Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ö Y K Ü Demirtaş Ceyhun Rüşvet Gürümüz öykücü ve romancılarından Demirtaş Ceyhun 1934 yılında Adana'da doğdu. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü'nü bitirdi. İlk öyküleri Yeni Ufuklar dergisinde yayımlanan Ceyhun, sanatının ilk dönemlerinde işlediği konulara bakış açısı, cinsel sorunları ve ruhsal durumları çözümleyiş yenilikleriyle dikkati çekti, sonra çağdaş içeriği ağır basan, toplumsal gerçeklerin kökenlerine yöneldi. öyle bir şeyi kesinlikle beklemiyordu o gun. Üctelik avukatı da böyle bir olasıltktan söz etmemişti sabah mahkemede. Bu kaçıncııı duruşma... Artık bıkmış. Usanmış. Kaç yıldır, bu birbirinin benzeri, tekdüze duruşmalardan öylesine umudunu kesmişti ki... Avukatı da aylar var ki şöyle doğru dürüst arayıp sormuyor, uğramıyor mu ne? vücuduna. Gerçekten de düşünmeden diz çöküverdi sininin başına, kaşığa sarıldı. Acele acele bir yudum aldı çorbadan, yutuverdi. Bir kaşık daha. Gene acele yuttu. Bir kaşık daha... Olanaksız. Üçüncü kaşık çorba, ağzında buyüdükçe büyüyordıı. Yutamıyordu bir türlü. Öte yandan midesi bulanıyordu, içi kabarıyordu. Neredeyse çıkardı çıkaracak... Baktı olacak gibi değil, daha fazla dayanamadı, fırladı evin arka avluya bakan pencerelerinden birinin önüne, tahta kepenkleri zor açtı ve böğürtüyle uzandı dışarıya. İçinde ne var ne yok kustu. İçi almıyordu... Böğürtüyu duyar duymaz, zaten yüreği tıp tıp, kulağı kirişte, öyle tetikte bekleyen karısı koştu geldi yukarıya ya, kapı içerden kilitlenmişti. Yığıldı kaldı kapının önüne. Bre kurban olduğuuuum... dedi, komşular da duysun istemediği için, usul usul. Neyin var? Helegadasını aldığuum, neyin var, de bir... Derdini demeyen derman bulabilir miymiş bre kurbaaan? Hele aç kapıyı... Yalvard., yakardı. Ama boşıına... Sabahı /or ettiler o gün. Işıkları da yakamadılar. Karanlıkta birer köşeye büzüşüp, tor top oldular, sabahı beklediler. Sabah olsun, hayır olsun inşallah... Gerçekten de daha şafakta, büzuldükleri yerlerde artık içleri geçmiş gitmişken birden onun sesine irkilip uyandılaı, kendilerine geldiler. Sabah erkenden kalkmış, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş, ayağında İngiliz kıımaşından külot pantolunu, yeleği, ipek gömleği, gerçekten tiril tiril, sofraya çıkmış, bar bar bağırıyordu. Atım!.. diyordu. Tez hazırlayın atımı!.. diyordu. Bir telaş, bir koşuşma, kaşla göz arasında lıa/ırlamverdi soylu arap kısrak. Taş tnerdivenlerin önunegetirildi. Hışımla indi merdivenlerden. Daha son basamakta, ayağının tekini üzengiye soktuğu gibi yekindi oturdu eyere ve atın karnını tepikledi. Bir anda, to/u dumana katarak, gözden yitti gitti. Nereye gidiyordu? Niçin gidiyordu? Kimse sormaya bile cesaret edemedi. Daha sabahın köründe bir dişçinin kapısına dayandı. Sok, dedi. Dişlerimin hepsini sök! Anlamadım? Sabah sabah sol yanından mı kalktın yoksa ağam? Tovbe... Sağlam diş çekilir miymiş bre? Bu dişlerin hepsi sapasağlam. Ne laf anlamaz adammışsın yahu! Sana sök derim. Yoksa tanımadın mı beni? Seni tanımamak ne mümkün ağam... Bütün yöre iyi tanır seni. öyleyse sök derim. Bütün dişlerimi sök derim sana!.. Bağışla beni ağam. Tövbe, yapamam vallahi. Sağlam dişi nasıl çekerim? Diplomamdan mı etmek istersin yoksa beni ağam? Tövbe. Tövbe vallahi. Niyetin sabah sabah beni mi sınamak yoksa ağam? Hııı? Lâ havle velâ kuvvete illa billa... Adamın Nuh deyip peygamber demeyeceğine aklı iyice yattıgı jçin, çaresiz geldiği gibi öfkeyle çıkıp gitmişti. Bütün gün bir bir gezdi dişçilerin hepsini. Ama kimse çekmek istemiyordu, herkes başka bahane buluyordu. Sonuçta zar zor razı edebildi+ıirini. Ulan kime neeee? Kim karışabilirmiş bana bre? Diş benim değil mi? Ağız benim değil mi? Yazzık ağam, vallahi yazzık... Sapasağlam dişler... Ulan çek!.. Sana neee?.. B Gene dalmış gitmişti ıvır zıvır anılara. Meğer duruşnıa bitmiş. Askerler, sanıkları tekrardan /incirlerle bağlamak üzereydiler. Birden nasıl oldu? Avukat, ilerden koştu geldi, Uzerinc atıldı, boynuna sarıldı, yanaklarından şapur şupur opmeye başladı. Geçnıiş olsun ağam, diyordu bir yandan da çığlık çığlığa. Haydi, gözümüz aydın, geçmiş olsun artık! Efendim? Anlamadım? Gozumüz aydın ağam, gözümuz aydın!.. Tahliye olduk!.. Anlamadım. Tahliye mi olduk? Tahliye olduk yaaa!.. Tahliye olduk artık. Artık serbestiz! Avukatın gözlerine şöyle bir an, kuşkulu kuşkulu baktı ağa. Bir türlü anlamlandıramıyordu duyduklarını. Niçin dedi sonra da öfkeyle. Niçin tahliye ettiler bizi? Niçini miçini var mı sen de ağam, Allah aşkına... Niçin tutuklamışlardı ki? Niçin tutukladıklarını biliyorlar mı ki niçin bıraktıklarını bilebilsinler? Sen de... Ama niçin? Ne garip... Tahliye olacağını duyduğu an ne çok sevineceğini sanırdı oysa. Ama şimdi... Tıpkı ilk günkü gibi... Tıpkı ilk tutuklandığı gunkügibi. Beyninin içini, bir burgu gibi habire oyup duruyor aynı soru: Niçin? Niçin? Niçin? tnsan, aradan geçen bunca yıldan sonra bunca olan bitenden sonra tutuklandığı o ilk güne, sanki hiçbir şey olmamış gibi tekrardan geri dönebilir miymiş gerçekten? Tahliye olurken, her şeyini alıp da mı çıkarmış dışarıya? Hıh... Her şey öylesine anlamsızdı ki şu an... Tahliye olmak bile... lşlemler tamamlanmış. Yazılmış. Çizilmiş. Kayıt defterinden düşülmüş. Zimmet defterinden düşülmüş. Niçin? Hep niçin? Niçin? Niçin? Sanki bir duş görüyordu. Ya da yıllar boyu düşlemenin doğal sanrısıydı belki de bu... Önde bir davul bir zurna, iki çingene. Ardında atlar, arabalar, faytonlar, yaylılar... Hısım akraba, konu komşu, dost arkadaş, kimi atına atlamış, kimi arabasını koşmuş... İki yanında soylu arap atlarına kurulmuş, çevre aşiretlerin ağaları, beyleri... Say ki bir düğün alayı. Tozu dumana katarak, ala ala heylerle dörtnala köye gidiyorlardı. Ne zaman haber almış bunca insan, Yarabbi? Oysa artık duruşmalara bile ayıp olmasın diye nöbetleşe, şoyle bir uğruyordu çoğu hısım akraba. Hapishaneden artık anca cesedinin çıkacağından hiç kuşkuları yoktu çunku. Niçin? Öyleyse bütün bunlar niçin? Niçin? Niçin? Tıpkı bir düşteymiş gibi dalmış gitmişken, birden nasıl oldu? Tanıdık bir sesin uyarısıyla mı? Yoksa iki yandan akıp giden bu bildik yoksul görüntülerin bilincine varmanın çağrıştırmasıyla mı? Bu düşsel yanılgıdan sıyrılıverdi, öfkeyle fırladı ayağa. Arabacının elinden dizgini kaptığı gibi kastı, faytonu durdurdu. Yeteeeeer!.. diye bağırdı. Yeter be!.. Neyin sevinci bu? Ne bayramını kutluyorsunuz böyle? Ne şenliği bu? Kesin!.. Sonra da yorgun, bitik, çöküverdi koltuğa, buzüldü kaldı. Kendisini hâlâ eski kendisi mi sanıyorlardı ne? Davul zurna susunca, kalabalık da beş on dakika içinde kendiliğinden dağılıvermişti ho sizce girildi köye. Eve varılır varılmaz da daha avluda, merdivenin başında durdu. Konuklara yüzünü de dönüp bakmadan: Sağolun, dedi yarım ağız. Sırtımı değiştireceğim şimdı, artık kusura bakmazsınu. Sö/ü biter bitmez de taş merdivenleri hışımla, bir solukta çıktı. Odada da karısına: Bu gece kimseyi görecek, dinleyecek halim yok, anlaşıldı mı? Bu gece kafamı dinleyeceğim, dedi buyurur buyurur. Gerçekten de kimseyle görüşmedi. Ne karısının bir şeyler anlatmasına izin verdi. Ne hesap vermeyc hazırlanmış yarıcıları, marabaları, kâhyayı yanına kabul etti. Ne de kendisi bir şey sordu. Onca çok sevdiği çocuklarıyla bile ilgilenmedi. Hatta oğiunun niçin kendisini karşılamaya gelmediğini, şimdi nerede olduğunu bile sormadı. Geçmiş olsuna gelmek isteyen ağaları beyleri de özurler dileyerek, inceliklegeri çevirdi. Kapandı kaldı odaya. Kapıyı pencereyi sıkı sıkı örttü. Kimse akıl erdirememiş, bir anlam verememişti bütün bunlara. Ama fazla da üzerinde durmadılar, çekip gittiler birazdan. Ev halkı, ırgatlar, marabalar, uşaklar da olan biteni tam kavrayamadıklanndan sus pus çckilmişlerdi köşelerine. Karısı n~ yapacağını şaşırmış, öyie kalakalmıştı ortalıkta. Yemeğe de inmedi kocası. Çaresiz, bir siniye dizdi yemekleri, yukarı çıkardı, sessizce süzülüp odaya, yere bıraktı döndü. Gerçekten de öyle güzel kokuyordu ki hâlâ buğulanan bol kuru naneli yayla çorbası. Ama yenıeye de bir türlü karar veremiyordu... Acaba yese mi? Yiyebilir mi acaba? Ev yemeği bu, ev yemeği... Özel yapılmış... Bir odanın içinde sinirli sinirli dolanıyordu. Bir gelip dikiliyordu sininin başına. Karar vereoilmek olanaksız. Ama öte yandan da içindeki yemek yeme içtepisi artık öyle azgınlaşnııştı ki... Neredeyse istencine karşın vücudu kendiliğinden diz çoküverecek sininin başına. Ne garip... tnsanoğlu kendisine de tam egemen değil galiba. örneğin, şu an kendisi iştahına söz geçiremiyor. Acıkma diyemiyor