26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 29 TEMMUZ 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Askerliğin bedeli Askerlik aslında ne bir vatan borcudur ne de hizmetidir. Mevcut uygarlığın kendi ahlaksızlıklarını en hamasi duygularla süslediği ve en tehlikeli değerleri en kıymetli değerlermiş gibi insanların üzerine yüklediği tehditkâr kurumdur. Meşruluğu tehlikelidir. Askerliği sorgulamanız istenmez. Aslen ne anlama geldiği üzerine düşünülmesi yasaklanır. Kayıtsız şartsız kutsallar arasına sıkıştırılır. Tıpkı savaşın aslen ne olduğu, ne anlama geldiği hiç konuşulmadığı gibi askerliğin de aslen ne olduğu, ne anlama geldiği konuşulmaz. Askerliğin ne şöylesi ne de böylesi bir diğerinden daha iyidir. Parası olanların askerlikten muaf tutulması büyük adaletsizliktir. Zorunlu askerlik aslen bir işkencedir. Ama gönüllü askerlik ondan da tehlikelidir. Öldürmeye eğitilen, koruyamaz Para karşılığı savaşmayı tercih etmiş insanların bu tercihlerinden ortaya çıkacak olan savaş ahlakı, zorunlu askerlik yapan kalabalıkların ortak hassasiyetlerinden ortaya çıkabilecek savaş ahlakından çok daha acımasız olacaktır. Çünkü askerlik temelinde insani değerlerden değil... Meşrulaşmış iki yüzlü devletlerin güvenliğinden sorumludur. Gözü kapalı öldürmeye eğitilmiş orduların varlığıyla insan hep kendi bacağına hatta şakağına sıkar. Hayatın içinden çekilip, kanunlarla korunmuş bir şiddet sarmalının içinde sorgusuz sualsiz ölmeye ve öldürmeye eğitilen insanların aslında hiçbir şeyi hiçbir şeyden koruyamayacaklarını anlamak için bugüne kadar yapılmış savaşlara bakmak yeterlidir. Ama tarih o savaşların ve askerlik zihniyetinin gerçekte ne anlama geldiğini yazmaz. Kazananların ve kaybedenlerin derin hikâyelerinden çok, anlaşmalarla kazanılanlardan ve kaybedilenlerden bahseder. Savaşları haklı ve haksız olarak ayırırken yapılan zihinsel hileyle düşülen tuzaklar, saldırı ve savunma durumlarının karşıtlığından beslenen bir iradeyle ikna olunan hassasiyetler, üzerlerindeki kamuflaj kıyafetleriyle sanki dağa, taşa, suya uyumluymuş gibi görünen ama hayatın temel uyumunu ta kökünden dinamitleyen askeri zihniyetin insana ve doğaya nasıl bir bedele mal olduğunu tartışılmaz hale getirir. Askerlik ne vatan içindir, ne insan içindir, sadece devlet içindir. Ve tüm devletler, en iyileri bile, kan içicidir. İnsanı düşman görmenin bedeli ağır Aşılmaz sınırlarla birbirinden ayrılmış toprakların başında nöbet tutan iktidarlar, silahlanmaya ayrılan bütçenin büyüklüğüne güvenerek kuruldukları tahtlarını korumak için kirli bir ticari pazarı köpürtür ve o pazarın her şeye egemen piyasasının kudretine güvenerek beslenen kirli bir ekonominin rantının peşine düşerler. Bu esnada... Evlerde vatan için canını vermeye hazır çocuklar yetişir. O çocukların üzerlerine küçücükken asker üniformaları geçirilir. O çocuklar korudukları sınırlarla neyin neden ayrıldığının bilincine varmazlar. O sınırların ötesinde yaşayanların nasıl insanlar olduğunun farkına varmazlar. Sınırı aşmakla aşamamak arasındaki meşru engellerde can veren insanlığın aslen ne yaşadığının ayrımına bile varamazlar. Sorgusuz sualsiz itaat etmeye ikna olmanın, emir komuta zincirinin en sonunda durmanın, aklı, vicdanı, ahlakı hiçe sayma zorunluluğuna katlanmanın, tüm bildiklerinden, inandıklarından, hissettiklerinden vazgeçmenin, karşındakini insan olarak değil düşman olarak görmeye eğitilmenin, aklını ve kalbini köreltmeye mecbur kalmayı öğrenmenin, silah kullanmayı becermenin, tank sürmeyi, top atabilmeyi, bomba patlatabilmeyi başarmanın... Savaşmaya... Ölümüne savaşmaya... Öldürmeye... Başka insanları öldürmeye, esir almaya, evlerini yakıp yıkmaya ikna olmanın çok ağır bir bedeli olduğunu bir ömür geçer, hissetmezler. O bedel herkes için aynıdır. O bedel şu canı gönülden yaşadığımız korkunç hayattır. Bilgiye düşman olduk Bilmiyorum o halde varım! Urfa’da bir baba, acile götürdüğü çocuğunun ateşi “yeterince” düşmeyince çocuğunu takip eden doktorun kafasını kaldırım taşıyla yardı boydan boya... Neden bir hasta yakını, hastasını takip eden ve ona şifa sunmaya çalışan bir hekimi öldürmeye çalışır? Çünkü son on beş yılda uygulamaya konulan popülist politikalarla, dünün eşitsiz toplumsal yapısı nedeniyle bilgiye ve dolayısıyla entelektüel sermayeye ulaşamamış insanlara hak ettikleri zemine ulaşma fırsatları yaratmak yerine, bilmenin kendisi değersizleştirildi.  Bu politika “Eski Türkiye”nin fırsatlarından fazlasıyla yararlanarak statüler kazanan insanların kibri ile de birleşince, ülkenin atmosferini bilgiye adeta düşmanlık noktasına taşıdı.  Peki, yaşanan bu değer kaybından sadece hekimlik gibi profesyonel meslek sahipleri mi zarar görüyor? Dünden bugüne hekimlik On sekizinci yüzyılda hekimlerin sadece zengin hastaların özel doktorluğunu yaptıklarını biliyoruz. Ancak bu hizmet biçimi nedeniyle hekimlerin hastanın fikrine karşı çıkması mümkün değildi. Aksi halde hastanın özel doktorluğunu kaybetme riski vardı. Bu nedenle dönemin hekimleri, mesleklerinin gereğini özgürce yerine getir(e)miyor ve hemen daima (aristokrat) hastalarının duymak istediklerini söylemekle yetiniyorlardı.  Fakat hekimlerin yaşadığı bu durumun bedelini hekimlerden çok hastalar ödedi. Çünkü hekimler, öncelikle onları memnun etmeyi amaçladıkları için hastalarının hastalıkları konusunda özgürce düşünemediler. Hastalar da bu nedenle doğru bilgilere ulaşamadı ve hastalıktan kurtulamayıp öldüler. Ne kadar çok benziyor bugüne değil mi! Ama biliyoruz ki hayat, dünün basit bir tekrarı değildir. Eğer öyle olsaydı 1800’lü yıllarda olduğu gibi insanların sıklıkla hastalık kaptığı mekânlar olan hastane ve genelevlere gidenlere bugün de hoş gözle bakılmazdı. Oysa insanlar bugün itibarıyla genelevlerden ziyade hastanelerden daha fazla hastalık kapıyor olsa da üçüncü bin yılın Türkiye’sinde bir sağlık kurumuna gitmek övünülecek bir “başarı”.  Baksanıza geçen on beş yılda sağlık kurumlarına başvuru oranı üç kat artmış bu ülkede. Aynı dönemde kişi başına yıllık başvuru oranı genelevlerde bu düzeyde arttı mı bilmiyorum ama sağlık kurumlarındaki artışın siyasi iktidara oy olarak yansıdığı kesin!..  Hekimler, tarihsel süreçte kazandıkları özerkliklerini her zaman toplumun yararı için kullanmadılar. Ama ne olursa olsun, geleceğimiz nokta, bilmenin değersizleştirilmesi ve hekimlik mesleğinin özerkliğinin, hastanın gözünü boyamaktan ibaret müşteri memnuniyetine indirgenmesi olmamalıydı.  Toplum ve hekimlik Tarih bize toplumsal değişimlerin başka bir alanda tahmin edilemeyecek dönüşümleri tetiklediğini gösterdi. Örneğin Fransız Devrimi’nde bolca kullanılan giyotin nedeniyle aristokrat sayısının azalması, hekimlik mesleğini de özel hastalara hizmet eden biçimden hastanelerde tüm topluma hizmet sunan bir yapıya kavuşturdu.  Yaşanan bu dönüşüm, hiç beklenmedik biçimde hekimlerin farklı hastalardaki hastalıkların ortak özelliklerini fark etmeye ve böylelikle benzer hastalıklara yol açan benzer etkenlerin (örneğin mikropların) olabileceğini düşünmeye başlamasına yol açtı.  Hekimler, aristokratların emrinde çalışmak yerine hastanelerde maaşlı olarak çalışmaya başlayınca (aristokrat) hastalara yaltaklanmaktan vazgeçerek hastalıklar hakkında özgürce düşünmeye başladılar. Hekimlik mesleğindeki bu dönüşüm mesleki bağımsızlığı, mesleki bağımsızlık da hastanın memnun edilmesinden önce onun yararının düşünülmesi gerektiği fikrini var etti.  Hastalar da hekimlerin mesleki özerkliklerini kazanmaları sayesinde hastalıkları hakkında hekimlerden işe yarar bilgiler öğrenebildiler. Böylelikle yok yere ölmediler... Hiç kuşkusuz hekimler, tarihsel süreçte kazan dıkları mesleki özerkliklerini her zaman toplumun yararı için kullanmadılar. Ama ne olursa olsun, üç yüzyıl sonra dönüp dolaşıp geleceğimiz nokta; bilmenin değersizleştirilmesi, hekimlik mesleğinin özerkliğinin şiddet, performans, ciro esaretine ve hastanın gözünü boyamaktan ibaret olan müşteri memnuniyetine indirgenmesi olmamalıydı.  Çünkü bilelim ki; hekimliğin mesleki özerkliğini yok eden bu popülist neoliberal politika, 18. yüzyılda olduğu gibi günümüzde de hastalık ve ölümlere yol açıyor! Barbaros Şansal Çalıntı zaman İtalyan piyangosu 1970’li yıllar, Dolmabahçe Küçük Çiftlik Parkı... Bir yanda Medrano Sirki, diğer yanda Lunapark. Çarpışan otomobillerden gümbür gümbür Boney M melodileri geliyor. Dönme dolapta kuyruk var. Korku tüneli sakin. Halka atıp sigara kazanılan ya da tüfekle balon hedeflerin vurulduğu pavyonların önü erkekler ile dolu. Başımızın üzerinden uçan zincirli sandalyelerin altından geçip en kalabalık yere atlıkarıcanın hemen gerisine geliyoruz. Kadınların da en çok ilgi gösterdiği yere: İtalyan piyangosu. Kamyonun yan kasası açılmış. Karşımızda ışıklarla aydınlatılmış armağan duvarı var. Buzdolabı ve fırın en çok arzulananlar. Hemen önde yüzlerce sicim demeti sallanıyor, uçlarında ise birer mektup zarfı bağlı; beyaz ve Oyal marka... İçlerinde ise hayal edilen hediyeler saklı. Zamanın parası 1 lira verip bir ipi çekiyorsunuz. Armağan duvarının önünden üzerinde numara yazan bir zarf havalanıveriyor. Beş, on, on beş kişinin zarflarını toplayan İtalyan sunucu katılımcılara birer numara vererek müzayede misali şovuna başlıyor. “5 numara! Heyecanlı piyango başlıyor. Kos vatandaş kos. İtalyadan pahali ve guzel hediyelar sizleri bekliyor. Buzdolapları , fırınlar, pilli oyuncaklar hepsi burada!..” ^¡^ 5 numaralı zarfın sahibi öne geldiğinde İtalyan sunucu bozuk Türkçesi ile çığırtkanlığını sergili yor. “Bürada iyi bir sey yok, 10 paketti makaroni vereyim, zarf bizde kalsin.” Elinde beş numaralı zarfı tutan uyanık vatandaş bu zokayı yutar mı? Gülümseyerek kaşlarını havaya kaldırıp: Buzdolabı benim diyor. Sağından solundan “Ali Uyanık” kafasıyla uyarılar gecikmiyor. Zarf çekmiş olan herkes bir an önce sıranın kendine gelmesini bekliyor. “Kabul et bak zarf boş çıkar!” İtalyan sunucu zarf çektirmek için para toplayan karısına göz kırpıp rüşveti hemen arttırıyor: “20 paketti makaroni! Bak pisman olma sonra...” Vatandaş “çakal” ya 100’de 100 artan teklife sıcak bakar mı? Biliyor. Ya fırın ya da buzdolabı o zarfın içinde. Hemen dili çözülüyor: “Zarfı aç!” İtalyan heyecanlı bir şekilde arttırıyor: “50 paketti makaroni, bir de dudikli tencere!” ^¡^ Kalabalık süratle artarken cepciler ve yankesiciler de işbaşına üşüşüyor. Tüm ahali İtalyan piyangocuya kilitlenmiş halde nefeslerini tutup buzdola İstanbul’un ilk büyük lunaparkı, Fatih Vatan Caddesi. bı mı fırın mı kazanılanacağını hayal ediyor. “Kabul etme! Deli misin? Zarfın içinde çok değerli bişey olmasa sana bu teklifi yapmaz, açtır zarfı!..” Fısıltılar arttıkça İtalyan piyangocu son hamleye baş vuruyor: “Bak! zarfin icinda buzdolabi yok; yüs pakketi makaroni ve iki dudikli tencere!..” Nuh diyor peygamber demiyor 1 liraya zarfı kapmış hayalperest. Cüzdan da yankesici ile gidip çoktan kamyon arkasında İtalyan ekiple paylaşılmış, bilmeyecek. “Aç ulan zarfı” diye bağırıyor. İtalyan mutlu, son kararın mı diye sormaya bile gerek duymadan zarfı açıyor: “Bir paketti makaroni!” ^¡^ Uğultular ve kahkahalar birbirine karışıyor. Başı öne eğik sinirli hayalperest bir paket makarnaya tenezzül eder mi? Derhal oradan uzaklaşıyor. Heyecan doruğa çıktığından ve buzdolabı ile fırın hâlâ karşılarında durduğundan bir sonraki piyango talihlisi mutlu. Pazarlık yine üç beş paket makarna üzerinden devam ediyor. Buzdolabı da fırın da as lında çalışmıyor. Her zarfın içinde zaten en fazla 10 paket makarna var. Vatandaş “bir tekliğe” hayal satın alırken İtalyan malı götürüyor. Anılarımda o günler canlanınca birden aklıma güzel yurdum geldi. Siyasileri, medyayı ve halkımı düşündüm. Oy zarfları, fırın, buzdolabı ve makarna ile seçimlere giderdi... Gazetelerden biri de 50 kupona renkli televizyon verecekti. Sahi ne oldu o iş? İtalyan piyangosunda mı kaldı?!.. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle