Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 8 10 HAZİRAN 2018, PAZAR Hayat ECE TEMELKURAN Neoliberalizmin çaldığı devrimin müzelik hali Hikâyenin tamamını hatırlamak: Gdansk 1980’deki özgürlükçü direnişten bugüne trajik bir dönüşüm yaşadı Polonya. Neoliberal dünya, devrimlerini çaldığı için bugün Türkiye’ye benzer koşullardan geçiyorlar; sağ popülist bir hükümet ve “Bu ülke benim ülkem mi” diye şaşıran bizim gibi insanlar… “Gerçek bir yurtsever ve Avrupa fikrinin savunucusu...” Avrupa Dayanışma Merkezi’nin Direktörü Basil Kerski, yaptığı ödül konuşmasında benimle ilgili böyle deyince kalbimin içinden ılık bir bakır tel geçti. Bu övgünün nasıl hüzünlü şey olduğunu ancak ülkesinin cahilleri tarafından “vatan haini” diye suçlananlar anlar. Ülkeyi sevmek karşılıksız bir aşk hikâyesi. Birkaç gün önce “Türkiye: Çılgın ve Hüzünlü” kitabımın Lehçe edisyonuyla “Yeni Avrupa’nın Büyükelçisi Ödülü”nü aldım. Ödül, bir liman şehri olan Gdansk’da Polonyalı işçilerin 1980’de başlattığı ve ülkeyi değiştiren 40 günlük grevin gerçekleştiği doklarda yapılan Avrupa Dayanışma Merkezi’nde verildi. İşçilerin başlattığı devrimci direniş, o günlerde adını Dayanışma, “Solidarnosc” koymuş, eğitimli orta sınıfı ve isçi sınıfını bir araya getiren hareket, Sovyet etkisindeki otoriter rejime karşı özgürlükçü bir değişimi başlatmıştı. Bu işçi hareketinin lideri Lech Walesa’yı 80’lerde büyüyenler bilhassa hatırlarlar. Hatta 1980 yazında sağ ve merkez basın her gün Lech Walesa’nın ve Gdansk direnişinin haberlerini yapardı; “Bakınız işçiler sosyalizmden ne kadar şikâyetçi” der gibi. Kendi ülkesindeki grevlerin haberlerini yapamayanlar o kadar çok Polonyalı işçi hareketini anlattı ki Gırgır’ın 1980 yazındaki sayılarından birinde bu konuda bir karikatür de çıkmıştı; grevdeki işçilerden biri “Acaba Polonya’da mı grev yapsaydık?” diyordu. “Devir/ Dilsiz Kuğular Zamanı”nı yazarkenki arşiv çalışmaları sırasında görmüştüm. ‘Dayanışma’dan neoliberalleşmeye O günkü özgürlükçü direnişten bugüne trajik bir dönüşüm yaşadı Polonya. Yıllar içinde neoliberal dünya, devrimlerini ellerinden çaldığı için bugün Türkiye’ye benzer koşullardan geçiyorlar; sağ popülist bir hükümet ve “Bu ülke benim ülkem mi” diye şaşıran bizim gibi insanlar… Bu yüzden doklarda kurulan Dayanışma Merkezi ve altı katlı Dayanışma Müzesi, bugünkü iktidarın en sevdiği yer değil. Müzenin Avrupa Dayanışma Merkezi Dayanışma Müzesi (üstte). Müze’nin içinden bir kesit (yanda). direktörü Jacek Koltan müzeyi gezdirirken iktidarın Merkez’i “Avrupa Homoseksüeller Merkezi” diye aşağılamaya çalıştığını söylüyor. Altı katlı müzenin terasından doklara, Gdansk tersanesine bakıyoruz; vinçler, dev gemiler... 16 yaşında hep dev bir yük gemisinin tam ucunda, siyah bir gemici gocuğuyla, filtresiz sigara içmenin hayalini kurmuş benim gibiler için muhteşem bir manzara. Fakat bugün, (sağ olasın neoliberal sistem!) tersanelerde gemi parçalama işlemleri yapılıyor ve işler Uzak Doğu’lu ucuz işçilere veriliyor bu tersanelerde. Uzaktaki küçük bina ise İş Güvenliği Binası, müzenin ihtişamıyla ilgisi olmayan, Demir Perde döneminden kalma kırık dökük bir yer. Sonradan öğreniyorum ki bugünün direnen işçileri, bir zamanlar Lech Walesa ve arkadaşlarının yaptığı gibi hâlâ orada toplanıp konuşuyorlar “Sınıf”ı nasıl savunacaklarını. Müze, benim Avrupa’da gördüğüm estetik ve politik anlamda en iyi siyasi müze. Siz kendiniz görene kadar biraz dolaştırayım sizi. Acıların içinden şortla geçenler Girişte dev bir fotoğraf, işçiler kararlı gözlerle objektife bakmış. Tam anlamıyla ‘sınıf’la fotoğraf çektirme yeri. Müze, hareketin ilk gününden ve ilk mekânından başlıyor. İşçi doklarının içi, işçilerin eşyalarını koydukları yerler, oturdukları masalar, eşyaları. Tavan, o günlerden kalma sarı baretlerle dolu. İşçilerin dolaplarının bazılarının kapağında o günün işçilerinin fotoğrafları ve videoları dönüyor. Paslı dolapların içinden video izlemek çarpıcı bir etki yapıyor. O günlerde kullanılan dev doklar haritasının üzerine yansıyan ışık oyunlarıyla direnişin nasıl adım adım yayıldığı anlatılıyor. Müze oluşturulurken bu lunan sarı taşıma aracının içine girince o taşıma aracını kullanan ve kendisine verilen disiplin cezasıyla hareketin başlamasına yol açan kadın işçinin videosu var. Yanında da Lech Walesa’nın elektrikçi olarak kullandığı kamyonet. “Bu kamyonet” diyor Jacek Koltan, “Aslında siyasi bir araçtı.” O günlerde açık alanda yapılan toplantılarda konuşmak isteyen bu kamyonetin kasasına çıkıyormuş. Müzenin içinde şortlu Polonyalı genç kızlar dolaşıyor. O günlerde gözaltı için kullanılan aracın içine binip bu araçla götürülenlerin filmlerini izliyorlar içeride. Tarih ne acayip şey; eski kuşakların acıları içinden şortla geçebiliyorsun turist olarak. Biraz daha ilerleyince Koltan, “İşte bizim Mona Lisa’mız” diyerek ilerideki tahta panoyu gösteriyor. Bu, işçilerin 1980 yazında upuzun toplantılar yaparak sıraladıkları grev talepleri. İlk talepler siyasi, ekonomik talepler en sonda. İlk madde “Özgür ve bağımsız sendika kurma hakkı”. Bu hak için direnenlerin gözaltına alındıktan sonra geçtikleri sorgu odası da orijinal mobilyalarıyla tekrar ku rulmuş. Sorgucu için bir sandalye, sorguya çekilen için berbat bir tabure. Bu tabureye ellerini kalçalarının altına koydurarak oturturlardı insanları. ‘Gezi’ gibi bir şey 40 günün sonuna gelindiğinde ve müzede yeterince ilerleyince Walesa’nın dönemin iktidarıyla yaptığı uzun ve çetin pazarlığın gerçekleştiği masaya varıyorsunuz. Camlı ahşap masada o günden kalma “Popular” sigarası paketi, gözlük, içilmiş sigaralar, kalemler, ses kayıtlarının olduğu kasetler. Sonra tabii zafer, direnişin bütün ülkeye yayılması, heyecan, mizah. Gezi gibi bir şey! Varşova’daki entelektüeller ve sanatçıların olaya katılması ve başlasın şenlikler! Koltan, direnişin teksir makinesini gösteriyor, çamaşır makinesi parçalarından yapılmış. Bu yeraltı çalışmalarından çıkan en ünlü poster de duvarda: Başında “Dayanışma” yazıyor, altta Gary Grant tabanca yerine Dayanışma Hareketi’ne vereceği oyu taşıyor. İşler düzeliyor tabii ve ülke değişiyor. Hikâye anlatılmaya başlanıyor. Yönetmen Andrzej Wajda’nın çektiği ve Polonyalı dok işçilerinin direnişini anlatan “Man Of Iron” (Çeliğin İnsanları) filminin Altın Palmiye’yi Sean Connery’den alması. Müze direktörü Koltan, “Wajda anlatmıştı, dedikodu ama güzel dedikodu. Sean Connery çok sarhoşmuş ödülü verirken, sallanıyormuş.” Tarih dedikodusuz nedir ki! Walesa hakkında da biraz dedikodu yapıyoruz ama o bizde kalsın. Papa da aramızda! Müzenin tek garip tarafı, o günlerde Dayanışma Hareketi’ni (elbette antikomünist duygularla) desteklediği için Papa Jean Paul’e ayrılan özel oda. Dünyanın bütün ünlü insan hakları savunucularının resimleri video olarak dönüyor bu beyaz odada. Maalesef Rohinga soykırımı ile suçlanan Myanmar lideri Ong San Su Ki’nin fotoğrafını henüz kaldıramamışlar!.. Tarih, keşke sadece saf gerçeklerden oluşsa! Maalesef ne hatırladığımız şimdiki zamanın muktedirleri tarafından belirleniyor. Avrupa Dayanışma Merkezi, hikâyenin tamamını anlatmak için elinden geleni yapmış. Ama ben yine de müzenin girişine dönüp dev işçilerle bir hatıra fotoğrafı çektiriyorum. Ne de olsa hikâyenin tamamını sadece onlar biliyor. İstikrarlı hayal hakikatmiş! Müzik Klasik Türk Müziği’ni Batı müziğiyle birleştiren Gaye Su Akyol, dünyanın dört bir yanında konserler veriyor. Annesinin küçükken Yıldırım Bekçi, Nalan Altınörs, Müzeyyen Senar dinlemesi; babasının Dede Efendi, Ruhi Su’ya aşina etmesi Gaye Su Akyol’un müziğinin altyapısını oluşturmuş. Klasik Türk Müziği’ni psikedelik sulara demirleyen şarkılarında rock’n roll da var, Anadolu pop da, rock da, punk da. Önemli Türk ressamlarından Muzaffer Akyol’un kızı olmasının şans eseri avantajlarını kullanarak sazı eline almış biri değil. Dünyayı çözümleyebilen, sanatına mana katmaya çalışmazken dahi bilge, doğal bir sanatsal yaklaşımı olan Türkiye topraklarında son yıllarda “güzel şeyler de oluyor” dedirten başarılı bir müzisyen. Bu bir Gaye Su Akyol’u övme yazısı değil fakat neredeyse tüm dünya basınında hakkında haber, yorum, röportaj çıkmışken arkada yatan bireysel başarısının altı da çizilmeyi hak ediyor. Gaye; yıllarca Mai, Toz ve Toz, Seni Görmem İmkânsız gibi farklı gruplarda müzik yaptıktan sonra ilk solo albümü ‘Develerle Yaşıyorum’u (2014), daha sonra ikinci albümü ‘Hologram İmparatorluğu’nu (2016) yayımladı. Çok yakında ‘İstikrarli Hayal Hakikattir’ adlı üçüncü solo albümünü yayımlayacak. Hadi grup elemanları maske taksın, ben de pelerin giyerim, biraz da Türk Sanat Müziği söyleriz şeklinde tesadüfen başarı elde edilmez. Gaye. çocukluğundan gelen klasik Türk müziği ilhamını Batı müziğiyle birleştiriyor ve yabancı medyadan övgüler alıyor. Dünyanın en önemli festivallerinde sahneye çıkıyor. Herkes Selda Bağcan hayranlığını dile getirirken o, Belçika’da ‘Turkish Psychedelica Night’ gecesinde Selda Bağcan ile konser veriyor. Çok sayıda ülkede sahneye çıkıyor. Göze parmak sokmadan, bağırmadan, sakince... Ferzan Özpetek’in “İstanbul Kırmızısı” filmi için şarkı besteli yor, şarkıyı seslendiriyor. Aynı zamanda antropolog ve resim yapıyor. Röportajlarında Jung’dan bahsediyor. “Pink Floyd’un dediği gibi / Bir başka tuğla duvarda / Pink Floyd’un dediği gibi / Keşke sen de burda olsaydın” gibi şarkı sözleri yazıyor. Bilinçaltındaki klasik Türk müziğini Ali Güçlü Şimşek ve Görkem Karabudak ile birlikte zaman makinesiyle Gaye Su Akyol günümüze taşıyan Gaye Su Akyol, kadın değil de bu kadar başarıyı elde etmiş bir erkek müzisyen olsaydı, sanırım çok daha fazla konuşulurdu. Üçüncü albümünü yayınlamak için gün sayarken Gaye Su Akyol, yakında yeni bir Avrupa turnesine çıkacak. Onun bu turneleri müziğini paylaşmak ve güzel anılar toplamaktan başka bir şey olarak gördüğünü sanmıyorum. Bu fikri bir röportajında sarfettiği şu cümleler de onaylıyor: “Beş yaşındayken Can Yücel’le tanışıp muhabbet ettim. Bence asıl zenginlik böyle şeylerdir”. MÜJDE YAZICI ERGİN C MY B