02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 8 Devri âlem Feyzİ Açıkalın Turistin ne denli para harcadığı ile eşdeğer bir anlayışla olmaz bu işler! ‘Nitelikli turizm’ mi demiştiniz? 19AĞUSTOS 2018, PAZAR çY?ea?kk?iı?mn Bülent vArdar ‘Şeytan’ın da ‘yerlisi’ makbul! Siccin 5 Son yılların kötü giden turizm sezonları, tur operatörleri ile olan pazarlıkta el zayıflatmıştı. Nitekim turizm pastasının, hiç olmazsa tabaktaki kalıntılarını tırtıklayabilmek için fiyat indirimine gidilince, sorunun “nicelik” kısmı halloldu. Niceliğin yani bir anlamda “çokluğun” beklenen yararı getirmediği görülünce, bu kez “nitelik” tartışılır oldu. Turizm bakanından başlayarak her turizm önde gideni artık nitelikli turiste yönelmenin gerekliliğinden dem vurmaya başladılar. Sıradanlığın, vasatlığın amentü kabul edildiği bir ülkede… Ayağını denize sokmamışların, “Turist bundan hoşlanır” diyerek tapon, merdiven altı arzı dayattığı bir coğrafyada… Akdenizli olmamaya yeminlilerin göçüyle şekillenmiş kıyı yerleşimlerinde… Nitelik kelimesi aslında turizm esnaf jargonundaki “kaliteli”nin zarif söylenişidir. Nitelik, onun geleneksel tanımını edinmişlerin, ziyaret ettikleri yörede bu davranışları hangi ölçekte sürdürdüğü ile ölçülmez. Nitelik ya da kalite, basitçe turistin ne denli para harcadığı ile eşdeğerdir. Turist, ‘düşman’ olunca! Tanımların nasıl yorumlandığından bağımsız olarak, turizmden gelir elde etmeyi bekleyen her kesimin, başta esnaf olmak üzere Batılı turiste gereksinimi vardı. Ve de o turist, siyasi iktidarın ince iktidar hesapları içinde “düşman olunması gereken(!)” Batı Avrupalıydı. Yoğunluklu top ateşine tutulan, sövülüp, hakaret edilen strateji oyunu düşmanı Batılı, ete kemiğe bürünüp turist olarak ülkemizi tercih etmeyince, bu kez ehveni şerlere başvuruldu. Onlar, asgari ücretli Rus devletler topluluğu bireyleri, Ortadoğulular ve dahi özbeöz Anadolululardı. Devletin sektörün içinden atadığı bakan aracılığıyla yeni modeller arayışına giren turizmde, ne yazık ki tanımlar hâlâ toptancı anlayışla yapılıyor. Slogana indirgenmiş çözüm modelleri sanki Türkiye’nin her yöresine uygunmuş gibi dağıtıma giriyor. Karartma kıyıları Nasıl Karadeniz bölgesi Ortadoğu yoğunluklu, Kapadokya (ne yazık ki, artık!) Çin ve Malezya kökenli konuk alıyorsa, aynı kaba konmak istenen Bu tür turizm içinde ilginç çelişkiler de barındırır. Ana cadde kaldırımında, kadınların kara çarşaflı erkeklerin ise parmak arası terlik ve şortla dolaştığı bir grubun, alışverişe bikini ile çıkmış Slav güzeli ile çarpışması an meselesidir. Akdeniz kıyı yerleşimleri de aslında ayrı telden çalıyor. Belek, Kundu gibi özel tahsis alanlarındaki, yörenin yerleşiklerine dokunmayan, steril (!) tesisler; Fethiye, Alanya gibi içinde yaşamın olduğu şehirlerden çok daha başka planlama gerektiriyor. Seçimlerde, aynı Amsterdam’ın “Red Light District”i gibi kırmızı alanlarla belirtilip, zaman içinde kapkara olması için özel planlar üretilen kıyı turizm yerleşimleri konumuz… Göç ettiği Anadolu topraklarındaki yaşantısını sürdürmekle kalmayıp, bir şekilde hemhal olduğu turizme alışkanlıklarını da yansıtan insanımızın; ve bilfiil o turizm şehrinin kırsalından merkeze bir plan gereğince taşınmış lümpen proleterin şekillendirdiği ya da hizmet verdiği turizmden bahsediyoruz. Bu tür turizm içinde ilginç çelişkiler de barındırır. Ana cadde kaldırımında, kadınların kara çarşaflı (türban değil) erkeklerin ise parmak arası terlik ve şortla seğirttiği bir Ortadoğu kökenli grubun, alışverişe bikini ile çıkmış Slav güzeli ile çarpışması an meselesidir. Türbanlı servis vs. ‘mini’li servis Şehir halkı ya da yöneticisi, “modifiye şahin” arabalarına binerek şehre gelip, tatil beldesine uygun olmayan davranış sergileyen eril grubu eleştirir. Diğer yandan, Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş küçük esnaf, anılan grup ile alışveriş ölçeğinde buluştuğunda kendi “milli ve yerli turizmini” yarattığını zannedip gurur duyar. Geliri arttığı ölçüde, dövize bağımlı olmadığı iddiasını dillendirir. En ilginci arabalarının kaporta ya da camlarında Reisçi, muhafazakâr, Müslüman, milliyetçi Türk ibareleri taşıyan yabancı plakalı arabalılardır. Kolları dövmeli, kispet şortlu bu delikanlılar sabaha karşı gittikleri bir eğlence yerinde Türklere hakaret ettikleri gerekçesiyle yabancılarla kavgalar çıkarıp, bir de üstüne ajitasyon yaparak âleme ders verirler. Caddenin bir yanında türbanlı genç kızların servis verdiği kafeler yer alırken, hemen karşısındaki kaldırımda, elinde mönüleriyle süper mini şortlu genç kızlar bir başka profile hizmet vermeye hazırdır. Meşrubat cirolarının alkollü içki satışlarını geçtiği, alkolsüz hizmet verdiğini tam sayfa ilanla belirtmek durumunda kalan işletmelerin var olduğu şehrin önceliği, artık nitelikli turist değildir. Ezcümle; nitelikli, kaliteli ya da üst gelir grubu turiste hizmet etmek, başta eleştirdiğimiz bakanlık uygulamasının aksine, içinde turizm yapılan şehirlerde topyekun bir anlayışı gerektirir. Şehrin sahip olduğu değerleri koruyan, hizmet sunarken popüler kültürü değil geleneksel olanını tercih eden, turistin bir gelir kapısı olması yanında, başka halklarla etkileşim zenginliği getireceğini de hesap eden düşünce kendiliğinden o aranan “yükselmeyi” de getirecektir… İnsanın yerleşik hayata geçmesiyle çıktı ortaya Kumbaranın tarihi Popüler tarih Herkesin mutlaka kumbara ile bir anısı vardır. Kimimiz bankaların dağıttığı o klasik tiplerdeki kumbaraları görünce çocukluğumuza döneriz, kimimiz de içinden cımbızla para çekmeye çalıştığımız günleri hatırlar, tebessüm ederiz. Günlük yaşamda kullandığımız her şey gibi tabii ki, kumbaranın da bir tarihi var ve M.Ö. 2. yüzyıldaki Antik Yunan yaşamına kadar dayanıyor. Hatta en eski buluntulardan biri Aydın'ın Söke ilçesindeki Priene antik kentinden çıkmış. Farklı kültürlerde rastlanan farklı tasarımlar arasında bazı istisnalar olsa da arkeolojik kazılarda genelde pişmiş topraktan yapılmış kumbara tipleriyle karşılaşılıyor. Bu nedenle çok kültürde kumbara “ateş kutusu” olarak anılmış. İlginçtir, kumbaranın bir başka yaygın adı da tarihsel süreç içinde “domuz kutusu” olmuş. Aslında bunun da pişmiş topraktan yapılmasıyla ilgisi var; çünkü seramiğin közden çıkarıldığındaki hali geçkin bir portakala benzediği için, tüm ortaçağ boyunca bu ton, domuz rengi olarak adlandırılmış. ‘Bankayı kırmak’ Gerek ateş gerekse de domuz kutusu olarak bilinen kumbaralar, bankanın olmadığı, yüzyıllar öncesinde de, insanların birikimleri ve ufak tefek değerli eşyaları için ilk akla gelen korunaklı yer olmuş. İçine para atılacak bir küçük deliği dışında açılma mekanizması olmayan bu kumbara tiplerinin gerektiğinde boşaltılması için kırılması gerekiyormuş. İşte, o günlerden kalan, bu toprak kabın kırılarak içindeki paranın alınması işlemi, yani günümüz İngilizcesindeki "breaking bank" tabiri, bizdeki "kesenin ağzını açmak" gibi bir anlam ifade ediyor ve hâlâ yaygın olarak da kullanılıyor.   Sanayi devrimiyle birlikte, yeni bir yaşam umuduyla büyük yerleşkelere akın eden köylüler için, Doğu Java’dan, 15. yüzyıla tarihlenen domuz şeklindeki kumbara (solda). Kelt kültürüne ait pişmiş topraktan yapılma kumbara (sağda). zor koşullardaki yaşam şartlarına rağmen yeni fırsatlar, yaratıcılık ve girişimcilik gibi yeni kavramlar ortaya çıkmış. Tabii ki şehir yaşamının yalnızlığı içinde büyük hayallerin küçük tasarruflar ile yakalanabileceği inancıyla birikim yapanlar için kumbaralar tekrar gözde olmuş.  Bankaların özellikle çocuklara hitaben tasarruf bilincini yaymak amacıyla, bizim bugün anladığımız anlamda kumbara dağıtması ise 1920'li yıllarda bir İngiliz bankasının girişimiyle olmuş.  Güvenli bir ortamda saklanan kilitli kumbara kutuları ile su damlalarının bir gün büyük bir göle dönüşebileceği savı bu yıllarda okullarda sık sık vurgulanmış ve kumbara o günden itibaren belki de dünyanın her yerinde çocuklarla özdeşleşmiş. Bu anlayışın kabul görmesi sonrasında da kumbaralar hep çocuklara yönelik olmuş, genelde ilgi çekici ve oyuncak formlarında tasarlanmış. Birinci Dünya Savaşı’nın etkisinin sürdüğü ve başta gıda ürünleri olmak üzere çok şeyin zor bulunduğu bu yıllarda kumbaralara atılacak para bulmak herhalde çok zordu. Savaşın bitmesiyle zorluklar bitmedi; bu defa da tüm dünya ekonomilerini derinden sarsan 1929 yılı ekonomik krizi kapıyı çaldı. İnsanların yaşama ve ayakta kalma mücade lesi birikimin önüne geçti ve gelecek güzel günlere olan beklentiler, kumbaraları boş bıraksa da herhalde umutsuz bırakmadı.  İngiltere’de başladı dünyaya yayıldı Büyük savaşın bitimi ve krizin sona ermesiyle birlikte İngiltere'den başlayan bankaların kumbara dağıtma sevdası çok kısa bir zaman içinde tüm dünya ülkelerine yayıldı ve çocuklara yönelik sevimli kumbara tasarımları dört bir yana dağıldı. Kumbara biriktirmek, koleksiyoncuları peşinden koşturduğu gibi aynı zamanda nesiller arası kurulan bir bağın simgesi de oluyor.  Kumbara denildiğinde artık herkesin aklına gelen klasikleşmiş modeller var. Kimi ev, sandık ya da araba şeklindeki kumbaraları hatırlıyor, kimi de farklı hayvan ve geometrik olarak tasarlanmış özgün tiplerini. Hangi tipi olursa olsun, kumbara çocukluğumuzu hatırlattığı gibi gelecek güzel günlere olan inancı da simgeliyor olmalı...  İrfan Yalın Korku sinemasının baş yapıtı Şeytan’dan (The Exorcist) 45 yıl sonra, onun lezzetine öykünmeye çalışan ve gerçek olaylardan esinlenerek yapılmış “yerli” bir film Siccin 5. Filmin başında Kayseri’de yaşanılan gerçek olaylardan esinlenildiği belirtiliyor. Siccin serisi, sinemamız içinde korku ve gerilim türünde bir fenomene dönüşmek yolunda emin adımlarla ilerliyor. Serinin son filmi Siccin 5 yakında vizyona girdi. İlk film Siccin 2014 yılında çekildi. Bu filmi daha sonra Siccin 2 (2015), Siccin 3: Cürmü Aşk (2016) ve Siccin 4 (2017) takip etti. Her seneye bir film düşen seri, Siccin 5 (2018) ile devam ediyor. Korku gerilim sinemasının baş yapıtlarından olan ABD yapımı ve yönetmenliğini William Friedkin’ın yaptığı The Exorcist (Şeytan1973) vizyona girdiğinde, salonda hafif bir ürperme, sonrasında yoğun bir ürkme ve korkma olarak tanımlanabilecek bir etkiyle seyirciyi sarıp sarmalamıştı. Siccin dahil, benzeri filmlerin ana esin kaynağı olan bu kült filmin ne anlattığını anımsatmakta fayda var: 12 yaşındaki kızı Regan’ın tuhaf eylemler sergilemeye başladığını fark eden annesi Chris MacNeil, kızını doktora götürür. Doktorlar kızın beyninde geçici bir hasar olabileceğini söyler. Böyle bir vakaya daha önce rastlanmamıştır. Yapılan pek çok tıbbi test küçük kızın bir sorunu olmadığını ortaya koysa da sorun çözülmez. Küçük kız son derece şiddetli şekilde titreme nöbetleri geçirirken garip sesler de çıkarmakta ve anlamsız hareketler yapmaktadır. Dehşete düşüren bu durum karşısında çaresiz kalan anne Chris, kızını aynı zamanda psikiyatr olan Peder Merrin’e götürür. Peder, Regan’ın içine şeytan girdiğini tespit eder ve aile çaresizce bu durumdan kurtulmaya çalışır. Film, William Peter Blatty’nin aynı isimli romanından uyarlanmıştı. Ayrıca bu filmden hemen sonra önemli sinemacımız Metin Erksan’ın da “Şeytan” (1974) isimli bir film yönettiğini belirtelim. Siccin serisi, her filmde farklı bir öyküyü işliyor. Serinin son halkasında Hale, kendi yaşıtlarına benzemeyen değişik görüntüsü ve tuhaf davranışlarıyla dikkati çeken küçük bir kızdır. Nevşehir’in yerel mimarisini yansıtan büyük bir evde akli dengesi bozuk babaannesi, annesi ve halası Azra ile birlikte yaşamaktadır. Babası o doğmadan ortadan kaybolmuştur. Film boyunca abartılı ses düzeyi, görsel ve işitsel efektlerle süregiden olayların nereye varacağı hakkında ya da ne olduğu hakkında çok da malumat sahibi olamayan seyirci, kısmen tedirgin seyrettiği filmi, bolca kullanılan metafizik unsurlarla kafası karışmışken yaşanmakta olan giz perdesi hakkında, pek de sinematografik olmayan bir finalde bilgilendirilerek çözümler. Türk sinemasının ‘bıçak sırtı’ Filmin başında Kayseri yöresinde yaşanmış gerçek olaylardan esinlendiği belirtiliyor. Ayrıca kanuni zorunluluklardan dolayı da gerçek isimlere yer verilemediğinin altı çizilmiş. Film bu yörede geçmişte yapılan bir ayin yüzünden üç ailenin kâbusa dönen yaşamlarından uyarlanmış. Demek ki Şeytan’dan (The Exorcist) 45 yıl sonra, onun lezzetine öykünmeye çalışan ve gerçek olaylardan esinlenerek yapılmış “yerli” bir film Siccin 5. Korku ve gerilim türü, ülkemiz sinemasının en bıçak sırtı film türlerinin başında gelir. Daha önceki erken dönem denemelerinin çoğu da korkutmaktan ziyade müsamere düzeyindeki ve yer yer güldüren sinematografileriyle sınıfta kalıyorlardı. Bugün geriye dönerek Şeytan’ı da izlediğinizde, Siccin 5’in pek çok başarılı efekt yarattığını fark edebilirsiniz. Fakat Şeytan’ı efsane yapan, çekildiği yıllarda sinema dünyası için de yeni sayılabilecek efektlerindeki başarısından ziyade estetik olarak oluşturduğu düzey, oyunculuk başarısı ve yarattığı başarılı ve inandırıcı atmosferden kaynaklanıyordu. Siccin 5, estetik açıdan ve özellikle Hale karakterinde küçük oyuncu Merve Ateş’in performansının dışında, oyunculuk açısından zayıf kalıyor. Filmin kanserli köy olarak bilinen ve geçen yıllarda meclis kararı ile boşaltılan Nevşehir’in Karain Köyü’nde çekildiğini de son olarak belirtelim. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle