Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Ö NCE S AĞLIK ? Dr. Cem SUNGUR Cumhuriyet Ankara 221/26 Eylül 2008 SözdeAcilServisteZorunluNöbet S İç Hastalıkları Profesörü Nefrolog ekreterinin meraklı bakışları altında yarım saat kadar bekletildikten sonra odasına girdiğimde başhekimle ilk kez karşılaştım. Beyaz önlüklü, orta yaşın üst sınırındaki başhekimin arkası bana dönüktü ve bir hastayı muayene ediyordu. Durumda bir gariplik seziyordum ama ne olduğunu fark etmem birkaç dakikamı aldı. Hastanın giysileri sırtını açıkta bırakacak şekilde sıyrılmıştı, derin derin nefes alıyordu ve başhekim de sırtını dinliyordu. Daha doğrusu dinler gibi yapıyordu. Steteskopunun sesleri ileten ucu doğru yerdeydi ama başhekim kulaklıklarını takmamıştı, kulaklıklar boynunda asılı olarak duruyordu. Toy bir doktor olarak az kaldı duruma müdahale edecektim. İçimden gelen bir ses beni durdurdu. Göstermelik muayene bittikten ve hasta ayrıldıktan sonra bana dönerek kısaca görevlerimi anımsattı. Mecburi hizmet sonucu hastaneye gelen pratisyen hekimlerden birisiydim. Beni görevlendirildiğim, şehrin daha merkezi bölgesindeki görevimden almış ve şehrin en fakir mahallesindeki dispanserde görevlendirmişti. Bu konuda hiçbir itirazım olmadı. Ama hemen arkasından ekledi; dispanserdeki poliklinik hizmetlerime ek olarak görev sırası geldikçe merkez hastanesindeki acil serviste nöbet tutacaktım. Bu sefer itiraz ettim; “ben pratisyen hekimim ve görev tanımımda acil servis nöbeti yok” diyecek oldum. Başhekimin yüz ifadesi değişti; beni merkeze 90 kilometre uzaktaki ilçe dispanserinde görevlendirebileceğini ve böylece acil servis nöbeti tutmama gerek kalmayacağını söyledi. Mesaj oldukça açıktı ve merkezde kalmayı yeğ tutuyorsam acil nöbetlerini de sineye çekecektim. ‘HER GÜN 100 HASTA’ Dispanserdeki dahiliye polikliniğine “oturtulan” bir pratisyen doktor olarak oldukça yüklü bir programım vardı. Dispanser kuralları gereğince, her gün yüz erişkin hasta görmem gerekiyordu. Çalışanlar, emekli olmuşlar, çalışanların ve emeklilerin aileleri bu yüz muayenelik kotayı hemen her gün dolduruyordu. Derken başhekimlikten gelen bir yazı ile ilk acil servis nöbetim için görevlendirildim. Nöbet 16.00’da devralınıyordu ve sabaha kadar devam ediyordu, ertesi sabah da tekrar dispanserdeki görevimin başında olmam gerekiyordu. Başka bir deyişle kesintisiz olarak 36 saat çalışacaktım. Acil servise nöbete gittiğimde bambaşka bir gerçekle karşılaştım. Hastane bölge hastanesi niteliğindeydi, yani sadece o ile değil çevre illere de hizmet vermesi gerekiyordu. Yatak kapasitesi 400’e yakındı. Bütün hastanede sadece bir uzman nöbete kalıyordu ve başhekime vekalet ediyordu. Diğer bir deyişle bürokratik işlemler için yetki kullanıyordu, hekimlik hizmetleri ile ilgili bir işlev üstlenmiyordu. Acil servis nöbet kadrosunu öğrendiğimde şaşkınlığım daha da arttı. Benim dışımda sadece bir hemşire ve bir de görevli nöbete kalıyordu. Acil servisteki ilk iki hastamı çok net bir şekilde anımsıyorum. İlki belediyede geçici işçi olarak çalışan bir gençti. Sokak lambalarının ampullerini değiştirirken, onu yukarıya kaldıran vinçten düşmüş ve kafasını çarpmıştı. Hiçbir şey anımsamıyordu ve bu oldukça kaygı verici bir durumdu. Şansım yaver gitti ve kapıdan çıkmakta olan beyin cerrahını yoldan çevirip yardım istedim. İkinci hasta ise komşu ilden getirilmiş olan genç bir kadındı. Şoktaydı ve soğuk soğuk terliyordu. İneğini sağarken ineğin karnının sol tarafına çifte attığını öğrendim, karnı tahta gibiydi. Dalağının yırtıldığına ve karnının içinde kanama olduğuna karar vermek zor olmadı. Yarım saat içinde genel cerrah gelmiş ve hastayı ameliyata almıştı. Bu olumlu başlangıç beni mutlu etmişti, öğrendiklerimi uygulamaktan ve insanlara yardımcı olmaktan ötürü kıvançlıydım. Ama tedirginliğim geçmemişti. ‘ADETA HASTA YAĞIYORDU’ Kısa bir süre sonra kaygılanmakta ne kadar haklı olduğumu anladım. Havalandırması olmayan ve sıcaklığın 40 dereceyi bulduğu acil servis dolup taşmaya başlamıştı. Vardiyalı çalışan ve vardiya sırasında hastalanan veya yaralanan işçiler önemli bir hasta grubunu oluşturuyordu. Göz yaralanmaları, toplu zehirlenmeler, yanıklar, düşme sonucu oluşan kırıklar, makinelerin kopardığı parmaklar ve kollar, iş yemeğinden kaynaklanan ishaller en sık karşılaşılan sorunlardı. Sancıları başladığı için yola çıkan birçok gebe taksilerin veya özel otoların içinde acil servise getiriliyordu. Çoğu kez doğum yolda gerçekleşmiş oluyordu. Bebeklerin göbeklerini araçların içinde kesmek, bebekleri ve anneleri ebelere teslim etmek gerekiyordu. Acil servis görevlisi ufak tefek kesiklere dikiş atmaya çalışıyor, yetersiz kaldığı durumlarda ameliyat hemşireleri devreye giriyordu. Her yaştan hasta adeta yağıyordu. Ateşlenen, havale geçiren, ishal nedeniyle susuz kalmış, zatürre geçirmekte olan veya fıtıkları boğulmuş olan bebekler ilgi bekliyordu. İleri yaş grubundan olup nefes darlığı çeken, prostat nedeniyle idrarını yapamayan veya inme geçirmekte olan hastalar, birkaç yakınları ile birlikte acil servisteki üç kişilik ekibin kendilerine de ilgi göstermesi için arada bir sesleniyordu. Sarhoşlar ortalığı karıştırıyor, mahalle veya aile kavgaları sonucu geliş miş olan darplar ve yaralanmalar, adli boyutları ile daha farklı bir iş yükü oluşturuyordu. Aniden ölenler, kalp krizi geçirenler, kan basıncı çok yükselen ve beyin kanaması geçiren hastalara da ivedi olarak tedavi başlanıp yatırılmaları gerekiyordu. Bazen de trafik kazası sonucu hayatını kaybeden, ağır yaralanan hastaları getiren ambulansla birlikte gelen bir yerel basın muhabiri acil servis içinde fotoğraf çekmeye çalışıyordu. ‘ACİL SERVİS DEĞİL AFET MERKEZİ’ Acil servis bu haliyle, her an bir can pazarının yaşandığı büyük bir afet merkezine benziyordu. Hastalar zamanında ve hızlı bir şekilde uygulanacak tedavilerle hayatlarının kurtarılması için başvuruyorlardı. Her yaştan ve cinsiyetten insan, yardım, ilgi ve tedavi bekliyordu. Hastanedeki uzman sadece bürokratik işlerle uğraşıyor, icapçı olarak nöbet tutan uzmanlar ise sadece “gerektiğinde” gelmek istiyorlardı. Acil serviste görevli olan üç kişilik grup için bu yoğun etkileşim aslında bir bölge hastanesinde değil savaş koşullarında bir sahra hastanesinde yaşanabilecek nitelikteydi. Bu kadar az olanakla bu kadar fazla sorumluluk üstlenmek son derece olumsuz ve yıpratıcı bir deneyimdi. Ama asıl önemlisi kendilerinin veya sevdiklerinin sağlık sorunlarını çözmek ve hayatlarını kurtarmak için bir hastanenin acil servisine başvuranların, aldıkları hizmetin yetersizliğiydi. Ortalıkta bir sağlık kuruluşu görünümü vardı ama birçok yönüyle, başhekimin muayenesi gibi, sanal nitelikteydi. 20