Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 2 atar damar Melİs Alphan Süreyya Su 3 Hazİran 2018, PAZAR Din bu Venedik Bienali’nde ‘Vardiya’mız var! 16. Venedik Mimarlık Bienali’nin açıldığı gün, bir grup gazeteci, pek çok ülke pavyonunun yer aldığı Giardini’deyiz. Görülecek bir ana sergi, ziyaret edilecek 60’ın üzerinde ülke pavyonu var. Zamanımızsa az. Bienal’in en çarpıcı sergilerini işaretlemişiz. Benim listemde, inşaat ve çevre ilişkisini/çelişkisini konu eden projeler var. Ama listeden birkaçını eleyip kendimizi aslında ziyaret etmeyi düşünmediğimiz İsviçre Pavyonu’nun önündeki uzun kuyrukta buluyoruz. Az önce açıklanmış, Altın Aslan’ı İsviçre Pavyonu kazanmış. Bedeni odağına alan Hollanda Pavyonu’nun veya sermaye, dijital teknolojiler, jeopolitik dönüşüm, iklim değişikliği, popülizm ve toplumsal eşitsizliğin “vatandaşlık” kavramını nasıl değiştirdiğini ortaya seren ABD Pavyonu’nun önünde 3 kişi bile sıra olmazken; Ödülü aldığı duyulur duyulmaz İsviçre Pavyonu’nu tıklım tıklım dolduran insanlar... Hepimiz, ister istemez, hep ya da bazen, gösteri toplumunun bir parçası oluveriyoruz. İsviçre Pavyonu’na girmek için sırada beklerken bunu düşündüm. Ödül aldığını duyunca koştur koştur gitmek yerine, bu pavyonu her halükârda ziyaret etmeliydim. Kentlerde halkı basık tavanlı konutlara tıkıştırılan bir ülkeden geldiğime göre, konutlarda ölçeğe bakış atan İsviçre Pavyonu’nu görmeden ayrıldığım bir Bienal ziyareti eksik kalmaz mıydı? Türkiye Pavyonu etkileyici olmaktan da öte Bienal’de etkileyici iş çok. “En çok hangisi heyecanlandırdı” diye soracak olursanız, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) koordinasyonunda, Schüco Türkiye ve VitrA eş sponsorluğunda gerçekleştirilen Türkiye Pavyonu’ndan başkası diyemem. Dünya çapında tecrübeli pek çok mimarın yer aldığı Bienal’e gencecik bir mimarlık öğrencisi bırakın katılmayı, gelip gezmek için bile parasını denkleştiremez. Türkiye Pavyonu tam da bu yüzden etkileyici olmaktan çok öte. Hem tutucu, bağnaz, içe kapalı; hem modern, rahat, açık görüşlü BipolarMüslüman özne İçinde yaşadığımız zamanın toplumunda dindar olmanın çelişkisi “yeterince Müslüman olmama” düşüncesinin yarattığı ıstırap ile “yeterince tüketici olamama” halinin neden olduğu tatminsizlik arasındaki gerilimde en açık ve en çok kendini ifade ediyor. Bunun örneklerini radyo kanallarında gezinirken kolaylıkla bulabilirsiniz. Haftanın birkaç günü sürekli şehirlerarası seyahat ederken radyo kanalları arasında çokça geziniyorum ve Türkiye’nin toplumsal gerçekliği ile ilgili birçok veriye ulaşıyorum. Toplumsal gerçeklik diyorum, çünkü radyonun TV ve internete göre daha iyi temsil edici olduğu kanısındayım. Televizyon kanallarının neredeyse tamamen yekpare olduğu bir dönemde ekranlara bakarak toplumun manzarasının seyredilebileceğini artık pek sanmıyorum. İnternet de hâlâ toplumun sınırlı bir temsilini verebilecek durumda. Radyolar ise eleştirel ve muhalif görüşlerin seslenebilmesine, toplumun her kesiminin fikir ve görüşünü duyurabilmesine imkân veren bir mecra olarak duruyor. Radyoların ‘söz efendileri’ Lakin bu mecra da aslında yine çok sınırlı. Özgür söz söyleme özelliğine sahip birkaç radyo kanalı var sadece, geriye kalanlar da ya çeşitli tür müzik yayını yapıyor ya da sabah akşam dini propaganda yapıyor. Ayrıca ve asıl önemlisi, söz konusu özgür sözlerin sesini duyuran radyo kanallarını İstanbul sınırını geçip ilerledikçe artan hışırtıyla bir süre sonra dinleyemez oluyorsunuz. Ama dini propaganda yapan radyo kanalları (iman gücünden midir!) neredeyse tünellerde bile hiç bozulmayan netlikte yayın yapabiliyor. Anladığım kadarıyla Türkiye’deki her tarikat ve cemaatin bir radyo kanalı var. Buralarda sabah akşam bazı dini kişiler, (“dini kişiler” diyorum, çünkü bunların hepsi ilahiyatçı olmayabiliyor ama kendi topluluğunun muteber “söz efendileri” olmak gibi özellikleri var) insanlarda “yeterince Müslüman olmama” düşüncesini yerleştirmeye çalışıyorlar. Tarihsel gerçeklikle pek bağdaşmayan peygamber, sahabe ve evliya hayatlarının, Platon’un “idealar dünyası” gibi, her şeyin mükemmel formuna sahip modeller olarak anlatı Türkiye’de her tarikat ve cemaatin radyo kanalı var. Buralarda ‘söz efendileri’, insanlarda ‘yeterince Müslüman olmama’ düşüncesini yerleştirip, bugünün dünyasında yaşayan Müslümanlarda eksiklik duygusu oluşturmayı amaçlıyorlar. Bu da din aracılığıyla vicdanları sömürmeyi mümkün kılan bir işlevi yerine getiriyor. mıyla bugünün dünyasında yaşayan Müslümanlarda bir eksiklik ya da yetersizlik duygusu oluşturmayı amaçlıyorlar. Bu da din aracılığıyla vicdanları sömürmeyi sürdürülebilir kılan bir işlevi yerine getiriyor. Şifa piyasası, helal piyasası Böylece bir inanç ekonomisinin en önemli dayanağı olan “şifa piyasası”nın müşterileri üretiliyor. Her derde deva hilyei şerif posterleri, bazı hadislerle kutsiyeti tescilli duaların yazılı olduğu muskalar, cildi ve sayfa düzeni farklı farklı tasarlanmış Kur’an kitapları, elektronik seccadeler, çörek otu yağı, hoca efendilerin hikmetli sözlerini içeren kitaplar vs. pazarlanıyor. Burada konu ettiğimiz gerilim hattının diğer ucundaysa “yeterince tüketici olamama” halinin kaygıları var. İnanç piyasası sadece şifa piyasasından müteşekkil değil; “helal piyasası” da var. Yani bir yandan bu dünyayla çileci bir ilişki empoze edilirken, diğer yandan helalinden olmak kaydıyla hazcı bir ilişki de vaat ediliyor. He lal tatil köyü ilanlarından cinsel performans arttırıcı ürünlere kadar, günümüz tüketim toplumunda seküler bireylere sunulan ne kadar arzu nesnesi varsa, onların helal versiyonları üretilip dindarlar için alternatif olarak pazarlanıyor. Semptomdan sendroma ‘postİslam’ durum Bu gerilim hattının altında kanımca “bipolar bir Müslüman özne” üretiliyor. Duygu geçişleri çok keskin: bir an aşırı tutucu, bağnaz, takıntılı, öfkeli, kendi içine kapalı; başka bir an modern, açık görüşlü, rahat, hoş görülü, iletişime açık... Bu bipolar özelliklerin yanında “özne” dememin nedeni de, politik gerçekliğe göre sık sık tavır değiştiren önderlerine tabi oluşları. Böylece dünya görüşü ve hayat tarzındaki tutarsızlıklar, bipolar Müslüman öznenin normali haline gelerek semptomdan sendroma dönüşüm geçirmekte ve “İslamsonrası” (postİslam) bir duruma işaret etmekte. Venedik Mimarlık Bienali’nde Türkiye Pavyonu. Küratörlüğünü Kerem Piker’in, yardımcı küratörlüğünü Cansu Cürgen, Yelta Köm, Nizam Onur Sönmez, Yağız Söylev ve Erdem Tüzün’ün üstlendiği “Vardiya” projesi için tüm dünyadan mimarlık öğrencileri, bir açık çağrıyla Türkiye Pavyonu’nda buluşmak ve birlikte üretmek üzere davet edildi. Başvurular arasından 112 mimarlık öğrencisi seçildi. Şimdi bu öğrenciler Bienal’in sonlanacağı kasım ayına kadar birer haftalık vardiyalar halinde Venedik’e gelerek Türkiye Pavyonu’nda farklı başlıklardaki atölyelerde üretim yapacak. Tüm masrafları İKSV tarafından karşılanacak. Bir vardiyada, kent nüfusunun yüzde 30’u olan çocukları gözetmeyen kent tasarımı sorgulanacak; bir diğerinde Venedik sokaklarında BTipi bir korku filmi çekilecek, bir başkasında vahşi kapitalizmin kentlerdeki soylulaştırma projelerini irdelenecek. Kosta RikaMardin Artuklu karşılaşması, buluşması Kerem Piker’in dediği üzere, “Venedik Bienali gibi, 23 günlük gezilerle 60’dan fazla ülke sergisinin gezildiği bir yapıda, hemen hepsi bir süre sonra görünmez olacak, dünyanın en ilginç şeyi bile sıradan gibi algılanacak.” Oysa Türkiye Pavyonu 25 hafta boyunca yaşayan bir öğrenim ve üretim platformu olacak; Kosta Rika’dan bir öğrenciyle misal, Mardin Artuklu Üniversitesi’nden bir genci buluşturacak, karşılaştıracak. Birlikte düşünmelerini, soru sormalarını, üretmelerini sağlayacak. “Vardiya” aslında, vaat ettiğinden çok daha fazlasını gerçekleştirecek. Toplumsal barışın yolu hiç şüphesiz karşılaşmalardan geçer. “Bir ülke neyi temsil eder, neyi konu eder?” diye soruyor ve cevabını veriyor Yelta Köm: “Vardiya bir karşılaşma ortamıdır derken, bunu başka dillerle, coğrafyalarla karşılaşmak anlamında da kullanıyoruz.” Türkiye Pavyonu insanlığı düştüğü çukurdan çıkarmanın yolunu bir sergiyle göstermek yerine, çoktan o yola çıkmış gidiyor bile. Uğur Bİryol Öteki Farklılığın ötekileştirilmediği bir Karadeniz manzarası ben Ordu’nun simgesi Harut Usta İbrahim Dizman’ın İletişim Yayınları tarafından basılan, “Adı Başka Acı Başka” isimli eseri, Ordu’da varlığını sürdüren tek Ermeni, Harut Usta’nın yaşamına odaklanan iyi bir belgesel anlatı. Kitabın oluşum sürecini Dizman’la konuştuk. Harut Usta, 93 yaşında. Hâlâ dinç, iyimser ve hayata sımsıkı tutunmuş vaziyette. Yazları Ordu’da yaşıyor. Bu şehrin simgelerinden biri. Onu tanımayan, sevmeyen, sohbetine katılmayan az. İnsan olarak sevecen, iyi kalpli, bir bakırcı ustası olarak da çok maharetli. O aslında bu şehrin tarihinin bir andacı. “Karadenizli olmamama rağmen bu bölge Trabzon’daki üniversite yıllarımdan beri ilgi alanımdaydı. Ordu’da yaşamaya başladıktan sonra bu yörenin tarihsel derinliğinin yeterince işlenmemiş olduğunu fark etmiştim. Dünyanın ilgi alanındaki Mithridates’in kayıp kenti buradaydı; antik dünyanın en ünlü söylevleri Ksenephon tarafından burada söylenmişti; Argonotlar Efsanesinin adını taşıyan tek yer, Yason buradaydı. Edebiyatın yanına tarihi koymak beni heyecanlandırıyordu ve bu yöreyle ilgili çalışmalarımı da hep bu perspektiften yürüttüm.” Böyle diyor yazar İbrahim Dizman ve devam ediyor anlatmaya: “Ordu hem köklü bir geçmişe sahip hem de yeni bir kent. Antik döneme uzanan, yukarıda sözünü ettiğim hikâyeleri de var bu kentin; şimdiki yerine 18. yüzyılda yerleşirken oluşmuş hikâyeleri de... Farklı etnik kimlik ve inançtan insanların bölgedeki diğer kentlere nazaran daha bir barış içinde, ötekileştirmenin uzağında yaşamışlığı da var. Bunun, Anadolu yaşam kültürü için değerli veriler olduğunu düşünüyorum.” İbrahim Dizman’ın (solda) Harut Artun’un (sağda) yaşamına odaklanan kitabı okurla buluştu. ‘Bir yaz boyu söyleştik’ Dizman, Ordu’da yaşamını sürdüren Ermeni Harut Usta’nın hikâyesini bize nasıl ulaştırma çabası gösterdiğini de şöyle aktarıyor: “İletişim Yayınları’ndan önceki yıl yayımlanan bu kitabın arka planında, yukarıda sözünü ettiğim yöredeki barış duygusunun köklülüğü var aslında. TürkRumErmeni ilişkilerine dair dinleye geldiğim hikâyeler büyük oranda, birbirine sahip çıkma, öfkeyi değil dostluğu öne çıkarma üzerineydi ve bu genel algıya pek uymuyordu. Devletlerin ve tek tek kişilerin suçlu ama halkların masum olduğu fikrinin somutlaşmış örneklerini çok dinlemiştim burada. Uğurcan Ataoğlu ile birlikte Ordulu yaşlı bir Ermeni’nin yaşamını konu alan “Hrant Amca: Memlekete Dönüş” adlı bir belgesel film çekmiştik ve izleyenleri şaşırtan, duygulandıran bir sonuç elde etmiştik. Ertuğrul Günay, biliyorsunuz Orduludur, eski adıyla Ermeni Mahallesi’nde doğmuş, büyümüştür. O, Ordu’da yaşayan Harut Usta’yla ilgili bir çalışma yapmamı önerdi. Heyecanlandım. Harutyun Artun’un babasının yaşam öyküsü olağanüstü bir film gibiydi. Onu eksen alarak ama ulaşabildiğim Ordulu başka Ermenilerin hikâyelerini de katarak bir belgesel roman olarak kaleme aldım Adı Başka Acı Başka’yı. Yazma aşamasında Harut Usta ile bir yaz boyu her akşam saatlerce söyleştik. Kaynaklara ve tanıklara ulaşarak anlatılanları teyit ettim; arşivleri taradım. Kitap tahminimden öte bir ilgiyle karşılandı, kısa sürede iki baskı yaptı, üzerinden iki yıl geçti ama hâlâ okunuyor.” Güvercin tedirginliği yok değil Dizman, “Kitap yayımlandıktan sonra onun yaşamında değişiklik oldu, evet. İmza günlerine, söyleşilere onu da katmaya özen gösterdim. İnsanlığın geleceğine olan inancım biraz daha arttı bu kitapla” diyor. Yine de zor değil mi yaşamak, ne kadar memleketi de olsa, bunca yaşanan dramatik ve trajik olaya baktığımızda?.. Dizman yanıtlıyor: “Harut Usta yalnız hissetmiyor kendini, Anjel Hanım, Dikran Bey ve diğerleri de. Bu açıdan bakınca burada olmanın etnik açıdan bir zorluğu yok. Kuşkusuz o ‘güvercin tedirginliği’ni alttan alta hissetmemek mümkün değil, her şey toz pembe değil tabii, ama bu şehre o kadar tutkuyla bağlı ki, olumsuzlukları, zorlukları önemsemiyor bile. Nisan ayı geldi mi Karadeniz’in yağmurlarına kavuşmak istiyor bir an önce; eylülde fındıklar toplanıp kurutulduktan sonra da ayakları geri geri gitse de dönüyor İstanbul’a, yeniden gelmeyi ilk günden özleyerek. O tutku, kötülükleri göz ardı etmesini sağlıyor.” Hayat diyelim... C MY B