Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMARTESI 08 23/11/06 16:36 Page 1 CUMARTESİ EKİ 8 CMYK ? Hayatımın Kadınısın ? Dondurmam Gaymak Si ne ma 8 Uğur Yücel, Yazı Tura’dan sonra merakla beklenen sinema filmi Hayatımın Kadınısın’da senaryoyu ve yönetmenliği üstleniyor. Türkan Şoray, Uğur Yücel ve Yıldırım Memişoğlu’nun rol aldığı yapım önüne geçilemez, büyük bir aşk hikayesini anlatıyor. 1980’li yıllarda ünlenmiş eski bir şarkıcı olan Asuman Karaca, dillere destan güzelliğiyle o dönemin erkeklerinin gönlünde taht kurmuş, daha sonra evlenerek şarkıcılığı bırakmıştır. Balat’ta iki katlı eski bir evde kocasının artan alkol bağımlılığı ve gece hayatı yüzünden mutsuz günler geçirmekte olan Asuman ilk evliliğinden olan kızıyla da yakın değildir ancak üst katlarına taşınan Tophaneli Tayfur’la aralarında başlayan aşk sayesinde hayatı tamamen değişir. Yüksel Aksu’nun ilk sinema filmi olan Dondurmam Gaymak, İstanbul Film Festivalinde Jüri Özel Ödülü’nü aldıktan sonra şimdi de Oscar aday adayı olarak dikkatleri üstüne çekiyor. Turan Özdemir, Gülnihal Demir ve İsmetcan Suda’nın başrollerini paylaştığı film küçük esnafın uluslararası dev firmalarla mücadelesini komik, sıcak ve yerel bir dille anlatıyor. 1995 yılında Ege’nin küçük bir kasabasında dondurmacılık mesleğini sürdürüp hayatta kalmaya çalışan Ali Usta, artan paketlenmiş dondurma markalarıyla rekabet edebilmek için bir motosiklet alır ve aracı dondurma satışına uygun hale getirir. Bu çabası mahalleli tarafından alaya alınan Ali Usta, bir gün motosikleti çalınınca bu işi dondurma şirketlerinin yaptığını düşünür. ??????????????????????????????????? Köstebek köstebeğin kurdudur! SUNGU ÇAPAN Günümüz Amerikan sinemasının en büyük yönetmenlerinden biri olduğunda hemen hemen herkesin hemfikir olduğu Martin Scorsese’nin dün başlayan The Departed Köstebek’i, üstadın son yılların remake modasına uyup, ülkesinde çok tutmuş ve tutulmuş, 4 yıl öncesinin popüler bir Çin yapımından uyarlayarak çektiği son filmi. Uzakdoğu’nun ünlü oyuncusu Tony Leung’la Andy Lau’nun oynadığı, 2002 İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde gösterilmiş, hatta DVDCD’si çıkmış HongKong yapımı, yüksek tempolu polisiyegerilim öyküsü Infernal Affairs’in (2002) Amerika’ya uyarlanmış yeniden çevrimi niteliğindeki Köstebek’le seyirciyi (bu kez alışılmış New York’un yerine) Boston’daki polislerle gangsterler arasında süregelen ezeli çatışmaya sokuyor, yoğun bir suç ve şiddet âlemine daldırıyor Scorsese usta 2.5 saatliğine. Başladıktan sonra zamanın nasıl aktığının nerdeyse hiç hissedilmediği bir sürükleyiciliğe sahip Köstebek, meraklısını güzelce sarıp sarmalayarak içine çekiyor ve her an diken üstünde tutup parlak numaralarla, çeşitli ayrıntı ve şaşırtmacalarla sürerek sürpriz bir finale bağlanıyor. Sullivan (Matt Damon) olan, karşıt saflardaki iki polisin ölümcül çekişmesine tabii ki amirleri ve Costello çetesinin adamları da karışıyor giderek. Scorsese’nin Cape Feat Korku Burnu’ndan beri imzaladığı ikinci bir yeniden çevrim olan ve başlıca kahramanlarının finale doğru teker teker temize havale edildiği, gangster karakterleri ve her an sürpriz gelişmelere açık atmosferi bakımından yönetmenin ustalığını sınadığı Sıkı Dostlar başyapıtını da anımsatan Köstebek’te Martin Sheen, Alec Baldwin, Mark Wahlberg, Billy’yle Colin’in polis amirlerini, Ray Winstone da Costello’nun sağ kolu French’i başarıyla oynuyorlar. Colin’in sevgilisiyken hastası Billy ile de yakından ilgilenen polis psikoloğu Madolyn rolündeki (fiziği ve yorumuyla göz dolduran) Vera Farmiga da hikâyenin dilber kızı. İPLİKLER PAZARDA Yaşlandıkça bebek yüzlü jön imajından kurtulan, doğrusu pek de hazzetmediğimiz DiCaprio’nun kendini aştığı, ‘yetenekli’ Matt Damon’un da epeyce rol çaldığı filmin asıl cazibe merkeziyse, tüm polisi peşine takmış, kentin suç kralı Frank Costello’yu nicedir özlediğimiz, yıllara meydan okuyan, şeytani bir çekicilikle canlandıran Jack Nicholson bizce. Psikanalizin yeryüzünde bir tek İrlandalılara uygulanamadığından (Freud’un saptamasıymış bu) da dem vurulan YAŞI YETMİŞ AMA... İlk bakışta kesinlikle ilgisiz kalınamayacak bir oyuncu kadrosuna sahip Köstebek, zaman zaman İtalyan geçmişini ve kökenlerini Mean Streets, Goodfellas Sıkı Dostlar gibi filmlerinde açık eden Scorsese ustanın, yeraltında çevrilen karanlık işlerde öteden beri İtalyanların en büyük düşmanı ve rakibi olagelen İrlandalılara duyduğu genel sevgi ve sempatinin ürünü de sayılabilir. Göç ettikleri Amerika’da, New York’u mesken tutup örgütlenerek zaman içinde suç dünyasında başı çeken İtalyan ve İrlandalı göçmenlerin aslında aile yapıları, inançları, gelenekgörenekleri ve kültürleri bakımından benzerlikler gösterdiği malum. (Ayrıca John Ford, Raoul Walsh başta olmak üzere, Hollywood cangılında dikiş tutturmuş ünlü sinemacılar da çıkmıştır, İrlandalılardan bilindiği gibi.) Kendini öteden beri İrlandalılara hep yakın duymuş Scorsese’nin oldukça uzun tutulmuş son iki filminde (irkiltici bir şiddetin egemen olduğu, epik dönem filmi Gangs of New York New York Çeteleri’nde ve tanınmış serüvenkeş, gözü kara milyoner Howard Hughes’ün yaşamına ilişkin The Avivator Göklerin Hâkimi’nde) başrol oynattığı Leonardo DiCaprio’yla işbirliğini sürdürdüğü ve bu kez oyuncu kadrosuna son yıllarda birtakım kıytırık romantik komedilerde, hep birbirinin aynısı, şekerlenmiş şurup gibi kompozisyonlarla karşımıza çıkan Jack Nicholson’ı da dahil ettiği Köstebek’te, nicedir özlediğimiz, yaşı yetmiş ama işi bitmemiş bu yaşarken efsaneleşmiş usta oyuncu, yine unutulmaz bir karizmatik mafya babası portresi çiziyor ki görmelere değer. Özetle, uyarlanan Çin filminin konusunu Amerika’ya (Boston’a) taşıyan film, bütün ilginçliğini, biri polis örgütüne, öteki gangsterlerin içine sızdırılmış ve birbirlerinden önceleri habersiz iki köstebeğin varlığından alıyor aslında. filmin güçlü kötü adamı Costello suçla özdeşleşmiş, kanlı bir katil ama John Lennon’dan alıntılar yapan, feleğin çemberinden geçmiş, fırlama bir hayat bilgesi gibi aynı zamanda. Kesinkes Costello’yu enselemeye kilitlenmiş polis örgütüyle çevresine korku salmış mafya babasının savaşımını, yer yer onca şiddetin sergilenmesine tezat bir alaycılığın sindiği, esprili diyaloglarla, her zamanki teknik ekibinin (montajcı Thelma Schoonmaker, kameraman Michael Ballhaus, besteciderlemeci Howard Shore vb.) katkısı, akıcı bir montaj, birinci sınıf görüntü ve müziklerle perdeye aktaran Scorsese, iki tarafın da ipliğini pazara çıkarıyor. New York Çeteleri’ni pek aratmayan, aşırı bir şiddetin ortalığa saçıldığı kimi dehşetengiz sahnelerle de bezenmiş, gitgide gerilimli bir ‘muhbiri açığa çıkarma oyununa’ dönüşen bu modern polisiye serüveni çeşitlemesi, köstebekliğin yol açtığı paranoyayla ölümcül bir ortamda bürünülen farklı kimliği sonuna kadar oynamanın yoğun baskısını da içeriyor. Paralel anlatılmış mafya ve polis çevresi arasında gide gele, ilgi ve merak içinde tamamladığımız 150 dakika süresince oldukça formda görünen Scorsese ustanın (eskilerin deyişiyle) sıkı bir stil alıştırması yaptığı Köstebek, genelde yeniden çevrimlere duyulan olumsuz önyargıyı bu kez değiştirecek ve sinemaseverleri hoşnut edecek esaslı bir seyirlik sonuçta. Monarşi ile demokrasinin savaşı Kraliçe (The Queen), hâkimiyetini yitirip sembolik ve turistik bir hale dönüşen monarşi ile onun temsilcilerine kendi penceresinden kısmen ışık tutan şüphesiz farklı bir yapım. Ve zulasında eski ve yeninin, monarşi ile demokrasinin bitip tükenmeyen savaşı… Yakın tarihi (AğustosEylül 1997) işleme cesaretini göstererek (söyleyeceklerini bazen ağzında gevelese de) hemen herkesin ilgisini çeken saray hayatını resmetmesi de cabası… Ayrıca çağımızın en ünlü kraliçesi (bugün 80 yaşında ve 54 yıldır tahtta) ikinci Elizabeth’i, artık Bush’un ekürisi, savaş ve işgalin de yılmaz destekçisi olan Tony Blair’i ve her şeyden önemlisi trajik sonu hala komplo teorileriyle ilişkilendirilen mahzun ve mazlum Prenses Diana’yı kim merak etmez ki? Sinema dünyasına 1968’de giriş yapan ve sağlam adımlarla ilerleyen (bir iki tökezleme dışında) İngiliz yönetmen Stephen Frears, bugüne dek Benim Güzel Çamaşırhanem (My Beautiful Laundrette) ,Tehlikeli İlişkiler (Dangerous Liaisons), Sensiz olmaz (High Fidelity), Liam, Zoraki Kahraman (Hero) gibi birçok kalburüstü esere imza attı. Frears’ın, İngiltere, Fransa, İtalya ortak yapımı olan son filmi Kraliçe, şu ana dek 4 ödül kazandı. Gelelim filmin itici gücü ve temel direği Helen Mirren’a… Aşçı, Hırsız, Karısı ve Aşığı (The Cook The Thief His Wife and Her Lover) ile sinemaseverlerin gönlünde taht kuran tiyatro kökenli usta İngiliz aktris Mirren (61), Birleşik Krallık tarihindeki tüm kraliçeleri canlandırmayı kafaya koymuş gibi… İkinci Elizabeth ile bu yıl Venedik Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazanan Mirren, geçen yıl da Birinci Elizabeth ile Emmy ödülüne sahip olmuştu. (Birinci Elizabeth, 1533–1603 yılları arasında yaşayan ve 45 yıl iktidar koltuğundan inmeyen İngiltere’nin en önemli kraliçelerinden biri… İki bölümlük yaklaşık 4 saatlik HBO dizisinde Mirren’e Oscar ödüllü Jeremy Irons eşlik etti. Hayatı boyunca hiç evlenmeyen ve yüzünü beyaz boyayla boyayan kraliçe, ‘Tanrı bana bir kadının zayıf vücudunu vermiş olsa da, bir kralın yüreğine ve midesine sahibim’, sözleriyle tarihe geçti.) Hatta hayranları Mirren’dan, tam 64 yıl tahtta kalan ve ALPER TURGUT “Güneş Batmayan İmparatorluk”un yaratıcılarından olan ünlü kraliçe Victoria’yı da oynamasını istiyor. Kraliçe filminde, Elizabeth’in annesiyle, kocası Edinburg Dük’ü Prens Philip Mountbatten’e, muhafazakar ve acımasız, veliaht Charles’a ise korkak ve pısırık bir rol biçilmiş. Deyim yerindeyse geleceğin kralı bugünün Galler Prensi, adeta ikili oynayan bir tipe dönüşmüş. Tony Blair ise, iktidardaki ilk günlerinin yüzü suyu hürmetine olsa gerek sütten çıkmış ak kaşık misali… (İşçi Partisi’nin 5 yıllık genel başkanı Tony Blair, 1997 yılında İngiltere’nin en genç başbakanı oldu. Bugüne dek 3 kez seçim kazanan Blair, giderek yok olan popülaritesine ve azalan oylarına karşın hala iktidarda) Kraliçe Elizabeth’e ise duygularını saklamaya çabalayan hatta gizli gizli ağlayan, otoriter yaşlı bir kadın payesi verilmiş. Kraliyet ailesi, uzun zaman önce şaşaadan uzak ama yine de zengin dünyalarına çekilmiştir. Kraliçe 2. Elizabeth ile ona bağlılıklarını bildirmeye gelen çiçeği burnunda Başbakan Tony Blair arasında yaşanan hafif çekişme dışında her hangi bir sorun yoktur. Elizabeth gayet rahattır, genç Blair önünde diz çöken 10. başbakandır. Halktan kopuk, gayet steril, resmi, düzenli ve disiplinli bu ortam, 31 Ağustos 1997 günü Fransa’da meydana gelen bir trafik kazasıyla bozulur. Geleceğin kraliçesi unvanını elinin tersiyle iten ve kocası Charles’tan boşanan Prenses Diana (Lady Di) ölmüştür. Ani ölüm, kraliyet ailesinde şok ve gerginlik yaratırken Di’nin cenazesi, Fransa’dan İngiltere’ye törenle getirilir. Kraliyet ailesi ise, başkent Londra’dan ve 602 odalı Buckingham Sarayı’ndan adeta kaçarak İskoçya’ya gider. İngiliz halkının öfkesi korkunç boyuttadır, Di’nin cenazesi, tarihte ilk kez meşrutiyetin sorgulanmasına neden olur. Sarayın önü çiçek bahçesine çevrilir, yüz binlerce insan, ülkenin dört bir yanından başkente akar. Prensesin cenazesinin sahipsiz bırakıldığını düşünenler, gece dahi sarayın çevresinde yatıp yas tutar. Blair önce “Halkın Prensesi” diyerek meşrutiyete olan nefreti körükler. Sonra birden saf değiştirerek Kraliçe Elizabeth ile uzlaşmaya çalışır. Kraliçenin hiç sevmediği gelininin cenaze törenine katılmaktan başka şansı kalmamıştır. Köstebek / The Departed / Yönetmen: Martin Scorsese / Senaryo: William Monahan / Kamera: Michael Ballhaus / Müzik: Howard Shore / Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Matt Damon, Jack Nicholson, Mark Wahlberg, Ray Winstone, Martin Sheen, Vera Farmiga, Alec Baldwin, Anthony Anderson, Anthony Anderson / ABD 2006 (WB). ÖLÜMCÜL ÇEKİŞME Polisteki ve Costello çetesindeki iki köstebeğin varlığı ve açığa çıkması olasılığı üstüne kurulu entrika tıkır tıkır işliyor. Biri gizli görevi uğruna Akademi’den atılıp baba dostu İrlandalı Costello’nun güvenini kazanarak çetesine girmiş çaylak Billy Costigan (DiCaprio), ötekiyse Costello’nun gizli adamı muhabiri olarak örgütte yükselen, sinsi Clin