayan bir proje... ERDEM KOCA Hollywood kendi yaratımı tekdüze popüler kültürün sıkıntılı sonuçlarını yaşamaya devam ediyor. Orijinal ve nitelikli film senaryosu üretme konusunda kısır döngüden çıkamayan Amerikan sineması, ya eski klasikleri ısıtıp tekrar sunuyor ya çizgi roman ve bilgisayar oyunu gibi farklı türlerden uyarlamalar yapıyor ya da yabancı ülkelerin başarılı yapımlarını özellikle Uzakdoğu filmlerini kopyalayıp kendine yontuyor. Hollywood’un bu seferki projesi; 2002 Hong Kong yapımı Wu Jian Do’nun yeniden çekimi. The Departed adıyla uyarlanan film Ekim ayında gösterime giriyor. Güney Boston’da geçen hikaye Amerika’nın en popüler dram konularından MafyaPolis çatışmasını ele alıyor. Organize suç örgütlerine savaş açan polis, azılı çete lideri Frank Costello’nun (Jack Nicholson) yanına bir köstebek sokarak bir adım önde olmayı amaçlar. Durumdan habersiz benzer bir plan yapan Costello da en güvendiği elemanını polis teşkilatına sızdırarak avantaj sağlamayı hedefler. İki ajan da hızlı bir yükselişe geçer ve sızdıkları örgütlerin güvenini kazanır. Ta ki planlar ve karşı planlar hakkında bilgi toplamaya çalışırken içinde bulundukları çifte yaşamlar onları tüketene kadar. Çok geçmeden iki örgüt de içlerinde bir ajanın olduğunu anlayınca zamana karşı ölümcül bir yarış başlar. Çok zengin bir oyuncu kadrosuna sahip The Departed’da, iki köstebekten polisi Leonardo Di Caprio, çete üyesini ise Matt Damon canlandırıyor. Genç ikili daha önce Yetenekli Bay Ripley’de karşılıklı oynamışlardı. Polis şefi rolünü, televizyon dizisi The West Wing’le ikinci baharını yaşayan usta aktör Martin Sheen üstleniyor. Mayfa babasını ise Jack Nicholson canlandırıyor. Filmde yardımcı rollerde de önemli isimler bulunuyor; Ateşli Geceler (Boogie Nights) ve İtalyan İşi’nden (Italian Job) hatırladığımız Mark Whalberg, Kızıl Ekim (Hunt For The Red October) ve Vegas’ta Son Şans’ın (Cooler) başarılı ismi Alec Baldwin bunlardan sadece ikisi. Yapımı 5 aya yakın süren 90 milyon dolar bütçeli filmin yönetmeni ise yaşayan bir efsane; Martin Scorsese. Taksi Şöförü (Taxi Driver), Raging Bull, Sıkı Dostlar (Good Fellas), Casino ve New York Çeteleri (Gangs of New York) gibi klasiklerin yönetmeni Scorsese’yi en son Göklerin Hakimi (The Aviator) ile izlemiştik. Yarım asıra yaklaşan kariyerinde sayısız ödül alan Scorsese, en iyi yönetmen dalında tam 5 kez aday gösterildiği Oscar’ı ise hiç kazanamadı. Yönetmen, belki de The Departed ile şeytanın bacağını bu kez kırabilir. ??????????????????????????????????? Yaşamı kontrol eden kumanda BAŞROLDE ADAM SANDLER Click’in başrolünü, Amerikan sinemasının ünlü yıldızlarından Adam Sandler üstlenmiş. Komedi filmleriyle tanınan aktörün, yönetmen Frank Coraci ile bu üçüncü filmi... Hayatın kumandasına hükmeden Michael Newman rolündeki Sandler’e eşlik eden ise İngiliz aktris Kate Beckinsale (Donna Newman)... Pearl Harbor’da gönül çelen, yürek yakan hemşire Evelyn’in, The Aviator’da da tüm zamanların en iyi kadın oyuncularından Ava Gardner’in kalıbınına cuk oturan Beckinsale, aslında sinemaseverlerce vampir filmlerinden biliniyor. Kate Beckinsale, Kont Dracula’nın azılı düşmanını konu alan Val Helsing’deki rolü dışında, kurtadamlara meydan okuyan vampir Selene’yi canlandırarak Underworld serisine de hayat verdi. Kariyerine 100’ü aşkın film ve dizi projesini sığdıran, Avcı (The Deer Hunter 1978) ile Oscar’ı kucaklayan her rolün yakıştığı usta aktör Christopher Walken, bilim adamı edalı, gizemli, dünya dışı tezgahtar Morty ile yine döktürüyor. Kahramanımız Michael Newman’ı kandırmayı ve deliler gibi çalıştırmayı görev bilen hafif moron çokça kendini beğenmiş patron Ammer’i ise Kara Şimşek ve Sahil Güvenlik dizilerinden haşır neşir olduğumuz David Hasselhoff canlandırıyor. Angela Yönetmen, senaryo: Luc Besson / Kamera: Thierry Arbogast / Müzik: Anja Garbarek / Oyuncular: Jamel Debbouze, Ric Rasmussen, Gilbert melki, Sara Forestier, Serge Riaboukine, Olivier Claveric / Fransa 005 (WB). Sevgilisi melek olanın sırtı yere gelmez SUNGU ÇAPAN Şu Ağustos sıcaında, klimalı sinema salonlarının serin çikiciliğine kapılarak, gösterimdeki onca abuk sabuk ve ‘suyunun suyu’ Amerikan filminin arasında, dişimize göre bulduğumuz ve basın gösterimini kaçırdığımıza hayıflandığımız Angela’yı seyretmek üzere geçen gün yolunu tuttuğumuz Alkazar’da 12.00 seansı müşterisizlikten ötürü iptal edilinci bir sonraki seansı bekledik mecburen. Bu arada vakit geçirmek için en üst salondaki erotik 20 Gece ve Yağmurlu Bir Gün’e de girdik. Bize uzaktan unutulmaz Marguerite Duras Alain Rcanais başyapıı Hiroşima Sevgilim’i çağrıştıran 20 Gece ve Yağmurlu Bir Gün, Berlin’de doğmuş, Lyon’daki büyükannesinin yanında büyümüş ama yaşadıklarını unutmak amacıyla Batı’yı bırakıp Uzakdoğu’ya kaçmış ve öfkeli bir yanardağın her an lavlarını püskürtmesi beklenen Java’ya yolu düşmüş, gezginci, delişmen ve sevişken Avrupalı bir kadınla (Emmanuelle Riva’nın incelik ve zerafetinden yoksun, Natalia Wörner adındaki katana gibi bir Alman oyuncu oynuyor), işgücü gözetleme evinde yanardağı gözlemek olan, evde, cibinlikli yataklarda ya da volkanın dibinde, sabah akşam kadınla kıyasıya sevişen Vietnamlı bir erkeğin (Vietnamlı oyuncu Erig Nguyen de, yer yer çok sakin, dingin ve libidosu güçlü bir Eiji Okada adeta), yoğun cinsellik ağırlıklı, şehvetengiz hikâyesini, Almanca aryalar eşliğindeki ateşli sevişme sahneleriyle anlatıyor. Kimi sevişme sahneleriyle zevkli kadrajlar yakaladığı söylenebilecek, Fransa’ya kapağı atmış, Vietnamlı yönetmen Lâm Le’nin Fransız sermayesiyle yazıp çektiği bu filmde, bir çeşit sissizlik enerjisinin yayıldığı, hem uyum hem de kaos beldesi Java’dan paris’e gidip gelen hikâye, ucuz felsefe yapan, yavan değilse de oldukça bildik, egzotik ve erotik bir bakışın ürünü. Yine de seyircisini sonuna kadar esir almasını bilen bir yönetmenin, oldukça şairane isimli filmi 20 Gece ve Yağmurlu Bir Gün, bir çırpıda izlenip kolayca tüketiliyor. Sonunda hepi topu üçbeş seyirciyle yapılan 13.30 seansında gördüğümüz Angela, 1985 yapımı SubwayMetro’suyla başlayan tanışıklığımız 20 yılı bulan gişede başarılı Nikita’sından (1990) ya da The Fifth Element Beşinci Güç’ünden (1997) çok kolayca kategorize edilemez, o belgesel ağırlıklı deniz güzellemesi de Le Grand Bleu Derinlik Sarhoşluğu’nu (1998) ya da şiddetin dalağını yararken kara film türüne de Avrupalı, farklı bir soluk getiren Leon’unu (1995) sevdiğimiz, oyuncusuz, konuşmasız Atlantis’iniyse (1991) seyredemediğimiz, kimilerine göre Steven Spielberg’in Fransa şubesi sayılan, 1959 doğumlu Luc Besson’un, gözdesi Milla Jovovich’e oynattığı, Ortaçağ Fransa tarihinin ünlü figürünü, tipik aksiyon kahramanı, gözü kara bir intikam meleği gibi yorumladığı sondan bir önceki filmi Jan Dark’tan (1999) 6 yıl sonra yeniden yönetmen koltuğuna oturduğu son filmi. Amerikan sinemasına özgü, şiddet, aksiyon sahnelerine bir Fransız duyarlığı ekleyerek yer yer göz kamaştıran, çoğu kez temposu tıkırında bir görsel şölene dönüşen anlatımı, Jean Reno, Natalie Portman ya da Milla Jovovich gibi oyuncuları sinemaya kazandıran, başarılı oyuncu yönetimi, seyirciyle anında sıcak bir ilişki kuran yaklaşımı ve delidolu bir imgelemin eseri, buluşları, numaraları ve iyi teknisyenliği gibi meziyetlerinin yanısıra, senaryo yazımındaki zaafları, cinselliği kulak arkası etmiş, çocuksu ama baştan çıkarıcı, güçlü kadın kahramanları gibi klişe karakterlerde ısrar etmesi, dramatik yapıyı oluşturmada genellikle kolaycılığa kaçması, konuyu yüzeyselliğe boğması, vb. gibi kusurları olan Luc Besson filmlerinde genel bir sağlık belirgindir son tahlilde . Fransız sinemasının, Amerikan filmlerinden çokça etkileniş, çizgi roman kültüründen beslenmiş, çekirdekten yetişme, namlı, atak yönetmeni ve son yılların geniş kitleye yönelik tezgâhlanmış, Hollywood taklidi, şamatalı, gırgır serüven filmlerinin yapımcısı Besson’un Angela’daki kahramanı, ‘Ben aslında iyi biriyim’ diyen 28 yaşındaki Cezayir asıllı küçük üçkâğıtçı Andre (JeanPierre Jeunet’nin şimdiden klasikleşmiş Amelie’sindeki peltek konuşan, safkeriz manav çırağı rolüyle hayatımıza giren, çolak oyuncu Jamel Debbouze yine alabildiğine sempatik). Filmin başında, Seine kıyısında üç irikıyım belalı alacaklısı tarafından pataküte dövülen, ödemediği borçları yüzünde sürekli kovalanan, kaçan, yalan söyleyen Andre, hep kaybetmeye mahkum, mızmız, gergin, huzursuz, sevgisiz, aylak ve ağlak bir küçük adam. Borcunu isteyen simsar alacaklısı (benzersiz Gilbert Melki) ve adamlarınca Eyfel kulesinin tepesinden aşağı sallandırılan Andre, abuk sabuk intihar girişimi sırasında tanıştığı, selvi boylu, uzun bacaklı, Amazon tavırlı sarışın bir dilberin bütün dertlerine derman olacağını nerden bilsin? Adeta çizgi roman karelerinden beyaz perdeye fırlamış sarışınla (Danimarkalı fotomodel Rie Rasmussen, Jamel Debbouze’la kimyası tutmuş bir çift oluşturmuş) sürekli çuvallayan ve sızlanan Andre’nin, siyahbeyaz Paris fonundaki beraberliği, gierek masalsı bir mutlu sona doğru yöneliyor. Senaryoyu da imzalamış yönetmen Besson, benim Wim Wenders’ten (Berlin Üzerinde Gökyüzü) ya da Frank Capra’dan (It’s Wonderful Life Yaşamak Güzeldir) neyim eksik diyerek bir melekleşme olayını sokuyor devreye giderek. Bir melek hayatıma girdi, hayatım değişti! Sefil hayatı boyunca çukurdan çıkamamış Andre’nin tüm sorunlarını çözerek kendisini iyi hissetmesini sağlayan kız, aslında gökten inmiş bir melek! Büyük ölçüde bir meleğin intiharını engellediği James Stewart’a hayatın anlamını, önemini, güzelliğini anlattığı Capra klasiği It’s Wonderful Life’dan esinlenmişe benzeyen Besson’un yazıp yönettiği Angela, alışılmış romantik komedi formatını aşmayı deneyen, hayli romantik bir aşk öyküsü sonuçta. Gökyüzünden hayatı dibe vurmuş Andre’yi kurtarmak üzere, baştan çıkarıcı bir sürtük kılığında Paris’e gönderilmiş Angela’dan melek olduğunu kanıtlamasını isteyen Andre’nin perişan yaşamını giderek değiştirecektir bu ilişki... Saint Michel’i Notre Dame’a bağlayan köprüden semaya yükselen melekle onun paçalarına yapışmış Andre’nin, bize tepeden çekilmiş, panoramik bir Paris görünümünü sunduktan sonra Seine nehrine düştükleri sahne gibi hoşluklar çekmeyi becermiş Luc Besson’un bu yeni aşk fantezisi (ya da aşk masalı aşk mavalı, ne derseniz deyin), hikâyesini onca tanıdıklığına, ucuzluğuna ve sığlığına karşın ilgiyle seyrediyor. EVRENSEL KUMANDA Teknolojinin yaşamlarımıza sirayet edip, evlerimizi elektronik cennete çevirmesi (kimine göre cehennem), onları çalıştıran birçok kumandayı sehpalarımıza, koltuklarımıza dizmemizi de beraberinde getirdi. Ama bilimin durmak gibi bir kaygısı yok. Artık tek bir kumandayla herşey kontrol edilebiliyor, adına da evrensel kumanda deniliyor. Müzik dinleniyor, film izleniyor, klima çalıştırılıyor, yetmiyor perdeler dahi indirilebiliyor. Sadece senaryosu 1.75 milyon dolara satın alınan Click, evrensel kumanda denilen yeni kurtarıcımızdan yola çıkan bir yapım (Pek tabii biraz abartarak)... Mimar Michael Newman, eşi Donna ile çocukları Ben ve Samantha’ya işkolik olduğu için pek zaman ayıramayan tipik bir Amerikan aile reisidir. Çalıştığı şirkete ortak olma düşüyle yanıp tutuşan Michael, eşi ve çocuklarının kendisinden iyice uzaklaştığının farkında değildir. Sadece zenginliğin herşeyi çözeceğine inanan ve bununla kendisini avutan Michael, işte bütün enerjisini harcadığından evde yorgun ve sinirlidir. En büyük dertlerinden biri de evdeki envayi çeşit kumandalardır. Çünkü kumanda denizi içinde televizyonu açacak olanı bulamamıştır. Ev hayatını daha pratik hale getirecek evrensel kumandaya sahip olmak için alışveriş merkezine gider. Orada kaçık tezgahtar Morty ile tanışır. Morty ona dünyada eşi örneği olmayan deneme aşamasındaki kumandayı verir. Ama bu işte terslik vardır. Kumanda, elektronik eşyalar dışında yaşamı da kontrol edebiliyordur ve ondan kurtulmak mümkün değildir. Havlayan köpeğinin sesini kısan, karısıyla kavgasını ileri alan Michael, yükselebilmek için kumandayı işte de kullanmaya karar verir. Ve o andan itibaren bu gizemli alet, Michael’de bağımlılık yaratır. Gelecek dışında Michael’i geçmişe, çocukluğuna hatta doğumuna götürebilen kumanda, bir süre sonra onun hayatını ele geçirir. Kumandanın programladığı gibi yaşayabilen, hayatına ve sevdiklerine dair birçok şeyi de kaçırmak zorunda kalan Michael için artık kendisiyle hesaplaşmanın vakti gelmiştir. alperturgut@cumhuriyet.com.tr ? Ayrılık (The BreakUp) 2006 Amerikan yapımı olan Ayrılık, yönetmenliğini Peyton Reed’in yaptığı bir romantik komedi. Eskiden mutlu bir beraberlikleri olan Brooke (Jennifer Aniston) ve Gary (Vince Vaughn) ayrılma noktasına gelmiş bir çifttir. Aynı evi paylaşan ikilinin davranışları artık birbirlerine dayanılmaz gelmektedir. Aralarındaki sinir savaşını kazanarak haklı çıkmaya çalışan sevgililer eski mutluluklarına ulaşmak için barış ilan etmek zorunda olduklarını öğreneceklerdir. Başrollerini Jennifer Aniston ve Vince Vaughn’ın paylaştığı yapım Amerika’da 120 milyon dolara yakın gişe yaptı. ? The Dark Yönetmenliğini adını televizyon dizileriyle duyuran John Fawcett’in, başrollerini Yüzüklerin Efendisi’nin Boromir’i Sean Bean ile Şiddetin Tarihçesi’nden anımsadığımız Mario Bello’nun üstlendiği yapım 2005’e ait bir korku filmi. Ailesini tekrar bir araya getirmek için Galler’de yaşayan kocası James’in yanına giden Adele, kızları Sarah’ın trajik boğulmasıyla sarsılır. Evlerinin içinde kızının sesini duyan Adele, 60 yıl önce ölen Ebrill adında bir kız hakkında anlatılan söylentilere kulak kabartır. Adele, yaşamla ölüm arasına sıkıştığı söylenen Ebrill’le aynı kaderi paylaştığını düşündüğü kızını bulmak için mücadeleye girer.