Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Günler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
29 EKİM 2005 CUMARTESİ 82. YIL ÖZEL EKİ Özlenen Ruh NADİR NADİ Egemenlik ulusundur, diyoruz. Bu söz ‘‘Hâkimiyet milletindir’’ biçimiyle ilk kez Birinci Büyük Millet Meclisi Başkanlık kürsüsünün arkasına asıldığı sırada, egemenlik henüz ulusun değildi. Düşman, yurdumuzun bağrına hançerini saplamıştı. Ülkemizin önemli bölgeleri yedi düvel tarafından işgale uğramıştı. Saraya bağlı çevrelerden ‘‘Padişahım çok yaşa’’ sesleri yansıyordu. Bu seslere tempo tutanlar, egemenliği kişiliğinde topladığını vehmettikleri padişahın yabancı güçler elinde bir kukla haline düşürüldüğünü halktan saklama çabası içinde idiler. ‘‘Hâkimiyet milletindir’’ yazısını Millet Meclisi başkanlık kürsüsünün arkasına astıran Mustafa Kemal, olmuşbitmiş bir gerçeği dile getirmediğini elbette biliyor, bir özlemin gerçekleşmesi uğruna savaşıyordu. Egemenlik ulusun olmalı idi, egemenlik ulusun olacaktı. Nasıl başarılacaktı bu iş? İlkin düşmanı yenecek, yurt topraklarını yabancı çizmesi altında ezilmekten kurtaracaktık. Sonra egemenliğe sahip çıkan sanayi veonu ayakta tutmaya yarayan kuruluşları baştan aşağı yıkacaktık. Daha sonra ulus egemenliğinin vazgeçilmez şartı olan çağdaş uygarlık düzeyine doğru yola çıkacaktık. Topsuz, topraksız, dikensiz çalısız, rahat bir yol değildi bu yol. Yüzyıllar boyu ihmal edilmiş, yarı sömürge halinde inim inim inletilmiş halkı eğitmek, onu köstekleyen sosyal ve ekonomik zincirleri koparmak, ona kendi öz gücünün tadını tattırabilmek için gerekli atılımlara girişmek gerekiyordu. Beş yılda, on yılda, on beş yılda tamamlanır iş değildi bu. Türkiye’nin geri kalmışlıktan kurtulması, çağımız koşullarına ayak uydurabilmesi, ancak devrimci ilkeleri benimseyen, halka dönük iktidarlarla adım adım gerçekleşebilirdi. Ne yazık ki, Atatürk’ün ölümü üzerine, hele çok partili yaşama geçeli beri biz devrim yolundan saptık. Bir ara duraladık ve arkasından gerisin geriye gittikçe artan bir hızla yuvarlanmaya başladık. Atatürk’ün önderliği altında devrinin sol eğilimleri arasında sayılan ülkemiz, bugün sağa doğru koşuşan partilerin bir yarış alanı haline gelmiştir. DP, CHP’nin sağında yer almıştı. Millet Partisi DP’nin, Adalet Partisi Millet Partisi’nin de sağına kaydı. Şimdi ise yeni kurulan Milli Nizam Partisi Genel Başkanı Sayın Erbakan, Adalet Partisi’nin sola kaydığını iddia etmekte ve boş kaldığını varsaydığı sağ kanadı işletme amacıyla ortaya atıldığını söylemektedir. Partilerimizin genel durumuna şöyle bir baktığımız zaman, bunları sağ ayakları üzerinde seksek oynayan çocuklara benzetmemezlik edemeyiz. Kimi politikacılarımız hesabına belki pek yararlı olan bu oyunun, yurt çıkarları açısından hiç de iç açıcı olmadığını görmemeye imkân var mıdır? Ve bu oyun hep ‘‘Egemenlik ulusundur’’ parolası üzerine döndürülmek istenmektedir. 1920 yılında Mustafa Kemal’in kutsal bir ülkü olarak dört elle sarıldığı o temiz düşünce, bugün ticaret firmalarının reklam sloganı gibi anlamını yitirmiş; halka yürekten bağlı, halkı yükseltici değil, halktan uzak, halkı kandırıcı bir niteliğe bürünür olmuştur. Buna 1946 ruhu diyenler belki haklıdırlar. Ama neden saklayalım, biz 1920 ruhunun özlemini çekiyoruz. (Cumhuriyet 28 Ocak 1970) Duyuyor musun, kaç yıl oluyor, Yiğit göklerimizden, köpürmüş sularımızdan Sonsuzluğa civar olan vakti; İleri çalışmamızda, Sıcak uykularımızdan. Gün, henüz çok erken, Duyuyor musun ‘‘saat kaç’’ dediğini. Parlak ve kardeş ülkelere yönelmiş, Nesillerin kahraman hayatında Ölmediğini. Bir demdi hâlâ hatırlarım, Kelimei şahadetle ağır ağır, Vatan canla aziz idi, Varlığın bir sabah havasıyla dolmuştu göğsümüzde Uluslar büyük oğullarıyla soluk alır. Kim ölmemiş bir aşkın mevsiminde, Ne Leyla kalmış ne bahar, Ölüm bir bağışıdır insan kâinatların, Mademki geceler uzun, mademki gündüzler kopuk, Ölmeyen neye yarar? Görülmüş aydınlığınla birlikte, Sultanlardan başka bir sultan; Kol hakkı kadar hafif, Doğuya, batıya, Yaşamak köyler arkasından, Çarpılmış bütün ihtilalleri bütün devirlerin Cihangirane bir hırsın rüyalarıyla ahmak. Yalnız senin gözlerin mahrem yerlerde durmuş, Yalnız senin alnında İnsanın şerefi hak. Üzerine, muhabbetle parlar, Ağır karanlıklarda Altay yıldızları. Atatürk C Kucaklarında gizlice işledikleri bayrak Gülümser, ıraklardan Üzerine, esir ormanların kızları. Sen de öldün cihanı süsleyen bir bakışla Artık senin de servilerin tok, Ulu hikmetleri arasında aklın çaresiz, Sen de bir yön gibi kaldın, İsmin var, cismin yok. 15 Bir evliyasın ki yeni zamanlar ışığın, Bağlanır gönüller hürriyete sende. Pencerende uluslar görür birbirlerini Haşre kadar belki Çinden, belki Maçinden. Bir mum değil, bir insan yanar türbende. Artık fethedilemez, istilalarla, ateş ateş, Uzak ihtiyarlar nazlı tarlalarını eksin, artık hiçbir üstün insan gelmeyecek dünyamıza Sen üstün değilsin Atatürk, Gerçeksin. Verdiğin selamet genişledikçe asil, Dalgalanır, şafakla. Kişilerin talihi kaderinle büyüyor, Duyuyor musun seni yaşatıyoruz dost, düşman, İnanmakla. Duyuyor musun, yürüyor her şey. An, hâlâ o andır. Genç ellerimde hürriyet ve cesaret, Uzan, daha uzan dağlarıma, Ki senin fatihandır. FAZIL HÜSNÜ DAĞLARCA