Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
KOKULU Tank Dursun K. azer'i (inanıyorum) sevmcyecekMniz. Göl miı, deniz mi o da farkında değildi. Hep kapalı olmanın hırçınhğındaydı. Hazer ustündeki vapurlara acıyacaksınız; buna da inanıyorum. Her biri, gerçek bir tutsaktı. Bir çılgın kısır dongüde hep aynı kıyılara, hep aynı iskelelere uğrayarak gidip gidip geliyorlardı. Havaalanından kente uzanan yol boyu çoraktı, ağaçsızdı; anıa bir başka orman, o uçsuz bucaksızlıkta alnıı> başını gitmişti. Kenı yokiıı; nerden bakarsanı/ bakın, onlarca, yüzlcrce, binlerce kuyıı görüyordunuz: Sessiz, kendi kendilerine çalışan kuyular.. Ku yular.. Kuyular... Hazer denizinin kıyıcığında bir avuçcuk yeri kente ayırmışlardı. Geri kalanı, yine peırol kuyularıydı. Kuyular Baku, Baku kuyular olmuşlu; öylesinc içli dışlıydılar. Kente iyice yukarılardan bakan bir tepeye çıktık, Neriman Nerimanov'un anıtı dihinden Baku'ya baktık. Işte liman, Izmir linıanıydı hte Halkapınar koyuydu, işte Alsan^ak ıı. Kıe Karşiyaka'ydı, işte... "Belı," dedi şair FikretGoca. "Yahşidanışirsen Haku. İzmir'i okşar." Anlamaz anlama/ baktığımı görünee; "Hele durasın," dedi telaşla. "Rusça danışayım da sana göçürsünler.." Dediği, "iyi dedin, Baku, lzmir'e benzer,"miş. Sonra sonra Azeri Türkçesine de alışırsınız. "Göçürmek" çevirmektir, "külek" rüzgâr, "yahşi" iyi, "gayda" kural, "jjorkem" de büyüktür. Kentin bir özelliği, Hazer'den esen yeliydi. Bir gün esiyor, bir gün duruyordu. "Göz Kal'ası" ya da "Gız Kal'ası" diye andıkları kaleyi yapmışlar da o yelin önünü almışlarmış. Yoksa o kaleden önce Baku oturulur kentlerden değilmiş; gelen kaçmış, giden kacmış. Şarabın adı şarap değil, "çakır"dı. Bakulular gece "çakır", gündüz de bardak bardak çay içiyorlardı. Bizde tiryakiler çayı ince belli, soylu ve küçilk bardaklarda içerler. Doğu Anadolu'muzda şekeri yanak altı edip kıtlama yaparlar. Azerbaycanlılann çay bardaklarını görseniz, korkardınız; zeballa bir şeydi. Üstelik altlıkları da bir o kadar korkutucuydu. Çay içirninde durları durakları yoktu. HAZER'DE SERİN ESER 'KÜLEK' H nı öderdik. "Sonra kitabı getirdiler, gösterdiler. Doğruydu; "lnce Memet'M, Kiril alfabesini ben bile oracıkta Türkçe söküp okuyuverdim.) Baku'yu hep petrol kokusu karışmış, bir iç denizi kokusuyla anımsayacağım. Kent kıyıları tertemizdi, denizin suları pırıl pırıldı; kendimi Karşıyaka'dan Bostanh'ya yüzümü çevirmiş bakıyorum sanıyordum. "Külek" esmiyorsa, Hazer'den hiçbir koku gelmiyordu. Yalnızca kentten doğru çıkıp ağır ağır üstünuze çöken ham petrolün kokusunu duyuyordunuz, o kadar. KENTLER: B A KÛ Baku kenti, "İzmir'i okşar": Kente yukarıdan bakıldıöında, adeta izmir'in Halkapınar koyunu, Alsancak'ı, Karşıyaka'yı görur gibi olursunıız. Solumuzdaki kıyı parkında Avcı Behram, elindc havaya kaldırdığı kocaman kılıcıyla bir masal ejderhasının hakkından gelmeye çalışıyordu. Allahın o sıcağında (mübarek, sanki tzmir sıcağıydı) bitmek tükenmek bilmeyen kuyular ormanının göbeğinden geçip yoz bir tepeye geldik. Tepe, iki başka tepeye karşıydı. Adlan Beyukdaş", "Kiçikdaş" ve "Clngirdag"dı. Üçüne birden "Gobustan" diyorlardı. Anlattıklarına göre (ben, doğrusu inanmadım), cevredekiler tsa'dan on millenia (bin yıllık dönem) öncesinin kalıntılarıymış. Kayalarla mağaraların kaya duvarları ilk insanların, atalarımızın resimleriyle doluydu. Av rcsimleri... öküz resimleri... Keçi resimleri... Kadınlar, erlvkler... Dans eden başka insanlar... Denizde ava çıkmış kayıklar... Kız kaçırma resimleri... Savaş resimleri... Ispanya'daki o mağarada bulunan ilk çağ insanından kalma resimler, Gobustan'ın kaya resimleri yanında ne denli güçsüz, görünce anlıyorsunuz. Kayalara kazınan resimler, gerçek naif resimlerdi; öylesine güzel ve albeniliydi. lnsanın ya^ama savaşının hikâyesini bir destan havasında bu resimlerde ve sırayla izliyordunuz. "Tanrıların Arabalan"nda Daniken, Gobustan'daki bu kaya resimlerinden kendince bin bir anlam çıkarıyordu. Bunları yapanlar, bizim dünyamızdan çok ba^ka dünyalardan gelen yaratıklann bize kalan izleriydi hepsi. Bir resimde insanlar toplaşmışlar; yaban bir hayvanı, elleri kolları havada, avazları çıktığınca bağırıp çağırarak Urküyor, bir yardan aşağıya yuvarlıyorlardı. O dönemde silah milah yoktu çunkü. Bir başka resimde, ellerinde mızraklarla kovalıyorlardı hayvanları. Bir başkasında ateş yakmışlar, av eti yiyorlatdı. Bir ötekinde "Gavaldaş"ı çahp ezgisinde oyun oynuyorlardı. "Gavaldaş", akıllara sezâ bir taştı. Yanm kanşlık bir boşluğa yaslanmıştı ve bir ikinci taşla vurdunuz mu, yankılı, kulağa gerçekten ho> gelen bir ses çıkarıyordu. Çevresi yüzlerce benzeri taşla doluydu ama tek ezgilenip yankılananı bu "Gavaldaş"tı. Azerileri sevecek'siniz. Kalender, cana yakın, lzmirliler gibi biraz ağır kanlı insanlardır. tnsan canlısıdırlar da. Konuksanız, Türkiye Türküyseniz onların "garındaş"ı oluverirseniz hemen. Yere göğe sığdırmazlar sizi. Türkçeyi Kiril alfabesiyle yazarlar. 1925 yılında (bizden bir yıl önce) latin harflerini kabul etmişlerdir, 1935'te bugün kullandıkları Kirli alfabesini almışlardır; Türkçeyi bu harflerle ya/arlar, okurlar. (Yola giderken Yaşar Kemal, Azerbaycan'da basılmış "tnce Memet"i için ilgilileri telif hakkı konusunda uyarmamı istcmişti. Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı konuştukiarımı ağzı bir karış açık dilendi, karşı çıktı. "Biz," dedi. "Garındaşmızın romanını çevirmedik ki. Göçürdük, o kadar. Çevirseydik, elbet telif hakkı Baku'da, yoğun ham petrol kokusu, içtiğiniz çayda,sofrasına çöktüğünüz ( 'kebaphana"da, her yerde hep slze eşllk eder. Ham petrol nasıl kokar, Baku'da tanıdım. Yapışkan, sıvışık, itici, alışması çok zor bir kokuydu bu. Içinize, üstünüze başınıza siniyordu. Mayıstı, sıcak artı yirmi derecenin üzerindeydi ve yoğun ham petrol kokusu; içtiğiniz çayda, sofrasına çöktüğünüz "kehaphana"da, bol biberli, domates soslu nar gibi kömür ateşinde pişmiş kebap etlerde, Fikret Goca'nın şiir defterinde, Yaşar Kcmal'in Türkçesi Kiril harfleriyle dizilip basılmış "İnce Memef'inde, bol yıldızh Baku göklerinin ılık gecelerinde, otel odanızda, tül perdelerde, yatağınızın bembeyaz çarşaflannda size eşlik ediyordu. "Külek" esmeye başladığında da pek bir şey değişmeyecek sanıyordum. Esti ve çok şey değişti oysa. Biz yine Hazer üstü bir yerde oturuyorduk. lkindi kente çöküyordu, ortalığı bir alacakaranlık sarmaya başlarnıştı. Onlara katılmış olmak için ben de siyah "çakır" içiyordum. Tadı bir hoştu, dil buruyordu. Fikret Goca; uzun, nerede noktalayacağını kendisinin de bildiğinden kuşku duyduğum sayfalar dolusu şiirlerinden birini (belki de tek bir şiirdi ve ben o şiiri, şiirler sanıyordum) okuyorken ansızın duruverdi. Bardağımı ağzıma götürmüşken ben de durdum. Diğerleri de durdular, kulak kesildiler. Hayır, buradaki kulak kesildiler sözü yanlıştı bence. Başka bir şey yaptılar; başlarını kaldırdılar, Yüzlerini yavaşçacık Hazer'in alacakaranlıkta artık görülmez olmuş çok uzak yakalarına döndürdUler ve derin derin havayı kokladılar. Tepemizdeki ışıklar tam o sırada yandı, yüzlerini daha açık seçik gördüm. lz sürmekten yorgun düşmüş, dinlenmeye yeni oturmuşken beklenmedik bir anda düşman kokusu almış Kızılderililer gibi hızlı hızlı soluyorlardı. Gözleri kısılmıştı. Bir şey bekliyorlardı mutlaka. Sonra yıizlerindeki gerginlik duruldu; gözleri eski gözleri oldular. "Külek", dedi Fikret Goca. "Garındaşım, külek çıktı, esiyor!" Nasıl izmir'i anımsamazdım şimdi? lmbat'ı da böyle beklemcz miydik? "Külek" esmeye başladı. Doğruca Hazer'den kopup geliyordu. Serindi; deniz, yosun yakamoz, safra ve çiğ balık kokuyordu. f Geldi, geldi ve üstümüze abanmış, o sıvışık, yapışkan, itici ham petrol kokusunu bir çırpıda alıp göturüverdi. Dünyamızın, Azerbaycan'ın ve Baku'nun var olduğunu o zaman anladım. U "Bell," dedi Flkret Goca, "Blzlm ıldızlarımız gündüz Hazer'dedlr, gece olup uykuları gelende göğe çeklllrler.1I I "Bizde böyledir ganndaşım" dedi Fikret Goca. "Biri gaydadır, ikisi fayda, üçü nes, dordıı bes... Oyle ki çıklın beşe, vur çıksın on besc!" Azi/ Nesin eski günlerinde olsaydı, yirmi beşe de çıkardı ya, ben üçüncüde pes ettim. Hazer uzerinde bir "çayhana"da oturmuştuk. Deniz, gündüz vakti yjkamozlanıyordu. Göstcrdim. Fikret Goca; "Beli," dedi çayını höpıırdeterek. "Bizim ıldızlarımız gündüz Hazer'dedir, gece olup Azerbaycarîın başkenti Baku, Hazer denizi kıyısında eskl ve yeninin iç içe yaşadıjjı bir limandır. Hazer'in uykuları gelende göğe çekilirler." mavilikleri, Bakululara birçok olanak sunar. 11