27 Nisan 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

| i Pisistrat'm Olimpiyon'u (M.Ö.S30). omşumuz Yunanistan'ın başkenti Atina1 yı hep duyarız, ama pek bilmeyiz. Biraz .sapadır, Istanbul'u Avrupa'nın büyuk kentlerine bağlayan yollann üzerinde olmadığı gibi Anadolu kentlerine de yakın değildir. Ama ilginç bir kenttir Atina, bir Akdeniz kenti olmanın ötesinde, Anadolu'dan gelen göçmenlerin yerleştiği bir göçmen kenti özelliği de taşır. Dilerseniz hep birlikte Likavitos tepesinden şöyle bir bakalım Atina'ya: Uzun, upuzun, birbirini dikey kesen sokaklar. Geniş caddeler, aJanlar... Ağaçsız, bembeyaz bir kent. Aşağıda, yüzlerce metre derinde genişleyip yayılan kocaman bir meduza gibi. Karşıda dağlar ve uzakta, yaz göğünün altında denizin maviliği. "Ulkemde denizi göriirsen sakın şaşırma" diyor Unlü bir Yunan şairi. Ne var ki, bulunduğumuz tepeye dek ulaşmıyor kokusu. Pire Limanı'nırı dar sokaklannda, birbirinin üzerine •D K Atina bir kent. Aşağıda birbirini dikey kesen sokaklar ıssız. Sarı boyalı troleybüsler, arabalar, otobüsler alacalı bulacalı bir karmaşada, bulunduğumuz tepeye ulaşıncaya dek boşlukta dağılıp azalan sinir bozucu bir uğultuda akıp gidiyorlar caddeler boyunca. Alanlar vıplak, parklarda selviler uzun. Petrolana, Kolokintu, Pankrati, KuDonia... Sonra kentın kenar ma lar, yakınlığın, aynı gövdede bütünleşip bir olmanın hazzında, mumlann titrek aleviyle aydınlanan boşlukta eriyip gitmişlerdi. Meryem'in uzun kollu mavı gıysisinden, Isa'nın pembe teninden silik bir renk karmaşası kalmıştı geriye. Yoktular. Bakışları, elleri ve yüzleri vardı, ama kendileri yoktu. Bu dünyadan değildıler. Ikonun üst kösesinde "Tannnuı Anası" yazılıydı. Rumca harflerin yanı sıra kuşlar uçuyordu. Ardıç kuşlan, belki kırlangıçlar. Belki de gerçekte olmayan, hiç kimsenin görmedigi, göremeyeceği kuşlar. Yanda, bir başka ikonun üzerinde de gördüm lsa'yı. Bu kez Meryem'in kucağında değil, çarmıhta tek başınaydı. fki yana açılmış ipince koilanyla göğe yükseliyordu sanki. Başı yana düşmüş, gözleri kapanmıştı. Çıplak gövdesi bir işkence odasında acıya dayanıyormuş gibi gergindi. Tek tük ağaçlar, çölde kurulmuş bir kentin surları vardı geride. Gök sarıydı. Meryem, oğlunun ayaklarına kapanmış ağlıyordu. I 1 5 Avrupa'dan gelen bisküvi Osmanlı Maliye Nazırlarından Cavit Bey, Ankara Hapishanesi'nde yatarken sabah kahvaltılarında Avrupa bisküvileri bulamadığından yakınır. O dönemde çörek, börek yapıyormuşuz, ama anlaşılan bisküviyi kıvıramıyormuşuz. Ankara bozkırında , o yıllarda, Cavit Beyden başka Avrupa bisküvisi bulamadığından yakınan yoktur. Belki o da, mektupları sansür ediliyor, okunuyor ya, okuyanlarla alay etmek için bisküvi yakarışında bulunmuş olabilir, belki de aiışkanlığından. Lüks ithalat modası çıkalı beri Avrupa'nın her türlü peyniri, jambonu, sucuğu, salamı da gelmeye başladı. Muz dahi ithal etmedik mi? Bisküvi fabrikalarımızın bol olduğunu, Avrupa'yı aratmayacak özellikte bisküvller yaptığımızı sanırdım. En büyük kâr da zaten bu maddelerde varmış. Al unu, şekerle, biraz yağla kar, göster ateşe, sat birkaç katına... Bir bisküvi fabrikasında çalışan tanıdığım böyle derdl. Bisküvi endüstrimizin Avrupa ayarında olduğunu söylerlerdi, ama görüyoruz ki Avrupa'dan bisküvi ithaline başlamışız. Danimarka'da "Royal Densk" adlı tereyağlı bir bisküvi yapılıyormuş. Bir fırma ilk ağızda 15 milyon lıra değerinde 600 koli "Royal Dansk" ithal edivermiş. Bir de bakmışlar ki 600 koli piyasada hemen erimiş. Şimdi yenisini getirteceklermış. İthal eden firmanın sorumlusu bıle bu alışverişe şaşmış. Şaşkınlığını şöyle dile getiriyor: "Bisküvinin kilosunu biz 6 bin llradan sattık. Bizimkl toptandı. Perakende olarak kaçtan satılır bilmem. Yalnız Türklye'ye ne getirsen satılıyor Bizim Turkiye'de kalıteli bisküvi bulunmuyor diye bir iddiamız yok. Bizim bisküviler de ithal edilenden aşağı kalmaz. Hatta daha lyısını bile yapabilirler. Ne yapalım ki İthal ettiğimizde hemen rağbet görüyor ve alıyorlar. Ikinci partı olarak bir TIR dolusu getirteceğiz. Satacağımıza da güveniyoruz." Gençlığımızde, Atatürk ilkelerinden biri olarak bir "yerli malı seferberliği" vardı. O dönemde hangi atılımda bulunacaksak bunun adına "seferberlik" denirdi. Yazı seferberliği, spor (beden eğıtimi) seferberliği bunlar arasındaydı. Bir malın yerlisi varsa, yabancısı ithal edilmezdi. Sanırım bütün bunlar özel fabrikacılığımızı, özel sermayecillğimizi özendirmek için yapılırdı. Fabrikacılarımız da, sermayecilerimız de böyle kalkınabilirlerdi. O dönemden bu yana halkımız uzun yıllar yerli malı dışında yemedi de. giymedi de. Böylece sermaye blriklmi oldu. Bugün piyasaya egemen olan sanayicilerimiz. halkımızın böylesine bir özverisi lle gelişmişlerdir. Ikinci Dünya Savaşı sıkıntıları da halkımızın sırtına yüklenmiş, sermayecilerimizi gönendirmiştir. Bu cumhuriyet zenginlerine, demokrasi ve askeri rejimler zenginlerini de eklerseniz, hayli yol aldığımızı görürsünüz. Şimdiye degin gelen yönetimlerin birçok kişiyi zengin ettiğini gördük, ama bunların içinde en şımarığı ve görgüsüzü yeni yönetimin gözettikleridir. Para düstükçe şişindiler, şişindikçe kendi paralarını pula çevirip, dolara yüklendiler. uylesine doydular kl, fabrlka da, sermaye de umuriannda bile degil! Kendi ürettiklerini de yemiyorlar, kendi ürettiklerini de giymiyorlar Yönetimin başında bulunanların hısım ve akrabası yabancı giysi satan dükkânlar açmıyoriar mı? Zeus Tapmağı. halleleri: Nea Smirniya, Nea lyonia... Yani Yenı lzmır, Yenı lyonya, 1922'de buraya gelen Anadolu göçmenlerinin kurdukları yoksul mahalleler. Birçok kez gittim Atina'ya. Köhne, rüzgârsız işçi kahvelcrinde otur duğum da oldu, Vulyakmeni'de, Astir Palas'ın yüzme havuzunda serinlediğim de. Ama Atina'da en çok ilgimi çeken Partenon değil, bir küçük kiliseydi. Bir ağustos günü, Syntagma alanından aşağıya inerken caddenin tam ortasında, yüksek yapıların arasına sıkışıp kaJmış eski bir Bizans kilisesi çıktı karşıma. Çatısı kırmızı kiremitlerle örtülü küçük bir kiliseydi bu. Bir dükkân ya da evden farksız. Yaşadığımu dünyarun, günlük sevinç ve acılanmızın bir parçası gibiydi. içeri girdiğimde mumlar yanıyordu. Tam karşıda Meryem'i gördüm. Isa, kollannda büzülmüş küçük bir çocuktu. Annesinin boynuna sarılmış, yanağını yanağına yapıştırmıştı. Basık tavanlı kilisenin loşluğunda birbirlerine sokulmuş Erekteion 'da Karyaditler. abanmış apartmanların arasında yitıp gidiyor, uzaktan görünen. ama kendını hiçbir zaman ele vermeyen koyu mavi rengiyle kamtlıyor varlığını. Atina deniz kıyısında, yosun kokusundan uzak bir kent. Tam deniz kıyısında da sayılmaz. Biraz içeride, tepelerin yamacına kurulmuş, inişli çıkışlı sokaklannda, sıcakta asfaltı eriyen caddelerinde denizi çağnştıran hiçbir işaretin bulunmadığı, bozkırda yalnız bir ağaç gibi kuruyan, kurudukça da içine kapanan, tentelerinin, balkonlarının, boyalı pancurlannın, hatta serin sofalannın berisindeki dar odalara çekilen Apter Zafer Tapmağı. Her iki ikonun da lstanbul'daki bir kiliseden geldiğını sonradan öğrcndim. Ve nedense, mutlulukla acıyı, sevgiyle nefreti, yaşamla ölümü çağnştıran bu ikonalar yer etti belleğimde. Atina, benım için biraz da, karşıt duyguların, celişkılerın kentidir. Eski Yunan mıtolojısinde bu kenti savas Tannçası Atina'nın kurduğu anlatılır. Atina, Partenon'a bir zeytin ağaa dikmiş. Bugün bizlere, yanı Yunan ve Türk halklanna düşen, savaşın yerine barışı kurmak. Bunun içinse zeytin ağacını birlikte sulamamız gerekiyor. D • 21
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle