15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 06 9/11/06 16:25 Page 1 CUMARTESİ EKİ 6 CMYK 6 11 KASIM 2006 CUMARTESİ Şehrin ve yoksulların şairi Orhan Veli Orhan Veli, Veli Kanık’ın oğludur. Sokak kedilerinin, İstanbul şehrinin, Ankara taşrasının şairidir. 1914 yılında doğan, dağdağalı bir tarih diliminin içinde büyüyen, faşistlerin yenilgiyi tattıkları ve insanlığın bir kurtuluş umuduna doğru hevesle yüzünü döndüğü 1950 yılında ölen odur. İstanbul’da Rumelihisarı’nda bir taşın üstüne oturup denize karşı şiirler söylemiştir. Derdi hep insanlar, insanların oturduğu şehirlerdir. Onun şiirlerinde yoksul insanların, onları sarıp sarmalayan şehrin hikayeleri vardır. Yazdıklarında insan hayatlarının izleri değil, insanın kendisi bulunur. Neşesi de hüznü de, ceketi eskimiş, pantolonu buruşuk adamların, sobası yanan, sedirlerine temiz örtüler serilmiş küçük bir ev, ilerde bir gün küçük bir araba hayali kuran kadınların neşesi ve hüznüdür. Orhan Veli’nin şiirinde kimi zaman küçük acıların resmedildiği sanısına kapılanlar yanılırlar. “Süleyman Efendi’nin nasırı” insanın çektiklerinin soyutlanmış şiiridir. “Kitabei sengi mezar” insanın halidir. MURAT AYDIN İSYANIN ŞAİRİ Ama bütün bunlara aldanıp, onu yorgunluğun, sinmişliğin teslimiyetin şairi diye damgalamaya kalkışmayın sakın. Orhan Veli isyanın şairidir. İsyanın, kurtuluşun, hürriyetin nasıl bir şey olduğunu anlatabilmek için en güzel kelimeleri seçer, en güzel bir biçimde kurgular, yan yana getirir onları. “Gün doğmadan / Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola / Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında / içinde iş görmenin saadeti / gideceksin” der. Onun isyancılığı pek çoklarında olduğu gibi yalnızca şiirlerinde bir laf ü güzaf’tan ibaret değildir. Askerliğinden sonra girdiği Tercüme Bürosu’unda Hasan Ali Yücel’den sonra bakanlığa Reşat Şemsettin Sirer’in atanması üzerine bakanlıkta esen antidemokratik havadan rahatsız Giyilmemiş çamaşırlar olduğunu nasıl kokar bilirsin, söyleyerek çekip gitmiş ve arkalı Sandık odalarında; önlü bir yapraktan Senin de dükkânın ibaret Yaprak öyle kokar işte. dergisini Ablamı tanımazsın, yayınlamaya Hürriyette gelin olacaktı, koyulmuştur. yaşasaydı; O Türkiye Bu teller onun telleri, şairlerinin en Bu duvak onun duvağı işte. önemlilerindendir. Türkiye’nin yine Ya bu camekândaki kadınlar? en büyük Bu mavi mavi, şairlerinden Oktay Bu yeşil yeşil fistanlı... Rifat’ın Melih Geceleri de ayakta mı Cevdet’in dururlar böyle? arkadaşıdır. Ya bu pembezar gömlek? Türkiye’de Onun da bir hikâyesi yok mu? toplumcu gerçekçi akımın öncüleri ve Kapalıçarşı deyip geçme; sürdürücüleri olan Kapalıçarşı, üçlü, hapisteki Kapalı kutu. şairi “Nazım ağabey’i” sessizliğe hapsetmiş düzenin kabuklarını kırmak için büyük çaba gösterdiler. Sonunda kırdılar da. Edebiyat dünyası silkinip kendine geldi. Her ne kadar şimdilerde yeniden kendini yitirmenin, sisin pusun içinde kaybolup gitmenin eşiğine gelmişse de o günlerin izleri öylesine sağlamdır ki, umudumuzu hala korumayı başarıyoruz. İşte Orhan Veli o günlerin dirençli üçlüsünün insana dokunup geçen, geçerken yüzünüze derin bir şekilde, ama sezdirmeden bakanıdır. Üçlünün en erken öleni Orhan Veli oldu. Onun yazacakları çoktu ve pek erken bir yaşta ve pek talihsiz bir şekilde aramızdan ayrıldı. Onunla birlikte pek çok şiiri de yitirmiş sayılmalıyız. Varsayın ki, yazdığı defterler tavan arasında unutulmuştur. Şairaneliği terk eden ve gerçeklere, insanlara dönen, onların küçük hikayelerinden büyük hikayelerine giden yolu bize gösteren şair odur. ‘Bir İnşaat İşçisinin Düşünceleri’ 3 Aralık tarihine dek Maçka Cumhuriyet Parkı’nda izlenebilecek. Under Construction önümüzdeki günlerde yeni projeleriyle İstanbul’un her semtinde karşınıza çıkmayı hedefliyor. Bir inşaat işçisinin düşlerinde gezinti SİNEM DÖNMEZ ‘Bir İnşaat İşçisinin Düşünceleri’ görebileceğiniz en alışılmadık sergilerden biri. İçinde yaşamımızı sürdürdüğümüz, kapısından girince rahat ettiğimiz, çocukluğumuzdan itibaren hayalini kurduğumuz evleri gerçeğe dönüştürenlerin yani inşaat işçilerinin fikirleri ilk kez soruluyor. Sergi, 2005 yılından beri Marcus Graf ve Tepe İnşaat tarafından gerçekleştirilen Under Construction projesine dahil. Under Construction Güncel Sanat Mekanı iki eski inşaat konteynırının 39 metre karelik beyaz bir kübe dönüştürülmesiyle elde edilmiş. Burada sanatçılar zaman ve mekana özel projeler geliştirerek konteynırı da sergiye dahil ediyorlar yani sanat mekanı onlar için eserlerini asacakları bir duvardan öte eserin bir parçası oluyor. Daha önce Maltepe, Kuştepe gibi semtlerde sergi alanı olarak kullanılan konteynırlarda sanat yapma fikri Graf’a ait. Bu şekilde taşınabilir ve gezici sanat mekanlar elde ediliyor ve sanata uzak yaşayan toplumun, sanat ayağına kadar gitmiş oluyor. Marcus Graf bu konuda “Bu mekanın en büyük özelliği gezici olması. Genelde insanlar klasik bir galeriye, müzeye gitmekten çekiniyor. Sanki sanat ve halk arasında görünmez bir duvar var. Biz de bu duvarı kırmaya çalışıyoruz. Bu proje de amacımızı tam olarak ortaya koyuyor. Burayı ben tasarladım, benim böyle bir mekanım var, ben sadece sanatçıları davet ediyorum onlar kendi projelerini üretiyorlar. Her sanatçı her sergi için ayrı bir yapıt ortaya çıkarıyor” diyor. Kit Sanat Topluluğu’nun Marcus Graf’ın projesini duyduktan sonra iletişime geçmeleriyle oluşan fikir bir ay süren çalışmalar sonucu ortaya çıkmış. Sergi, değişik ilçelerdeki değişik inşaatlarda çalışan işçilerin düşünceleri üzerine. Projenin detaylarını Kit Sanat topluluğu üyesi Ayça Çakmaklı “Beş hafta boyunca sırtımızda çantalarımız İstanbul’un çeşitli semtlerindeki şantiyelere gidip işçilerle konuştuk. İstanbul’daki inşaatların çoğunda memleketlerini bırakıp gelmiş, yuvalarından uzakta yuvalar inşa ediyorlar ama o evleri mimarlar, belediye başkanları anlatıyor, onların fikirleri göz önünde bulunduruluyor ama hiçbir zaman işçilerin düşünceleri sorulmuyor. Bu sefer biz onların hayatlarını adadıkları şey hakkında ne düşündüklerini onlara sorduk” diyor. İnşaat işçileriyle yapılan söyleşilerde onlara üç soru sorulmuş: 1 Türkiye’nin hangi şehrinden geliyorsunuz? Memleketinizde hatırladığınız ve sevdiğiniz bina hangisi? 2 Seçme şansınız olsaydı, çalıştığınız bu alana nasıl bir bina tasarlardınız ve şu anda tasarlanan bina hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? 3 Gelecekte nasıl bir evde yaşamak istersiniz bu evi nasıl bir çevre hayal ediyorsunuz? Görüşülen isimlerin aralarından seçilen 10 işçiyle yapılan söyleşi konteynırın içindeki bir televizyonda da gösteriliyor. Verilen cevaplar birbirine benzer. Hepsi çalıştıkları binanın depreme dayanıklı olmasına dikkat ediyor ve gelecekte hepsi küçük, yeşillikler içinde bir evde yaşamak istiyorlar. Ahşap, prefabrik hiç fark etmez yeter ki sevdikleri yanlarında olsun. Söyleşinin sonunda her işçiden yaşadıkları yeri görmek için izin istenmiş ve hepsinden çorap, süpürge, havlu gibi bir hatıra eşyası alınmış. Bu eşyalarla konteynırların içi inşaat işçilerinin yaşam alanına dönüştürülmüş. Her biri onlar tarafından kullanılmış olan ranzalar, dolaplar, tencereler, duvara yapıştırılmış gazete kupürleriyle dinlediğiniz söyleşileri bir bakıma yaşıyorsunuz. KAPALIÇARŞI Çağdaş Alman Fotoğraf Sanatı: Mesafe ve Yakınlık on yıllarda özellikle çağdaş sanat S yapıtlarının sergilenmesi için alternatif mekânlar olarak karşımıza “Mesafe ve Yakınlık” Milli Reasürans Sanat Galerisi, 18 Ekim – 18 Kasım 2006 Teşvikiye Caddesi 4357 Teşvikiye 80200 İstanbul Tel: 0212 230 19 76 424 Aralık 2006 İzmir Resim Heykel Müzesi ESRA ALİÇAVUŞOĞLU KAPALIÇARŞI, KAPALI BİR KUTU Orhan Veli’nin en büyük özelliği şiirlerinin kahramanlarının halktan insanlar olmaları ve kendi dilleriyle, kendi halleriyle şiire girmeleri olmuştur. Şair büyük bir edayla onlar adına konuşmamaktadır. Doğrudan onları konuşturmayı yeğlemiş, kendisi de onlardan biri olmayı başarmıştır. Orhan Veli’nin kimi zaman küçümsenmesinin nedeni de budur. Küçümseyenler karmaşık bir şiir dilini kurarken bile ondan esinlendiklerini kendilerine itiraf edememişlerdir. “Garip şiiri”ni daha sonraki dönemin şiirlerinin öncüsü saymak yerine, sonrakini ondan bir kopuş olarak görenler yalnızca “Kapalıçarşı” şiirini okusalar bile, Kapalıçarşı’nın nasıl kapalı bir kutu olduğunu insanın kapalı kutu dünyasına girebilmek, sığabilmek için neyin gerektiğini anladıklarında yanıldıklarını da anlayacaklardır. esafe ve Yakınlık sergisinde bir çok farklı fotoğraf serisinden örnekler sunan Thomas Ruff’un en ilgi çekici işlerini iç mekan ayrıntıları oluşturuyor. Kimi zaman bir oturma salonunun köşesinden, kimi zaman ise yatak odası duvarından kesitler sunan sanatçı, bütün içinde dikkat çekmeyen ayrıntıları büyüteç altına alıyor. “Mekanın ruhu olur mu?” sorusuna yanıt arar biçimde çalışmalar gerçekleştiren ve izleyicinin bu alanlar içinde dolaşmasına izin verir biçimde kurguladığı fotoğraflarıyla Candida Höfer; tıpkı Höfer gibi insanı soyutlayarak kentsel mekanlar üzerine yoğunlaşan Axel Hütte ise serginin ilgi çekici diğer sanatçılarından... Alman fotoğraf tarihi uzmanı Wulf Herzogenrath ve ifa tarafından tasarımı gerçekleştirilen bu sergi, fotoğraf sanatının deklanşöre basan ile görüntü arasında kurduğu kimi zaman mesafeli kimi zaman ise yakın ilişkiyi değerlendirmek ve fotoğrafa sanatın gözüyle bakmak açısından kaçırılmaması gereken bir fırsat sunuyor. Mekânın ruhu olur mu? M çıkan endüstri yapıları, hala pek çoğumuz için itici, soğuk hatta mesafeli durulması gereken yapılar topluluğunu çağrıştırıyor. Ancak Tate Modern’e dönüşen elektrik santrali, Berlin’de Hamburger Bahnhof Çağdaş Sanat Müzesi ya da Paris’te Musee D’Orsay olan tren istasyonu gibi pek çok örnekle çoğaltabileceğimiz bu endüstri yapıları, Türkiye’de de son dönemde sıkça dönüşüme uğrayarak özellikle kültür merkezi ve müze olarak kullanılan yapıların başında geliyor. Karaköy’deki Antrepo (İstanbul Modern), Haliç’teki Silahtarağa Termik Santrali (Santral İstanbul) ve Feshane (İstanbul Belediyesi Kültür Merkezi) gibi yapılar artık kullanılmayan endüstri binalarına farklı bir işlev yüklenmesine olanak sağlıyor. Endüstri yapılarını sanatın sergileme mekânı olmadan önce yapıtlarının merkezine taşıyarak bir bakıma çalışmalarının nesnesi konumuna getiren Bernd ve Hilla Becher, bu binalardan söz açıldığında ilk akla gelen isimler oluyor kuşkusuz. 1960’lardan bu yana sistematik bir biçimde 19. ve 20. yüzyılın endüstri yapıları üzerine çalışan ve oldukça yalın bir biçimde ele aldıkları bu endüstri binalarının siyah/beyaz fotoğraflarını tıpkı bir tablo gibi sergileyen Alman fotoğraf geleneğinin önemli isimlerinden Becher’lerin başını çektiği bir sergi bugünlerde izleyicilere sunuluyor. Ünlü çiftin hocalık yaptığı Düsseldorf Sanat Akademisi’sinden öğrencilerin de yer aldığı öğrenciler derken bunların her birinin çağdaş sanatın önde gelen isimlerinden oldukları unutulmamalı çağdaş Alman fotoğraf sanatından bir kesiti içeren sergi Kasım’ın ortasına dek İstanbul Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde, Aralık ayında ise İzmir Resim Heykel Müzesi’nde açık kalacak. Bu yıl ilki gerçekleştirilen İFSAK Uluslararası Fotoğraf Bienali’nin bir parçası olan bu sergi, fotoğrafın çağdaş sanat alanındaki yerinin yanı sıra gündelik olan, sıradan görünen mekânlar ve bu mekânlarda yer işgal eden bireyler ve nesneler üzerine odaklanıyor. İzleyicinin sıradan ve gündelik olanı bir kez daha keşfetmesine olanak veren bu fotoğraflar Alman fotoğraf geleneğini kavramak ve bu önemli isimlerin yapıtlarını görmek için yetkin bir sergi. Serginin özellikle deneyim açısından baş aktörleri olan Becher’lere geri dönecek olursak; resim ve fotoğraf eğitimi alan ikilinin endüstri yapılarını fotoğraflama serüveni, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra hayli önemli bir sanayi bölgesine dönüşen ve çok sayıda endüstri yapısının inşa edildiği Almanya’nın Ruhr Bölgesi’nde başlıyor. 1960’larda yaşanan kömür krizinin ardından boşalarak hayalet yapılara dönüşen bu mimarı belirsiz anonim endüstri yapıları Becher’lerın belgeselci yaklaşımlarının somut göstergeleri ayrıca. Sergi, neredeyse yarım asırdır bu yapılarla içli dışlı olan ikilinin yapıtlarını toplu olarak göstermesi açısından da dikkate değer. Becherlerin Düsseldorf Sanat Akademisi’sinde öğrencileri olan ve sergide yer alan Andreas Gursky, Candida Höfer, Axel Hütte, Thomas Struth, Petra Wunderlich, Thomas Ruff, Simone Nieweg ve Jörg Sasse’nin yapıtları ise her birinin ayrı bir tema üzerine yoğunlaşmış olmaları bağlamında hayli ilgi çekici…. Mekaninsan ilişkisi üzerine odaklanan Andreas Gursky’nin 1991’de St Moritz’de çektiği fotoğraf, serginin en ilgi çekici çalışmalarından biri olarak değerlendirilebilir. Resim tarihinde Velazquez’in yapıtlarında çok sık karşımıza çıkan ve Svetlana Alpers’in “bakıştan ayırmak için gözünü dikmek” olarak tanımladığı yaklaşımın fotoğrafik versiyonu olan bu çalışma, gözünü fotoğrafın dışındaki izleyiciye diken kişinin varlığı ile izlendiğimizin ya da varlığımızın onandığını işaret ediyor. Gursky’den farklı olarak mekaninsan ilişkisine değil, doğainsan ilişkisindeki estetik yaklaşımına dikkat çeken Simone Nieweg ise, bir bakıma insanın müdahale ettiği “doğa manzaralarından” örnekler sunuyor.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle