Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 19AĞUSTOS 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Yankee’nin çikolata evi Go Home Yankee, savaşlar ve istilalarla şekillenen geçen yüzyılın, biçimsel olarak en şahane sloganlarındandır. Uzak kıtalardaki savaşlara arsızca imza atan, dünyayı ha bire karıştıran Amerika’yı evine kovalayan bu asi ve cesur dil, ilk bakışta fazlasıyla cüretkâr görünür. Ama asıl mesele Yankee’nin eve dönüp dönmemesinde değil, o evin cazibesindedir. Yankee’nin evi çikolata evdir. Yankee bir gün mutlak eve döner ama eve eli boş dönmez. Her seferinde arkasından büyük kitleler sürükler. Dönerken geride bıraktığı bir kola kutusu dünyayı altüst etmeye yeter. En kıt zamanlarda bile kaçak malların satıldığı Amerikan pazarlarının yolunu boşuna aşındırmadı hevesli tüketiciler. Deneyimlerden de, masallardan da inatla hiçbir şey öğrenmeyen... Tarihi devamlı tekerrür ettire ettire yaralarını derinleştirdikçe derinleştiren insanlık, cadının tuzağına düşen küçük çocuk aymazlığından asla gocunmaz. Evine dönen Yankee’nin peşine takılır, o eve girer ve tıka basa çikolata yemeyi marifet zanneder. Yankee’nin peşine neden düşülmemesi, o eve neden girilmemesi, o çikolatadan bir lokma dahi olsa neden tüketilmemesi gerektiği üzerine istediğiniz kadar destanlar yazın, devrimler yapın... İnsanlık o destanlardan da, o devrimlerden de hazzetmez. Kurtuluşu için yazılan tüm destanları yakar, tüm devrimleri devirir ve pusulasını ne yapar eder illa o çikolataya çevirir. Üretimden gelen bir gücü olduğunu bilen ve bunu kullanmayan, tüketimden gelen bir gücü olduğunu bilen ve bunu da kullanmayan insanlığın en büyük zaafı tuzak lezzetlere olan düşkünlüğüdür. İktidar pazarlıkları sırasında ateşlenen geçici boykot çağrılarının heyecanına kolayca kapılsa da o boykot kültüründen bir yaşam felsefesi çıkartmayı denemez bile. Deneyeni de sevmez. Amerika’yı alaşağı etmek için Amerikan mallarını kullanmama kararı alan iktidarın bu kararına hevesle alkış tutanlar, bu vesileyle Amerika’yı Amerika yapanın da Amerikan malları kullanmak olduğu gerçeğine yine uyanmamakta direnirler. Mekanizmanın işleyişini sorgulamayan, olaylar arasında nedensonuç ilişkisi kurmaya yanaşmayan, huzuru dogmatik yapılarda arayan insanlığın kaderi, istedikleri kadar telefon kırsınlar, nihayetinde yeni telefonların ve çeşitli efendilerin peşinde helak olmaktır. İktidarın ekonomisini kurtarmak için Amerikan mallarına savaş açması; zaten o ekonomiyi de yine o mallar üzerinden yaptığı anlaşmalarla batırmış olması; yarın da süper güçle yeniden masaya oturup, kim bilir neler karşılığında eskisi gibi ülkeyi Yankee’ye satacak ve halkı yeniden yakacak olması kimsenin umurunda olmadığı sürece, çark bildiği gibi döner. Tüketim alışkanlıklarının bu evrende hangi değerleri beslediğini ve hangi değerleri zedelediğini hiç düşünmeyenler, televizyonun karşısında ağızlarını şapırdata şapırdata ellerindeki çikolataları iştahla emerler. Ve kendi mahvoluşlarını ekranlardaki reklam dünyasında şuursuzca izlerler. Yankee’nin çikolata evine kapılan halkın tuzaklardan tuzaklara düşmesi ve her daim kullanışlı bir salak olarak, canına okuyan iktidarlara destek vermesi biraz psikolojinin, biraz sosyolojinin uzmanlığına girer. Ama mantığa sığmaz. Vicdana hiç sığmaz. Bir gücün varlığının farkında olan ama bunun kendi gücü olabileceğinden zerre kadar haberi olmayan insanlığın kaderi eninde sonunda Yankee’nin çikolata evinde oburluktan çatlayarak ölmektir. İnsanın en büyük günahı kendine inanmamak ve kendi gücünü kullanmamaktır. minesogut@gmail.com Teknoloji marifeti ile hekimhasta ilişkisi körlersağırlar diyaloğuna dönüştü Hastaartık görsel imaj! Hekimlikte siyahbeyaz konular işin en kolay tarafıdır. Örneğin kanayan bir hastaya kanamayı arttıran bir ilaç vermemek ya da şekeri düşen bir hastaya şeker vermek mutlak doğrudur, hakikattir, tartışması yoktur! Ama ya araftaki durumlar... Hastaların iyi ihtimalle yarısı araftadır. O nedenle hekimlik, özünde bir kanaattir. Oysa hastalar, hekimlerden her geçen gün daha fazla oranda kesin, objektif ve tek doğru yaklaşım talep ediyorlar. Ne dersiniz teknoloji, hekimlik uygulamalarını objektif bir kesinliğe kavuşturabilir mi? Tıbbi cihazlar ve mesleki bilgisizlik Tıp pratiğine teknoloji dahil oldukça hekimlerin temel becerilerinin yitip gittiğini fark etmek gerekiyor. Öyle ya hekimler, stetoskop öncesi zamanlarda hastalarını doğrudan kulaklarıyla muayene ederek tanı koyarlardı. Ya da midenin hemen çıkışının tıkalı olmasını “çalkantı sesi” duyarak tanımaya çalışırlardı. İkinci Paylaşım Savaşı’nın mirası olan modern ultrasonografiler olmadığı dönemlerde gebelik ve doğum, ağırlıkla kadın doğum uzmanlarının ellerinin maharetine bağlıydı. Geleneksel Uzak Asya tıbbının temelini ise hemen tümüyle hekimin çıplak gözüyle edindiği izlenim, farklı hastalıklara özgü nabız farklılığını elle tespit ya da en fazla idrarın dilde bıraktığı tat oluşturuyordu. Kuşkusuz bu teknolojik “imkânsızlıklar”, hekimliği, hastanın çok iyi dinlendiği ve gözlendiği bir temele oturturken hekimi de çok iyi bir kulağa, ele, dokunmaya, tada ve içgörüye ulaştırıyordu. Kaçınılmaz olan oldu ve teknolojik gelişmeler tıbba uygulandı. Tıp pratiğine teknoloji dahil oldukça hekimlerin eski temel becerilerinin yitip gittiğini fark etmek gerekiyor. Hasta, zamanla kan, idrar tahlili ile numerik bir değere ya da radyolojik incelemelerle sanal bir hayale dönüşünce hekimler insanla uğraştıklarını unuttular. Objektif olmak, hata yapmamak için hastanın değil, hastayı inceleyen teknolojik cihazın dediğini makbul saydılar. Bu durum, hekimi teknolojiyi kullanan bir konuma ulaştırmak yerine, teknolojinin hekimi kullandığı bir sürece evrildi. Çok da iyi oldu! Kinaye yapmadan ifade edelim ki çok iyi oldu. Bu gelişmeler sayesinde milyonlarca insanın hayatı kurtuldu, sakatlıklar önlendi. Stetoskop icat oldu, hekimlik bozuldu! Ama diyalektiğin yasası da işledi ve bu kazanımlar birtakım kayıplara neden oldu. Örneğin stetoskobun keşfedildiği dönemlerde hastaların stetoskop muayenesinden hoşlanmadıklarını, çünkü bu tıbbi aleti ağırlıkla ameliyat öncesinde cerrahların kullandığını ve hekimlerin cerrahlarla karıştırılmamak için stetoskoba ellerini asla uzatmadıklarını biliyoruz (Neil Postman, Teknopoli, 2004). Geçen 200 yıllık dönemde cerrahlar ellerindeki stetoskopları atarken, hastalar da ameliyat olmayı adeta ister hale geldiler. Baksanıza son 15 yılda Türkiye’de yaşayan her 10 kişiden birisi ameli yat olmuş durumda ve bu hız düşmezse gelecek on yılda neşterle tanışmamış kimse kalmayacak memlekette. Öte yandan hasta ile hekim arasına giren sadece stetoskop olsaydı keşke! Grafiler, ultrasonlar, kan tetkikleri, idrar incelemeleri, solunum testleri, damar içi cihazlar... ve daha pek çok nesne bugün itibarıyla hekim ile hasta arasında! Ve araya giren her nesne, hekim ile hastanın arasını daha da açmakta! Sağlık metalaştı Görelim ki, dün has tasının göğsüne kulağı nı dayayan hekim, isteme se de hastasına temas etmek zorundaydı. Ve bu zorunlu luk, onun hastasını görmesi ni, duymasını, koklamasını sağ lıyordu. Oysa stetoskop, hasta ile heki min fiziksel temasını kesti. Yine de he kimler, kullandıkları stetoskop hortumunun öteki ucunda kanlı, canlı ve gerçek bir hastanın olduğunun farkındaydılar. Günümüzde ise hasta ya bir tetkik sonucu ya da akıllı bilgisayar cihazlarının fotoğrafını çek tikleri görsel bir imaj. Hasta, zamanla kan, idrar, solunum tahlili ile nu merik bir değere ya da radyolojik incelemelerle sa nal bir hayale dönüşünce hekimler de insanla uğ raştıklarını unuttular. Objektif olmak ve hata yap mamak için hastanın değil, hastayı inceleyen tek nolojik cihazın dediğini makbul saydılar. Kuşkusuz bu durum hekimi, teknolojiyi akılcı kullanan bir konuma ulaştırmak yerine, teknoloji nin hekimi kullandığı bir sürece evrildi. Hekim, mesleğine yabancılaştı. Sağlık, daha da metalaştı. Hastalar da gözlerinin içine bakmasını bekledik leri hekimlerin tetkik sonuçlarından başlarını kal dırmadıklarını görerek onlara öfkelendiler. Ama bir yandan da hekimlerden kesin, objektif ve hata sız sonuçlar talep etmeye devam ettiler. Ne dersiniz, bu körler–sağırlar diyaloğuna yapay zekâ çözüm olur mu? Haftaya... (osmanelbek@gmail.com) Barbaros Şansal Kuru üzümlü barbunya pilaki Çalıntı zaman Birkaç ay önce size karidesli makarna tarifi vermiştim. Bu kez de sofralarınıza afiyet, Necip Usta usulü bir yemek! Hem yerli, hem milli, hem de helal mi helal. Üstelik dövize mövize endeksli de değil. Maaliyeti TL ile ve kambiyo değeri saat başı yükselerek mutfağınıza zenginlik katanından… Efendim önce tercihan taze ve kabuklu, yoksa derin dondurucuda dondurulmuş kırmızı beyaz Muğla yöresinden barbunya fasulye tanelerine ihtiyacınız olacak. Kabuklu ise 1,5 kilo, ayıklanmış ise 750 gram kadarı bir kenara konacak. Sonra 2 adet Bandırma’dan orta boy soğanı ince ince küb küb doğrayarak Himalaya tuzu (ama Konya’da üreti len) ile iyice ovalanacak. 6 adet kadar Sivrihisar ürünü yeşil sivribiber de halka halka olacak şekilde dilimlenecek, sonra bir kenara 2 adet Balıkesir domatesi püre haline getirilip serilecek. Bir su bardağı Ayvalık zeytinyağı, bir avuç Hindistan tane karabiberi, 200 gram kadar da Aydın’dan dolmalık kuşüzümü, bolca ince kıyılmış Marmara maydanozu ve 1 adet Mersin sandık limonu ile 1 çorba kaşığı Konya ununa ilave, biraz da Urfa’dan kırmızı acıbiber işinizi tam görecek. Ha, unutmadan 2 adet kabukları soyulmuş Adapazarı patatesi de yine küb şeklinde doğranıp 2 adet dilimlenmiş Beypazarı havucuna harmanlanıp çukur kapta dinlen dirilecek. Malzemeyi hazırlayıp önlüğünüzü taktı iseniz haydi mutfağa ve ocağın başına!.. ^¡^ Derin bir dökme tencereye önce 1 su bardağı sızma zeytinyağını boşaltıp kısık ateşte iyice ısınmasını bekleyeceksiniz. Sonra aralıklı olarak sırasıyla soğandan başlamak üzere patates ve havuçları ilave edip hafif kızarana dek tahta bir kaşıkla çevireceksiniz. Domatesi ilave etmeden kuşüzümlerini de koyarak yağı emip şişmelerini gözlemleyeceksiniz. Kıvam tamam olduğunda önce yeşil biber dilimlerini, sonra domatesin püresini, sonra da barbunya tanelerini ilave edip kızartmaya devam edeceksiniz. Aman çok fazla olmasın en son bir çorba kaşığı Alpullu şekeri de ilave edip bulamacın üzerini 2 parmak geçecek şekilde Sarıyer Çırçır menba suyunun kaynamış halini ilave edeceksiniz ve ateşi iyice kısacaksınız. Unu da yavaş yavaş yedirerek topaklanmadan ilave etme zamanı geldikten sonra yarım limonu ortasına yerleştirip kapağı kapatacaksınız. Hafifçe dibi tutmadan önce limonu almayı unutmayın sakın. Yoksa reçetiniz acılaşır. Ocaktan indikten sonra, oda sıcaklığını yakalayana dek dinlendirmek işin sırrı. En son yarım limonun suyunu ve bolca kıyılmış maydanozu da ilave edilince Borcam bir kaba koyup buzdolabına kaldırıp tekrar çıkardığınızda ve yeniden oda ısısına geldiğinde artık servise hazırdır. ^¡^ Şimdi anahtar kelimelere bakalım . Alpullu, Urfa, Adapazarı, Ayvalık, Aydın, Muğla, Sarıyer, Mersin, Konya, Beypazarı, Sivrihisar, Marmara, Balıkesir ve Bandırma. Borcam da var ama Hindistan’dan karabiberi unuttuk, sakın aldırma! Onu da şimdi benim ağzıma sürmeye kalkmayın, çünkü artık Suriye’den patates, Yeni Zelanda’dan üzüm, Kanada’dan şeker, Kırım’dan havuç, Tunus’tan zeytinyağı, Bulgaristan’dan maydanoz alan ben değilim! Doğalgazı İran’dan, ocağı Almanya’dan alan da… Ekmeği banmak isterseniz Rusya’ya, yanında muz yemek isterseniz Afrika’ya, üstüne bir de kahve derseniz Güney Amerika’ya müracaat etmelisiniz. Unutmadan; barbunya tanelerini tek tek kontrol edin bakalım, altında “Made in Neresi” yazıyor?.. Sadece zamanınızdan ve geleceğinizden değil, cebinizden ve midenizden de bakın neler çalınıyor!.. C MY B