Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 2 atar damar Melİs Alphan Mİrgün Cabas 19AĞUSTOS 2018, PAZAR Her şey Tek çare güneş ve rüzgâr Türkiye’de ‘yerli ve milli’ söyleminin en fazla zikredildiği alanlardan birisi enerji. ‘Yerli ve milli enerji politikamız’ denilerek 14 tanesi linyit yakıtlı, 27 kömürlü termik santralin işletildiği bir ülke hale geldik. Yetmezmiş gibi, 24 linyitli termik santral da yolda. Hükümet, yerli kaynakları dibine kadar kullanarak Türkiye’nin enerji güvenliğini sağlamayı ve enerji ithalatından kaynaklanan cari açığı kapatmayı amaçlasa da, dünya bambaşka bir yere gidiyor. İklim değişikliğine en çok etkisi olan santralların kömürlü ve özellikle de linyitli santrallar olduğunun artık herkes farkında. Linyit çevresini en çok kirleten kaynaklar arasında. Yeni dünya düzeninde –teşviklere rağmenlinyit ve kömürlü termik santrallar yatırımcılar için çoktan cazibesini kaybetti. Avrupa’nın en büyük bankası HSBC, birkaç ülke dışında bundan böyle kömür santrallarını finanse etmeyeceğini açıkladı. ING gibi kurumlar da benzer açıklamalarda bulundu. Küresel sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmayı hedefleyen Paris Anlaşması ile ülkeler ‘kömürden çıkış’ tarihlerini açıklamaya başladılar bile. Yani, dünyada kömürün pabucu çoktan dama atıldı. Türkiye’deki en eski sürdürülebilirlik iletişim kurumlarından EKOLOGOS’un linyit yakıtlı termik santral projelerini irdelediği ‘Linyit Yanmaz! Yakar!’ raporunda, enerji kaynağı olarak güneş ve rüzgârın kullanılması gerektiği gözler önüne seriliyor. Çevresel ve sosyal maliyetleri açısından bu projelerde kamusal faydadan söz etmek mümkün değil. Raporda da belirtildiği üzere, kömürün kirlilik ve sağlık sorunları gibi ‘gizli maliyeti’ yerelde toplumsal muhalefeti doğuruyor; termik santrallar çağrısına en güçlü tepki Eskişehir, Tekirdağ ve Çanakkale’den geliyor. Bu bölgelerdeki insanlar “Termik santral istemiyoruz!” diye haykırıyor. 29 kısım tekmili birden bir Yeni Türkiye hikâyesi Biz buraya nasıl geldik? “2015’te işten atılan gazeteciler kervanına katıldığımda, bunun, eskiden olduğu gibi ‘önümüzdeki maçlara bakalım’ denebilecek bir durum olmadığını, çünkü merkez medyada artık çalışamayacağımı biliyordum.” Gazeteciliğe, üstteki satırları yazan Mehveş Evin’le aynı yılda, 1993’te başlamışız. O günden bugüne 25 yıl geçmiş. Çeyrek asır. Hayatımızda bazı zaman dilimlerini artık on yıllarla, çeyrek asırla ifade etmeye başlamış olmamız bir yana, ikimizin de 25 yılımızı verdiğimiz meslekte geldiğimiz nokta çok acıklı. Ama mesleğin hali mi, bir günde mesleksiz kalan bizlerin hali mi daha acıklı bunu bilmiyorum. Çocuklarına geçmişte ve şimdi ne iş yaptığını anlatmakta zorlanan biri olarak söylüyorum bunu. Ama bir zamanlar bir başka meslektaşımız Nursun Erel’in benzettiği gibi, gazetecilerin gerçekten hamam böcekleriyle ortak yanları var. Birilerine iğrenç görünmelerinden ve görüldüğü yerde topukla ezme hissi uyandırmalarından bahsetmiyorum. Nükleer saldırılarda bile hayatta kalma yeteneklerini kastediyorum. İşsiz de kalsalar, kolları kanatları kırılmak da istense, yazacak bir şeyi olan, yazıyor. Girişteki alıntı, Mehveş Evin’in yeni yayımlanan kitabı, “Buraya Nasıl Geldik”in önsözünden. A’dan Z’ye bir sözlük şeklinde, 29 maddede Yeni Türkiye’nin nasıl şekillendiğini anlatıyor. Kitabın adının da, içeriğinin de benim için hoş bir çağrışımı var. “2001: Eski Türkiye’nin Son Yılı” kitabını yazdığımda, önsözüne “Biz Buraya Nereden Geldik” diye başlamıştım. Yine önsözde, “buraya nasıl geldiğimiz ise ayrı bir hikâye” demiştim. Bu kitabı elime aldığımda, kendi cümlemin ve kendi çabamın tamamlandığı hissine kapıldım. Çünkü Mehveş buraya nasıl geldiğimizi tane tane, güzel güzel, sindire sindire anlatıyor. 29 başlık, Türkiye’nin her mevzusunu kapsamaya yetiyor. Türkiye’nin yaşadığı dönüşümü anlatırken Mehveş, arşiv haberlerini alt alta dizmiyor. Çocukluğunda Boğaz’da yüzme anısını L harfindeki Lüfer başlığına, onu İstanbul’un talan edilmesine bağlıyor. Örneğin N harfinin altında Nesil başlığı var; eğitimdeki çöküşün anlatıldığı. A harfinin altında Ağaç var, Nâzım Hikmet’in Ceviz Ağacı’yla başlayıp çevre kıyımının anlatıldığı. B harfinin altında Baba var, devletin ve siyasetçilerin vatandaşlara baskıcı yaklaşımından bahsedilen. Gavur, ayrımcılığı; Kutu, yolsuzlukları konu eden başlıklar. Türkçe al Mehveş Evin’in yeni kitabı, “Buraya Nasıl Geldik”, ‘Yeni Türkiye’nin nasıl şekillendiğini anlatıyor. fabede bulunmayan W bile var, o bölümde ne olduğuna, kendiniz bakarsınız. Mehveş’in kitabı akademik kaynaklarla, kitaplarla, araştırmalarla desteklenmiş, rahat okunan bir arşiv çalışması. Kitabının önsözünde şunları söylüyor: “Kaynak tararken, özgür ve bağımsız basının su kadar elzem olduğunu daha iyi anladım: Tarihi önemdeki olaylara dair derli toplu, teyit edilmiş haberlerin neredeyse tümünü, bağımsız, küçük yayınlardan ve haber sitelerinde bulabildim. Hükümet yanlısı yayınlarda aynı hadisenin ne kadar eksik, çarpıtılmış olarak sunulduğunu gözlemledim. Kimi linklerin kitap daha basılmadan uçurulduğunu da söyleyeyim.” 2001 kitabımın önsözünü bitirirken, taradığım 2001 yılı gazete arşivlerden söz etmiştim ve “bugün böyle bir işe kalkışan biri, bugünün gazetelerine bakarak, bugünün olaylarını ne kadar anlayabilir, şüpheliyim” demiştim. Mehveş Evin konuların içinde boğulmadan, zor konuları kolay okunur şekilde yazarken, arşivlerde aradığını bulmanın zorluğunu da aşmış. Kitap, elinizin altında bulunsun. “Buraya Nasıl Geldik”, devasa ölçekli bir, “suyu ısınan kurbağa deneyi” anlatıyor bize. Mehveş Evin, A’dan Z’ye Buraya Nasıl Geldik, Karakarga Yayınları Bir basın ayaklanması ABD medyası malum çok parçalı, çok odaklı bir yapı. İçinde dünya çapında büyük gazeteler de var, yerel ölçekte yayımlananlar da. Bir süredir önemli bir bölümünün ortak bir derdi var: Başkan Trump. Trump’la olan dertleri, başkanın dünya görüşlerinden ve yönetim biçiminden kaynaklanmıyor. Konu biraz daha “şahsi”. Mesele, Başkan’ın basına ve gazetecilere açtığı savaş. Ağzını her açtığında yalan söylediği kanıtlanan, yalanlarının sayısı binlerle ölçülen Trump’ın gerçeklerle mücadelesinin en önemli cephesini, gazetelerle ve gazetecilerle girdiği mücadele oluşturuyor. İşine gelmeyen her haberi yalan, her gazeteciyi sahtekâr diye yaftalayan Trump sonunda ülke çapındaki basında infiale yol açtı. En büyük New York Times’tan en küçük Lakeville Journal’a kadar 350 gazete, “Ee yeter ama artık” diye ayağa kalktı. Liberal gazetelere muhafazakârlar da katıldı. Hareketi Boston Globe örgütledi, “Gazeteciler düşman değildir” başlığıyla Başkan’ın basına karşı bitmeyen saldırıları kaleme alındı, hepsi bu metni bastı. Metinde Trump’ın gazetecileri isim vererek sahtekârlıkla suçlamasının ve hepsini halk düşmanı olarak adlandırmasının okurların gözünde bağımsız medyanın güvenilirliğini aşındırdığı anlatıldı. Ve dendi ki, “Bu davranış Ankara’dan Moskova’ya, Pekin’den Bağdat’a kadar despotlara, gazetecilere düşmanca davranılabileceği sinyalini veriyor.” İki şey söyleyip konuyu kapatacağım: Birincisi, Wall Street Journal bu harekete katılmadı, Trump’ın ifade özgürlüğünü kullandığı yorumu yapıldı gazetede. Keşke birileri bizim meşhur sarı öküz hikâyesini onlara anlatsa… İkincisi gazeteciler düşman değildir sözü, bizde yıllardır zaman zaman çeşitli vesilelerle sosyal medyada su yüzüne çıkan, “gazetecilik suç değildir” sloganına fena halde benziyor. O metinde söz edilen “sinyallerin” nereden nereye doğru yayıldığını, metni kaleme alanlar bir daha düşünsün. Kömür yaşamı yok ediyor Rapor, Alpu Termik Santralı, Yenice Çırpılar Termik Santralı, Çerkezköy Termik Santralı projelerini ele alıyor. Eskişehir’de kurulması planlanan Alpu Termik Santralı 200 futbol sahasına denk bir alana kurulacak; 1100 futbol sahasına denk bir alan kamulaştırılmak isteniyor. Yılda 1,6 milyon ton kül ortaya çıkaracak santral kentin havasını, toprağını, suyunu kirletecek. Eskişehirliler, 3200 kişinin erken ölümüne sebep olacak termik santralı istemiyor. Çanakkale’de, Türkiye’nin akciğerleri Kaz Dağları’nın yanı başına kurulmak istenen Yenice Çırpılar Termik Santralı 90 adet futbol sahası büyüklüğünde bir alana yerleştirilecek, santralda 465 bin ton kül depolanacak ve yılda 2.6 milyon ton kömür tüketilecek. Soğutma için yılda 3.5 milyon metreküp suyu tarımsal sulama amaçlı kullanılan Çırpılar Göleti’nden çekecek olan santral, bölgenin doğasını yok edecek. Çerkezköy Termik Santralı 800 futbol sahasına denk 500 dekarlık bir alana yerleştirilecek. Bu santral yüzünden Trakya’nın tarım toprakları asit yağmurları ile kirletilecek, Istranca Ormanları zarar görecek, su havzaları tahrip edilecek. Değer mi? İhtiyacı da karşılamıyor Rapor özetle diyor ki, Türkiye’deki kömür üretim ve tüketimi artış eğilimi gösteriyor ama sanılanın aksine, tüm kömür kaynaklarında üretim/tüketim miktarı açısından Türkiye kendi kendine yetmiyor; taşkömüründe ise neredeyse tamamen ithalata bağımlı. Türkiye’nin yerli kömür kaynak potansiyelini değerlendirme yolunda attığı adımlar, ülkede çıkarılan linyit kömür miktarını, tüketimini ve sera gazı emisyonlarını artırıyor. Bu tercih, Türkiye’nin iklim değişikliği ile mücadelesini ve sorumluluklarını yerine getirmesini zorlaştırıyor. Türkiye’nin 2016’da toplam CO2 emisyonlarının yüzde 86.1’i enerji sektöründen kaynaklandı. Emisyon azaltımı için en mantıklı seçenek, linyite dayalı üretim modeli yerine rüzgâr ve güneş seçeneklerine öncelik vermek. erel eryürek Rhye yakında tekrar Türkiye’de Müzik Kolektif sükunet özleminin sesi Ansızın çıkmışlardı ortaya; biraz The XX, biraz Sade, bir tutam Chromatics duyuluyordu müziklerinde. Önce internette dolaşıma girmişti birkaç parçaları. Başka da bir bilgi yoktu. Kimdi, neyin nesiydi, bilemedi kimse başlarda. Derken isimlerinin Rhye olduğu anlaşıldı. Erkeklere ve kadınlara dair anlattıkları güzel hikâyeleri vardı. Yayımladıkları videoların bazıları renkli, bazıları siyah beyazdı. O videolardaki yaşam tarzlarını ve sevme biçimlerini izlemek bir zevkti. Ve hepsinin tepesinde dolaşan o sese âşık olmamak imkânsızdı. Yumuşacıktı ve ruha dokunuyordu. Hem ferahlatıcı hem kırılgandı. Olsa olsa çok şey görmüş geçirmiş ve biraz da argın bir kadına ait olabilirdi. Ve sır çözüldü. Şarkıları söylediği zannedilen o buğulu ses bir kadına değil, bir erkeğe aitti. İsmi Mike Milosh’tu. Kanadalıydı ve epeydir müzisyen ve şarkıcı olarak piyasada yer bulmaya çalışıyordu. Yanındaki isim ise Danimarkalı yapımcı ve söz yazarı Robin Hannibal’dı. Robin Hannibal ve Mike Milosh’tan müteşekkil olan Rhye hayatımıza gökten düşer gibi girdi. Merak uyandıran enfes videolarla ağzımıza bir parmak bal çalan ikili, 2013’te ilk albümü “Woman” ile çıktı karşımıza. Sessiz ve gürültüsüz. Medyada boy göstermek değil, sadece yaptıklarıyla ilgilenilsin, müziklerine konsantre olunsun istiyorlardı. Önce ‘Kadın’, sonra ‘Kan’ Hannibal ve Milosh’un yolları 2010’da Kopenhag’da kesişmişti. Hannibal o sıralarda Danimarka’nın başşehrinde elektronik soul ikilisi Quodron’un diğer yarısı olarak iştigal ediyordu. Kanada kökenli Milosh ise hem sesiyle hem “songwriter/producer” kimliğiyle Berlin’de yaşayan ve elektronik müzik çevresinin aşina olduğu bir müzisyendi. Hannibal’in bir parçasına remiks yapma teklifiyle bir araya gelen ikili, sonsuz “session”larla ilk albümün çalışmalarına girişti. Bilgisayarlar yetmemiş, evdeki stüdyoya vurmalılar, üflemeliler hatta arplar taşınmış, dört haftalık kapanmadan sonra, Rhye (Robin HannibalMike Milosh) müzik eleştirmenlerinin öve öve bitiremeyeceği ilk albümleri “Woman”la çıkmışlardı piyasaya. Müzik dünyası Rhye’ı, özellikle Milosh’un feminen sesi dolayısıyla The XX, Sohn ve London Grammar gibi isimlerin yanına oturtmuştu çok geçmeden. Öyle bir plaktı ki “Woman”, sevmeyeni yoktu. Hollywood’un “zehirli” Blogger’ı Perez Hilton’u bile baştan çıkarmış, Guardian ve New York Times’ın müzik eleştirmenleri, hayranlıklarını ifade edecek kelimeler bulmakta zorlanmıştı. Beş yıl aradan sonra Rhye cephesinde ilk bakışta her şey aynı gibi. İkinci albümün ismi de görsel dili de ilki gibi minimal ve öz. “Blood”ın kapağında, “Woman”daki kadının boyun nahiyesinin yerini sırttan gövdesi alıyor. Biraz daha yakından incelendiğinde ise ciddi bir değişiklik olduğu anlaşılıyor. İkili artık ikili değil. Robin Hannibal ayrılmış ve alanı tamamıyla Mike Milosh’a ve orkestrasına bırakmış. Bıraktığı yerde ise bazı ilkeler geçerliliğini koruyor: İsminin yanına Sade dışında başka kimseyi kabul etme; içine kapalı olmaya devam et ve arada da dans pistlerine oyna. “Taste” ve “Feel Yo Türkiye’de ilk kez 2015’te Salon IKSV’de konser veren Los Angeles temelli Soul ve R&B projesi Rhye, dünya turnesi kapsamında 8 ve 9 Eylül tarihlerinde ikinci kez yine aynı sahnede… ur Weight” parçaları tam da öyle. Albümün geri kalan kısmı bildiğimiz incelik ve zarafette seyrediyor ve ilk albümün samimiyetini koruyor. Postcinsiyet ütopya Rhye’a karşı, normalde kuşku uyandırabilecek düzeyde bir ilgi var. Türkiye’de de öyle. Müziği kolektif bir sükunet özlemine tekabül ediyor sanki. Bir yandan da bir nevi “postcinsiyet ütopya”nın vücut bulmuş şekli gibi. Heteroseksüel olup, kadınsı yönleriyle kavgası olmayan, “emansipe” olmuş bir adam Milosh. Canlı performansları da öyle. Kadın kısmıyla erkek kısmının en iyi yönlerini almış, barışçıl ve usulca şarkılarını söylüyor. Hem dokunaklı, hem çekingen. Orasında burasında piercing veya dövme yok, çılgın saçlara, havalı pop star hallerine ihtiyaç duymuyor. Zayıflığa, yumuşaklığa ve güzelliğe sorunsuzca methiyeler düzüyor. Rhye bize o çok iyi bildiğimiz ironinin kalkanları olmadan da hayatın içinde güçlü ve cezbedici olunabildiğini gösteriyor. (erel.eryurek@gmail.com) C MY B