17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

3 Hazİran 2018, PAZAR SAYFA 3 Güncel Ahmet Tulgar Ali Koç niçin futbol kadar güncel, spor kulübü kadar düzayak bir yere inmek istiyor? Mitolojik servetin dünyevi hobisi Koç ailesi ve ailenin herhangi bir mensubu hakkında bir şeyler yazmak bir gazeteci için hayli çetrefil bir iştir. Türkiye’nin en hacimli reklamverenlerinden biridir Koç Holding. İstemeleri durumunda gazetecinin meslek hayatını, dolayısıyla hayatını zorlaştırabilirler. Bunu ne kadar, ne ölçüde yapmışlardır, yapmışlar mıdır, sahiden bilmiyorum ama bu risk karşısında geri adım atacak da değiliz tabii. Yine de beni bile zorlayacak bir şey kalacaktır. Koç ailesinin üzerindeki mitolojik perde olacaktır bu... Zorlarsa bu zorlar yani. Toplumun içindeki dokunulmaz perde Koç ailesinin zenginliği bize mitolojik bir zenginlik, mitolojik bir servet, mitolojik bir bolluk olarak yansıryansıtılır ve buradan Vehbi Koç anekdotlarına kadar geri sarılabilecek meseller, gizemler, kıssalar ve hisseler dökülür önümüze. Zenginliği ve zenginliğin kullanımını anlamamız için tavsiyeler, prensipler... Zenginliğin pek de matah bir şey olmadığına bizi ikna etmesi beklenen kurallar silsilesi, kader cilveleri. Zengin mahallesinin hemen karşı sırasında Sabancılar’ın zenginliği ne kadar ayakları yerde, ne kadar taşralı ise, Koçlar’ın zenginliği kaşla göz arasında Angara’nın g’sini yutmuş, bir o kadar koket, bir o kadar Cumhuriyet mitolojisidir. Holdingin katı prensipleri, binlerce çalışanın iş güvencesi ve ücret politikası açısından içinde bulundukları durum, devletle ilişki ve pazarlıkları ailenin hem fazla içimizde hem de fersah fersah uzağımızda oluşunun yol açtığı medcezirde tam görünecek, dışarı sızacakken hemen tekrar örtülüverir. Koç ailesi Türkiye toplumunun hemen içindeki aşılmaz mesafe, hemen önündeki dokunulmaz perdedir. Mitoloji o daracık alanda ürer, üretilir. Gökten inen koç ne denli mitolojikse, Cumhuriyet’le büyüyen Koç ailesi de o denli mitolojiktir yani... Ali Koç’un futbola ‘inişi’ Ali Koç’a ilişkin bir yazı yazmaya karar verince haliyle diğer iki oğul (genç yaşta vefat eden, bir Koç ailesinin tutumlu olduğu eskiden beri söylenir durur. Tabii, tutumluluk da ölçü ölçüdür. Tutumlusundur ama başkan seçilirsen kulübün kasasına 100 milyon Avro da koyacaksındır. Bu meblağı önceden vaat etmişsindir. Böyle meblağları yazarken hep yanlış yapmaktan korkarım, tasavvur etmem bile zordur çünkü. Fenerbahçe’nin dün ve bugün gerçekleştirilen kongresinde Ali Koç, Aziz Yıldırım karşısında başkanlık için yarışıyor. dönem Sankt Georg’da okul arkadaşım da olmuş Mustafa ve sanatsever, koleksiyoncu ve holdingin yönetim kurulu başkanı Ömer) ve baba Rahmi Koç’u da düşünüyor insan. Önce üç rakamının (başı, ortası, sonu olan bir rakam olması hasebiyle), sonra da baba ve üç oğul toplamının mitolojik ve edebi çağrışımları beni Thomas Mann’ın ‘Yusuf ve Kardeşleri (Joseph und seine Brüder, 19331943) adlı cilt cilt yayımlanan dev yapıtına götürmekte. Oğulların sayısı tutmuyor ama Thomas Mann’ın bu yapıtıyla hedeflediği şey çok önemli. Kuran’da da İncil’de de yer alan Yusuf ve kardeşleri efsanesini dünyevileştirerek, sekülerleştirerek Naziler’in Alman ve Antik Yunan mitolojisini istismar edişine karşı durmaya çalışır Thomas Mann bu yapıtında... Ben de yazımın başında bu Koç mitolojisine de ğinerek, böylesi mitolojik bir servetin sahibi Ali Koç’un niçin futbol kadar güncel, maç kadar senkronik, taraftarlık kadar eşitleyici, spor kulübü kadar düzayak ve dünyevi bir yere indiğini, inmeyi bu kadar istediğini anlamaya çalışıyorum. Hobi, tutkunun evcilleşmiş hali O zaman ister istemez zengin çocuğu olmanın nasıl bir şey olduğunu da anlaması gerekiyor insanın. Koç ailesinin tutumlu olduğu eskiden beri söylenir durur. Tabii, tutumluluk da ölçü ölçüdür. Tutumlusundur ama başkan seçilirsen kulübün kasası na 100 milyon Avro da koyacaksındır. Bu meblağı önceden vaat etmişsindir. (Böyle meblağları yazarken hep yanlış yapmaktan korkarım, tasavvur etmem bile zordur çünkü.) Çocuklar yoksun kaldıkça tutkuyu öğreniyor olmalı. Tutkuyu bize yoksunluk öğretiyor olmalı. Çocukken ailemizin bize alamadığı, bütçesinden para ayıramadığı bir oyuncağa duyduğumuz arzuya, tutkulu hasrete seneler sonra çok arzu ettiğimiz bir bedenden mahrum kaldığımızda hissettiklerimiz ne kadar da benzeyecektir. Büyük para, büyük servet, çocuklarına tutkusuzluğu öğretir. İlla bir tutku olacaksa bu, onu tutkusuz bırakmış bu paraya tutku(n)luk olacaktır. İşte o zaman her şey hobiye dönüşür. Hobi tutkunun evcilleşmiş halidir. Arzu nesnesine ulaşmanın en pratik, en zararsız, risksiz halini sunar hobi, edinene... Hobi, para sahibinin çaresizliğinin dışavurumudur böyle bakıldığında. Rahmi Koç’un üç oğlu da hobilerine geniş zaman ve para ayıran insanlar oldu hep. Mustafa Koç’un ralli, model uçak, golf ve vahşi yaşam fotoğrafçılığı ile geçiyordu kendine ayırdığı saatleri. Ali Koç’un Fenerbahçe’ye bağlılığı o kadar yaygın bir bilgi ki başka bir merakını öğrenemiyoruz onun... Ortanca kardeş Ömer Koç’un sanatseverliği, Osmanlıca merakı ve bilgisi, eski ve nadir kitap koleksiyonu ise müthiş hikâyeler barındırıyor içinde. Dünya çapında bir koleksiyoner o. Otoportre ve (ölümcül) erotik eser koleksiyonundan haberdar olduğumdan, hayranı olduğu ve tablolarını topladığı bazı ressamları (mesela Egon Schiele) duyduğumdan beri onun hobilerinin tutkuya en fazla yaklaşan olduğunu düşünürüm. Tutku böyledir çünkü; aşk için, sanat için, arzu için, devrim için ölürsünüz bir noktada. Hobi için ise en fazla 100 milyon Avro gibi meblağlar hibe edersiniz. Ama hobi aynı zamanda arzunun en rasyonalize olmuş halidir. Peki, Fenerbahçe’nin özellikle son yıllardaki abartılı ve irrasyonel kimlik ve başarı iddiasına bir hobicinin rasyonalizasyonu hitap edebilecek midir? Bakalım öğrenme şansımız olacak mı?.. [email protected] ‘Acıların kazananı’ bir öncü müzisyen Bu kaçıncı dünyadır batacak Orhan Baba? TAYFUN ATAY Yıllar önce “Orhan Baba bizim Elvis’imizdir” diyen bir yazı yazmıştım, bazı gençler “Kafayı yapmak için ne aldın abi” diye tepki gösterdi bana... Şimdi Orhan Gencebay’ın ekranlarda vızır vızır dönen deodorant reklamına bakıyorum, acaba gerçekten o zaman bir şeylerle kafayı mı yapmıştım diye düşünmeden edemiyorum! Atlantik ötesinden buralara bir kısa kültür tarihi turu yaparak dağıtmaya çalışalım efkârımızı... ‘Blues’, ‘Rock’n’roll’, Arabesk Elvis’i Amerika’da var eden “rock’n’roll” ile Orhan Baba’yı bizde var eden “arabesk”, farklı coğrafyalarda benzer ekonomik, demografik ve kültürel dönüşüm dinamiklerinin sonucudur. “Rock’n’roll”un altyapısında “blues” ve “country” müzik bireşimi var. “Blues”, siyah kölenin anavatanından taşıdığı müziğin Avrupa kökenli armoni ile kaynaşmasından çıkar ve Amerika’da Afrikalı olmanın anlamıdır. Blues’u siyahın Güney’le sınırlı müziği olmaktan çıkarıp tüm Amerika’ya yaymayı düşünen yapımcılar, onu “Siyah gibi söyleyecek Beyaz” arayışlarında “countrywestern” söyleyen kamyon şoförü Elvis Presley’i buldular. Böylece “ryhtmandblues” ile “countrywestern” buluşmasından çıkan “rockandroll”, Elvis’le varlık kazanmıştır. Bu, Amerika sokaklarının yoksul çoğunluğunu oluşturan iki göçmen kesimin; “Afrikalı köle” ile “Avrupalı köylü”nün duygu tellerinin melezleşmesidir. Türkiye’de arabeski patlatan da iç göç sonucu 1970’lerin büyük şehirlerinde giderek fark edilir hale gelen “fabrika köleleri” oldu. Onların kentin kıyısındaki yaşam mekânlarıyla da (“gecekon du kültürü”), onları şehir merkezlerine ulaştıran taşıtlarla da (“dolmuş kültürü”) tanımlanır arabesk... Bu insanların “anavatan”ları olan kırsal iklimdeki müziğin (“folk müzik”/ halk müziği), uyarlanmaya zorlandıkları şehrin kültürel örüntüsünde karşılığı yoktu. Arabesk, geride bırakılmış topraklardaki (folk) müziğin motifleriyle şimdi yaşanan şehirlerde yaygın; “saray geleneği”nden çıkarılıp modernize edilmiş müzik (“sanat müziği”) ile Batı burjuva kültürel örüntüsünden uyarlama “pop müzik” (“hafif Batı müziği”) motiflerinin karması olarak doğuş buldu. Öncüsü de “Orhan Baba”dır. Orhan Gencebay, ‘Batsın Bu Dünya’yı tüketim kapitalizminin kalbi demek olan reklam endüstrisi bünyesinde, artık ‘acılı’ olmaktan alabildiğine çıkarıp mizahi bir hafiflikle işlerliğe sokuyor ve hâlâ iyi kazanıyor. Batsın Bu Dünya 123 Orhan Gencebay, Türkiye’de büyük şehirlerin yoksul çoğunluğu haline gelmiş “Anadolu köylüsü”nün kaybolmuşluk hissiyle dolu ürkek duygu tellerini “şehirli” üslupla titreten ilk müzisyendir. “Batsın Bu Dünya” da, Gencebay müziğini çözümleyen etnomüzikolog Martin Stokes’un değerlendirmesiyle, hem sanat, hem halk, hem de Batı pop müziği unsurlarının devrede olduğu ilk şarkıdır. O, acılı ve ezik haldeki kentleşmiş (“kentlileşmiş” değil) köylülüğün ruh haline tercüman bir karakteristik örnektir. Ama şarkı hâlâ tedavülde olsa da bu tespit çok eskilerde kaldı. Çünkü Türkiye’de kent göçmenlerinin konumu “kıyı”dan (gecekondudan/varoştan) “merkez”e doğru değiştikten, bir başka deyişle “kırın kenti fethi” gerçekleştikten sonra; Artık (bir başka Gencebay “hit”iyle söyleyelim) “Ben Doğarken Ölmüşüm” demek yerine, Tatlıses cüretkârlığıyla “Ben de İsterem” der hale gelindikten sonra; Orhan Baba da “Batsın Bu Dünya”yı yeni zamanlara ve “zamanın ruhu”na uyarladı. “Remiks” olarak 2000’ler başında çıkan yeni “Batsın Bu Dünya”, artık 1975’teki orijinalin den bir hayli farklıydı. Acı yerine keyfi, hüzün yerine neşeyi, eziklik yerine de hırs ve hınçla sarmalanmış yırtıcılığı aksettiren bir tempo ile şekillenmekteydi. Bu, 2000’ler Türkiye’sinin görsel kitle kültürü eşliğinde neoliberalizmin hâkimiyetine girmiş ortamına uyarlanmış bir “Batsın Bu Dünya” idi. ‘Burunların selâmeti için’ Şimdi ise Orhan Baba, bu “kült” şarkının o remiks uyarlamasını bu defa bir reklam cıngılına malzeme yaptı. Hem de “marka”laştırmanın ötesinde “makaralaştırarak”... Reklam bir toplu taşım aracında geçiyor ve son zamanlarda bu araçlarda sıkça gündeme gelen “koku” sorunundan tematik olarak besleniyor. Bir deodorant reklamı bu ve “Batsın Bu Dünya”nın remiks girişiyle başlıyor: “Daha güzel, daha mutlu, daha âdil, sevgi dolu bir dünya için... Barış için, insanlık için...” Ama ardından hop: “Burunların selâmeti için!..” Müteakiben “Baba”, koltuk altındaki ter, gömleğinden kusmuş olan otobüsteki gence, “Sen, sevgili kardeşim! Koltuk altını kamuya açan kardeşim” hitabıyla yaklaşıp onun kulağına “[deodorant markasının adını telaffuz ederek] kullan” diye fısıldıyor. ‘Dünya battıkça’ o hep kazandı! 1970’lerden 2010’lar Türkiye’sine toplumca ekonomik, demografik ve kültürel açıdan katettiğimiz yolun bir izdüşümü aslında “Batsın Bu Dünya”nın bu 3 hali... Orhan Baba onu önce gecekonduda da, dolmuşta da ter koka koka yaşayan; ama bir yandan da müzikokültürel açıdan “Sarıl da gir koynuma// Terim ilaçtır benim” diye özetlenebilecek bir altyapıdan gelen insanlar için üretti. Ve iyi kazandı. Sonra onu 2000’ler Türkiye’sine, “kentleşmiş köylülüğün” yeni psikokültürel dinamizm ve motivasyonu doğrultusunda uyarladı. Yine iyi kazandı. Bugün de tüketim kapitalizminin kalbi demek olan reklam endüstrisi bağrında, artık “acılı” olmaktan alabildiğine çıkarıp mizahi bir hafiflikle işlerliğe sokuyor ve hâlâ iyi kazanıyor. Reklam için görüşlerini soranlara “Son derece güzel” demiş o. “Dünyada 12’nci, Türkiye’de 1’inci sıraya girdi” diye de eklemiş. Tabii reklamın bir “toplumsal sorumluluk” yerine getirdiğini düşünenler de var. Nihayetinde metrolarda, otobüslerde kokumuzdan geçilmiyor ya, “deodorant ferahlığı”na lâf etmek kimin haddine?! O zaman bize ne düşer ki?.. Âleme uyalım, yine kafayı yapalım ve hoplaya zıplaya pür neşe şakıyalım: Batsın bu dünya!.. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle