Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
29 TEMMUZ 2018, PAZAR SAYFA 5 Güncel TAYFUN ATAY İnce’den inceye değişim, dönüşüm zamanı, ama… Kılıçdaroğlu’na vurmak gölge boksu yapmaktır CHP’de seçim sonrası başlamış iççatışma süreci, açık ki “dışçatışma”da alınan yenilginin sonucu… Ve Bizans düştükten sonra hâlâ meleklerin cinsiyetini tartışan ruhbanın durumuna da benzetilebilir bir ölçüde… Yine de bu bir gündem olarak karşımızda ve burada topun ağzına oturtulmuş, başarısızlığının sebebi, sorumlusu addedilen bir figür var: Kemal Kılıçdaroğlu. Kılıçdaroğlu’na yönelik eleştiri, hoşnutsuzluk ve tepkileri, CHP’nin hem örgüt hem de kitle bazında kronik şekilde deneyimlediği “yenilgi çaresizliği” doğrultusunda anlamak mümkün. Bu çerçevede olağanüstü kurultay çağrısı da 24 Haziran seçim sürecinde ister istemez ortaya çıkmış “çiftbaşlı” yol alış doğrultusunda haklı gerekçelere dayandırabilir. Kılıçdaroğlu’nu hedef tahtasına oturtanlar, “Sekiz yılda dokuz seçim kaybetti” retoriği ile kestirmeden dışa vuruyorlar yaklaşımlarını. Böyle dendiğinde bir dolu soru işareti beliriyor benim zihnimde. Aslında CHP’ye ilişkin kökleşmiş yapısal sorunlarla, Türkiye’ye ilişkin “kültüreldemografik” gerçeklikler üzerinden daha derinlemesine yorumlara ihtiyaç duyulan bir konuda gayet yüzeysel ve kolaycı bir “kaçış” yaklaşımı sergilendiğini düşünür oluyorum. Lâfı fazla gevelemeden söyleyelim: CHP’nin selâmete çıkması adına Kılıçdaroğlu’na vurmak, “gölge boksu” yapmaya eşdeğer bir tutum ve davranıştır. 18 yıllık ‘Fetret’ Sekiz yıllık genel başkanlık döneminde Kılıçdaroğlu’nun yanlışları oldu elbette, ama CHP’nin bu halde olmasında o, ilk elde işaret edilecek figür değildir. Evet, sekiz yılda bir tane seçim bile kazanamadı. (Neden kazanamadı ve bu salt onun performansı ile açıklanabilecek bir durum mu; buna dair de bazı değerlendirmeler yapacağım birazdan.) Peki, Kılıçdaroğlu’nun “selef”i Deniz Baykal bu Parti’nin başında (başarısızlıkla bağlantılı iki “gelgit” dönemi eşliğinde) 1992’den 2010’a kadar 18 yıl kaldı da o kaç seçim kazandı?!.. Kazanmak şöyle dursun, Baykal döneminde CHP tam anlamıyla dibe vurdu. 1999’da oy oranı yüzde 10 barajının altına düşerek parlamento dışı kaldı. Bunun sorumlusu lider, Parti’den kısa süreli göstermelik bir uzaklaşmadan sonra geri geldi. 2002’de Meclis’e AKP ile birlikte giren partisine kazandırdığı yüzde 19 buçukluk oyu, 2007’de yüzde 20’ye “yükselttiğinde” de “Oyumuzu artırdık, başarılıyız” diyebildi!.. Sekiz yıl, evet, yorulma, yıpranma, eskime açısından düşünüldüğünde azımsanmayacak bir zaman. Ama bu partinin başında 18 yıl kalıp bırakın eskimeyi “fosilleşmiş” bir iradenin mütemadi başarısızlığı yanında Kılıçdaroğlu’na buradan vurmak ne kadar hakkaniyetli, bunu da sormak lazım!.. ‘Baykalizm’ sendromu Aslında CHP’deki yapısal sorunun mahiyetine bakıldığında da gözümüze en çok çarpacak olan “Baykalizm sendromu”dur. Deniz Baykal döneminde CHP, Bülent Ecevit’in 1970’lerde kanter içinde kalarak, topluma, halka dönük bir söylem ve pratikle zar zor üstünden çıkartabildiği “devlet partisi” kisvesine yeniden büründü. Ayrıca toplumdan alabildiğine kopan CHP bünyesinde iktidar için mücadele, Ankara’da ODTÜ’nün karşısındaki Genel Merkez binasının içi ile sınırlı bir “düzey”den ibaret hale geldi. İddia edilebilir ki “Parti’de iktidar olmak” yeterli sayılırken, memlekette iktidar için de “zinde kuvvetler”e güvenilir olundu. 2010 yılında, Parti’nin başında 18 yıldır adeta taht kurmuş liderin nahoş bir olayla gidişi sonrası, biraz da emrivakiyle, öyle yana yakıla da istemeden başkan Kılıçdaroğlu’nu hedef tahtasına oturtanlar, “Sekiz yılda dokuz seçim kaybetti” diyorlar. Böyle dendiğinde, CHP’ye ilişkin kökleşmiş yapısal sorunlarla, Türkiye’ye ilişkin kültüreldemografik gerçeklikler üzerinden daha derinlemesine yorumlara ihtiyaç duyulan bir konuda yüzeysel bir yaklaşım sergilenmiş oluyor. lığa gelen Kılıçdaroğlu’nun sekiz yıllık performansını değerlendirirken bu arka plânın da akılda tutulması gerekir. Aleviliği, Kürtlüğü sorun oldu Kendisini önceleyen dönemde bir “Türkiye partisi” olmaktan çıkıp “GenelMerkez partisi” haline gelmiş; toplumcu olmaktan çok sıkı devletçi ve alabildiğine seçkinci bir çizgiye savrulmuş CHP’nin başına, o nahoş (hayli de sansasyonel) hadise sonrasında geldiğinde Kılıçdaroğlu nereye yüzünü dönse şamar yedi. Aleviliği, Kürtlüğü, hatta Dersimli olması başına bela oldu; hem parti içinde hem dışında. Bir yandan Parti’yi Alevileştiriyor diye içeriden sesler yükseldi; diğer yandan Dersim Katliamı’na sessiz kalıyor, “celladına âşıklık” sergiliyor diye dışarıdan üzerine geldiler. Hem içeride hem dışarıda Kürtlüğünü, Kürt siyasi hareketine yakınlık bağlamında değerlendirip sorgulayanlar da oldu; Kürtlüğünü, Kürt siyasi hareketine uzaklık doğrultusunda bir “içhain”lik gibi gösterip karşıpropaganda yapanlar da oldu. Parti içi ve dışında böylesi hasmane bir konjonktürde Kılıçdaroğlu CHP’yi yeniden topluma kazandırma yolunda, kimseyi de kaybetmemeye çalışarak uğraştı durdu. Bu süreçte yanlışları olmuştur (Ekmeleddin İhsanoğlu tercihi; milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılmasının önünü açmak; Referandum’daki açık şaibe karşısında hareketsizlik, zikre değer). Türkiye’nin bugün yaşadığı rejim değişikliği de onun iktidara karşı verdiği mücadelenin başarısızlığını işaret eder. Ama bu, yalnızca, tek başına onun suçu ya da sorumluluğu mu sayılmalıdır? Siyasette ‘kimlik’ kilidi Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına geçtiği dönem, (2007 genel seçimlerinde ilk kez berraklaşmış olduğu söylenebilecek) “kimlik siyaseti”ne Türkiye’nin iyice kilitlendiği bir dönemdi. Böyle bir dönemde seçimlerin gidişatını da ekonomik vaatlerden çok kimliksel takıntılar ve onlara bağlı “demografik” gerçeklikler belirler oldu. Türkiye’de siyaset adına “Sünni” İslamimuhafazakârlık, “Türklük” ve “Kürtlük”ten öte bir şeylerden söz edilemez olunmuş tabloda CHP’nin payına, “Alevi” etnodinsel kimliğini ağırlıklı olarak içinde barındırır şekilde, “laik” kimlik ve yaşam biçimi hassasiyetindeki şehirli orta sınıfların temsiline soyunmak kaldı. Kimlik temelli siyasetin travmatik basıncı, işte 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde olduğu gibi Ekmeleddin İhsanoğlu, yahut aynı yıl yapılan yerel seçimlerde Ankara’da Mansur Yavaş gibi, partide ve tabanda sıkıntı yaratan stratejileri zorladı. Ama sonuçta ne yaparsanız yapın; ekonomitemelli, emektemelli, sosyaldevlet temelli, sosyaladalet temelli de ne söylerseniz söyleyin, “kültürelkimlik” temelli demografi, Nuh dedi peygamber demedi. “Kültürel saat” yavaş işliyor ve kimlik takıntısını aşacak bir bilinç/vicdan açılımı bir türlü kendisini göstermiyor (o yüzden işte, “Çalıyorsa çalıyor, ‘bizden’ ya, sen ona bak” anlayışı!). ‘Uzun İnce bir yol’dasınız da… Hâl böyle olsa da kanımca giderek bir muktedirin kişisel bekasını garantiye almaktan öteye gitmez olan dinbazotokratik siyasetin yorduğu, gelecek beklentisini kararttığı, en önemlisi kültürel bakımdan “melezliğini”, onu kutuplaştırarak parça pinçik ettiği Türkiye toplumunda laiklik yeniden kıymeti anlaşılacak bir “sigorta”dır. Bu “sigorta”nın kültürel temsilcisi olan Parti’nin de bu toplumun hayatında vazgeçilmezliği ortadadır; özellikle kimliksel varoluşa kutuplaşma değil melezlik temelli işlerlik kazandırma bağlamında… Mesele şu ki bu Parti, gelecek vizyonunu nasıl şekillendirecek ve şekillendirirken değişim, dönüşüm veya adına ne derseniz deyin; bunu nasıl yapacak? Yanlışları olmuşsa da doğruları ve emeği de olan, son sekiz yılın liderlik deneyiminden tümden bir kopuşla mı, yoksa onunla bir süreklilik içinde mi?.. Daha açık formüle edelim soruyu: Kitlesel yükseliş ve iktidar hedefiyle yönelinen “uzun İnce bir yol”a, Kılıçdaroğlu’na rağmen mi, yoksa onunla birlikte mi girilecek? “CHP coğrafyası”nın asıl ve aslî sorusu bu olmalı!.. Bir dijital sessizlik Kemal Kılıçdaroğlu, sadece ‘olmamalar’, ‘iktidarsızlıklar’, ‘sessizlikler’, ‘susmalar’ ile siyaset yapıyor, konuşmadıkları, sakladıkları, kendisine ve partisine dair unutturmak istedikleriyle mesajlar gönderiyor, rengini, tavrını belli ediyor, diyalog kuruyor. Bütün dijital cihazların, bilgisayarların şu meşhur 01 işleyiş sistemini biliyorsunuzdur. Kısaca şöyle: Dijital cihazlar tuşlara basarak yaptığımız bütün hareketleri, verdiğimiz itkileri, gönderdiğimiz sinyalleri 0 yani ‘yok’, 1 yani ‘var’ rakamlarına tercüme eder. Cihazımız çalışırken içinde durmaksızın böyle ‘mantıksal 0’ ya da ‘mantıksal 1’ diye tabir edilen işaretler oluşur. Anlamlı metinlerin dijital karşılıklarına dönüşür bunlar art arda sıralandıklarında. Bu mantıksal 0mantıksal 1 ‘ikiliğini (düalizm)’ birçok şekilde tercüme edebilliriz: ‘Güç yok’‘güç var’, ‘ışık yok’‘ışık var’, ‘ses yok’‘ses var’… Eğer günümüzün Türkiye siyasetçileri birer kompütür olsaydı, bu işletim prensibine göre Kemal Kılıçdaroğlu dünyanın sadece ‘0’ ile çalışan ilk kompütürü olurdu. Kemal Kılıçdaroğlu, sadece ‘olmamalar’, ‘iktidarsızlıklar’, ‘sessizlikler’, ‘susmalar’ ile siyaset yapıyor, devlete de, hükümete de, taraftarlarına da, kamuoyuna da sessizliğinin sesiyle (Art Garfunkel&Paul Simon’ın “The Sound of Silence” (Sessizliği Sesi)’ adlı şahane şarkısını hatırlıyorum burada) evet, üzerine sustukları, konuşmadıkları, sak ladıkları, kendisine ve partisine dair unutturmak istedikleriyle mesajlar gönderiyor, rengini, tavrını belli ediyor, diyalog kuruyor, genel olarak siyasetçi işlevini görüyor. Sadece mantıksal sıfırlarla. Sustuklarının ürünü birsiyasetçi Kemal Kılıçdaroğlu kurumsal kompütürünün Türkiye siyasetindeki yerini anlamak için onu dinliyor değil dinleyemiyor olmanız, sustuğu yerleri deşifre etmeniz ve artık bir şey dinliyorsanız da onun sessizliğinin sesini dinliyor olmanız gerekiyor. Bu dilsiz gevezelik uzun bir zamandır Türkiye’nin bugünü ve geleceğini belirliyor, neredeyse kaderini tayin ediyor. Kemal Kılıçdaroğlu, üzerine sustuklarının ürünü bir siyasetçidir. Gazeteci sorar: “Ekonomiyi nasıl düzelteceksiniz?” Kılıçdaroğlu cevap verir: “Biz iktidara gelelim düzelir. Ekonomiyi de düzeltirsek biz düzeltiriz.” Daha açıklayıcı bir örnek verelim yakınlardan: Birkaç gün önce cezaevindeki “milletvekili”nden bahsetti Kılıçdaroğlu, ama bunu yaparken “milletvekilleri” üzerine sustu. CHP’li Enis Berberoğlu’ndan bahsetti, HDP’li Leyla Güven üzerine sustu. Selahattin Demirtaş ve diğer HDP’li hapsedilmiş vekiller üzerine baştan beri suskun. Böylece hem hükümetin HDP’ye dair konseptine katıldığını göstermiş oluyor, hem de kendi vekilini çok düşündüğü algısını oluşturuyor. Üstelik bunu yaparken asıl büyük suskunluğunu milletvekillerine, hadi madem öyle istiyor kendi milletvekiline cezaevi yolunu açan yasa değişikliğine yaptığı büyük ve tarihi katkı üzerinde gerçekleştiriyor. Ne demişti bu dokunulmazlıkların kaldırılmasına ilişkin yasa değişikliği Meclis’te görüşülürken: “Anayasa’ya aykırı ama ‘evet’ diyeceğiz.” Böylesi mantıksız bir siyasi formülü 01 sistemiyle çalışan hiçbir kompütür ya da hesap makinesi çözemez. Çünkü aynı anda “anayasaya aykırı” yani “sıfır” ve “evet” yani “bir” şeklinde bir formül mümkün olamaz siyaseten… Bu sonucu ancak sadece 0 ile çalışan bir kompütür verebilirdi ve bu da büyük bir özgürlük sunuyor işte kul lanıcısına. Bu tabii çok konforlu bir konum bir yandan da: Ana muhalefetin başısınız hem, hem de fikren iktidar ortağı, devlet partisi olmanın ya da partinizi oraya taşımanın güvenliğine sahipsiniz. Günümüz Türkiyesi’nde bu da az bir şey değildir. Kemal Kılıçdaroğlu, 2009 yılında CHP’nin İs tanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olduğunda kampanyasından sorumlu ajans ona daha önce Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand için kullanılmış “Sakin Güç” sloganını yakıştırmıştı. Gücün üzerinde durmayacağım ama hiç de sakin bir siyasetçi olmadığı ortaya çıktı sonradan Kılıçdaroğlu’nun… Sakinlikle suskunluk ya da sessizlik birbirinden çok farklı durumlardır. Üstelik eğer çok susarsanız konuşurken bu defa sesinizde edilgen bir öfke tınlar. Derinden doğru gelen boğuk ama çatallı sesiyle Kılıçdaroğlu kürsüde konuşmaya başladığında hep bu hazin ama hesaplı suskunlukların nodüllerinin etkisi duyuluyor. Vantrilogun karnında şişkinlik yapmış o söylenmeyenler yankılanıyor. ‘0’ı beceriyle kullanıyor Demek ki söylenmeyenleri, susmaları, sessizlikleri de yabana atmamak gerekiyor. Sessizlikler de sesler kadar iletişimin temel öğesidir çünkü. CHP’nin kurucu partisi olması hasebiyle kolaylıkla modern iletişim teknolojileri yerine Cumhuriyetimiz’in kuruluş yıllarının yaygın teknolojisi olan telgrafa da bakabiliriz. Mors alfabesinde ses sinyalleri kadar bu sinyaller arasındaki sessizlikler de önemlidir ve kısa sessizlik, harfleri; orta uzunluktaki sessizlik, kelimeleri; uzun sessizlik, cümleleri ayırmaya yarar ve böylelikle metni anlamlandırır. 12 Eylül cezaevlerinde tutuklu ve mahkumlar kalorifer borularına vurarak haberleşirdi ve sesler kadar sessizlikleri de dinlerlerdi gelen mesajları anlamak için. Kemal Kılıçdaroğlu siyasetçi olarak büyük bir taktisyen. Stratejisyenliğinden ise sual olunmaz. Ama aynı zamanda bir hesap uzmanı ve “01” örneğinde olduğu gibi ikili (“binary”) matematiksel sistemi de çözmüş. Ve bu işte “0”ı büyük bir beceriyle kullanıyor. Bunu devlet adamlığının gereği, siyasetçi sorumluluğunun alameti, ülke sevdasının bedeli olarak kabul ettiriyor kamuoyuna. Resmi ideoloji uğruna susmalarıyla otobiyografisinin uzağına düşmesi onu ilgilendirir, onun özelidir, burada da biz susmalıyız ama bu ülkenin siyaseten susmaya değil konuşmaya ihtiyacı var; iktidarın da muhalefetin sözüne… Aksi halde monoloğun labirentinde topyekun yolunu kaybeder iki taraf da... ahmet tulgar C MY B