22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 HAZİRAN 2018, PAZAR SAYFA 7 Derinlik Göksel Aymaz En nihayetinde Erdoğan da yakalandı ona ‘Sınıf’tan kaçış yok “Onların bir doları varsa bizim 4 lira 70 kuruşumuz var. Dolarcıların bize yetişmesi için daha 4.7 fırın ekmek yemeleri lazım.”  Ak Parti’li Cumhurbaşkanı Erdoğan “Yok kurmuş, murmuş; ne kuru ya! Hepsi hikâye bunların!” dedi ya, işte onun yoksul seçmenlerinden biri de yukarıdaki cümleyi sarf ediyor. “Artık Erdoğan’a oy yok. Erdoğan işverene o kadar hak vermiş ki, adam bana tazminat vermeden işten atıyor. Devlet patronlara destek vereceğine işçilere destek versin.” Bu da başka bir Ak Parti seçmeninin cümlesi ve o, “Bizim en büyük dayanağımız OHAL; bakın hiç grev oluyor mu? Grev kararı alınsa bile hemen müdahale ediyoruz” diyen Erdoğan’a oy vermiş bugüne kadar. Ak Parti seçmeni deyince, işte öylesi de var böylesi de. Öylesini yıllardır o kadar çok gördük, duyduk ki o çeşit bir akıl yürütme tarzına (aslında “akıl tutulması”na) neredeyse alıştık. Ama ikincisine alışık değiliz. Önceki haftalarda protesto eylemleriyle gündeme gelen Flormar firması işçilerinden 35 yaşındaki Selda Kuşçu söyledi bunları. Ve şaşırttı bizi. Kuşçu, altı yıldır çalıştığı firmadan, diğer arkadaşları gibi, sendikalı olduğu için çıkarılmıştı. Evrensel'den Hilal Tok'a şunları anlatıyordu: “Ağır koşullarda, yoğun çalıştığımız halde çok düşük ücret alıyorduk. 10 saat çalışıyorduk, molaları bir dakika geçtiğimiz zaman hakaretlere maruz kalıyorduk, tepki gösterdiğimizde ise başka zor bölümlere sürüp tehdit ediyorlardı. … İnsan insana bu şekilde muamele yapmaz. Burayı ahır, bizi de hayvan gibi görüyorlar.” Ve geldiği nokta: “Erdoğan işverene o kadar hak vermiş ki… Patronlara destek vereceğine işçilere destek versin!” Bir aydınlanma ânıdır bu; sınıf bilincinin bir ışıması. Dünyaya ‘ayık’ bakmak Sınıf ve sınıf bilinci meselesi neredeyse arkaik bir konu artık. Bu kavramlar, sadece siyasetin dilinden değil, düşüncenin uğraklarından, sosyal bilimlerin araştırma gündemlerinden de tasfiye edildi. Halbuki içinde yaşadığımız kapitalizmi, onun ekonomik alanda büyüme, refah, enflasyon sorunlarını, siyasi alanda demokrasi, hukuk, özgürlükler meselelerini, toplumsal sınıflarla ilgili kavramsal çerçeve dışında anlamak ve açıklamak dün de mümkün değildi bugün de mümkün değil. Sınıftan kaçış yok. En nihayetinde Erdoğan da ona yakalanmış görünüyor. O yüzden sınıf, bizim için de hâlâ önemli bir moment. İşçi veya köylü veya burjuva, herhangi bir Türkiye’nin çarpık kapitalizminde emekçilerin kendi gerçekliklerine yabancılaşması, sadece Ak Parti döneminin sorunu değildi. Fakat bu yabancılaşma, Ak Parti döneminde apaçık körleşmeye dönüştü. İnsanca yaşayacakları bir ücret isteyen, çoğu kadın Flormar işçileri 14 Mayıs’tan bu yana fabrika önünde direnişte. toplumsal sınıf bilincinin varlığını sorgulamak demek, “modernleşme”, “yarıfeodal yapı”, “tarımsal yapıların çözülüşü”, “sanayileşme”, “göç”, “kentleşme” gibi çok temel yapısal sorunları olan sosyolojik bir durumu anlamaya çalışmak demektir. İşçi sınıfı bilinci, işçilerin tarih sahnesine açıkça bir “sınıf” olarak çıkışıyla oldu. Bu sınıf, 19’uncu yüzyıl sonu ile 20’nci yüzyıl başlarında Avrupa’nın modern sanayi proletaryasıdır. Dünyaya ayık kafa ile bakan, kendinin bilincinde bir sınıftır bu. 19’uncu yüzyıl İngilteresi’nde, okuma yazma bilmeyen bir işçi, aynen bir vaizi dinlemek için yaptığı gibi, sosyalist bir hatibi dinlemek için kilometrelerce yol teperdi. Siyasi galeyan dönemlerinde okuma yazma bilmeyenler süreli yayınları arkadaşlarına okutur, siyasi toplantılarda bildirileri okumaya ve uzun karar tasarıları oluşturmaya muazzam zaman ayırırlardı. Türkiye’de işçi sınıfı dediğimizde ise, işçiliği bu tarz bir “sınıf” kavramı içinde tanımlayabilme olanaklarının son derece sınırlı olduğu farklı bir gerçeklikle karşılaşıyoruz. Açıklayıcı bir neden, kapitalist modernleşmenin klasik deneyimlerin Türkiye’de olanak bulamamış olmasıdır. Türkiye’nin çarpık kapitalizminde emekçilerin durumu hiçbir zaman çok iyi olmadı. Emekçi sınıfların ekonomik durum ve geçim şartlarında günden güne ağır bozulmalar meydana gelse de onlar politik tercihlerini sınıf çıkarlarına uygun politikalardan yana kullanmadılar, daha çok etnik (hemşericilik), dini (Sünni/Alevi) kimlikler gibi sınıfsal temele oturmayan, güven ve dayanışmaya dayalı çok amaçlı bir gruplaşmanın belirleyici olduğu tercihlere yöneldiler. Yani emekçilerin kendi gerçekliklerine yabancılaşması, Ak Parti döneminin sorunu değildi. Fakat bu yabancılaşma, Ak Parti döneminde apaçık körleşmeye dönüşerek Türkiye normalinin dışında bir hal aldı. Eşine rağmen sendikalaştı Ak Parti’nin sosyal politika çizgisi içinde “vatandaşlık hakkı/sosyal hak” kavramı olabildiğince geriye itilip, “hayırseverlik” kavramı ön plana çıktı. Böylelikle, İslami renklere bürünmüş, ihtiyaçlar üzerinden bir politik tutum ve davranış toplum içinde yaygınlaştı. Bu da, “Kur mur, bunların hepsi hikâye” diyen dindar liderin otoritesine koşulsuz ve sorgusuz bağlanmada elbette önemli bir rol oynadı. Gelgelelim… “Artık Erdoğan’a oy yok” diyen haberin fotoğrafı, fabrika kapısında birikmiş, sıkılı yumrukları inatçı, dik başları örtülü dindar kadın işçileri gösteriyor. Her gece eşini ve çocuklarını sahura kaldırdıktan sonra bir daha uyumadığını, onları işe, okula gönderdikten sonra da sabah eyleme devam etmek için fabrikanın önüne geldiğini söylüyor Kuşçu. Ayrıca, geleneksel muhafazakârlığa aykırı biçimde, erkeğinin sözünü dinlemeyen bir kadın o. Sendikalaşmasına da eylemde olmasına da eşinin karşı çıktığını, engellemeye çalıştığını söylüyor: “Ben sendikalaşma kararı verirken ailem karşı çıktı. … Kimse arkamda olmadı. Ama ben bu haksızlığa dayanamadım. Eşim desteklemiyor ama ben mücadelemin peşindeyim. Ben savunmasam kimse benim hakkımı savunmaz. Direnmekten, hakkımı aramaktan başka çarem yok. Eşim arkamda olmuş olmamış çok fark etmiyor.” Kapitalist modernleşmenin klasik deneyimlerinin Türkiye’de olanak bulamamasının sosyolojik sonucu, toplumun cemaat, aşiret, akrabalık, hemşerilik gibi yatay bölünmelerden sınıf dayanışmasına dayalı dikey gruplaşmaya geçişinin sağlanamaması olmuştur. Muhafazakâr kadın işçimiz bu makus talihe de aykırı biçimde konuşuyor: “İçerdeki işçiler de ses çıkaramıyor, işten atılmamak için. Hiç korkmasınlar! Burada biz yalnız değiliz, bir sürü dayanışmacı arkadaşlarımız var. Flormar’ın önüne çektikleri brandaları buraya desteğe gelen işçilerle birlikte sökeceğiz. … Bunca insan burada kendini yıprattı, ekmeğinin peşinden koştu. Kaç aydır da mücadele ediyoruz, yılmayacağız bıkmayacağız.” Erdoğan’ın ‘zafer krizi’ Böyle olmakla birlikte, bu fotoğraftan abartılı sonuçlar çıkaracak değiliz. Türkiye’nin kadim sosyolojik sorunlarının bir bir çözülmeye, Türkiye işçi sınıfı tarihinin de nihayet bir İngiliz yürüyüşüne başladığını söylemenin imkânı yok; bize bu imkânı ne meşhur Tekel direnişi verdi ne de Soma faciası; 70’lerin yükselen sınıf hareketi bile o düzeye erişememişti. Bu fotoğraf şimdilik sadece bir tek şeyi gösteriyor: Ak Parti’nin “zafer krizi”ni. Çünkü 16 yıldır girdiği her seçimden emekçilerin oylarını alarak galip çıkmış olan Erdoğan ve Ak Parti, bir gün böyle bir fotoğrafla karşılaşma olasılığını akıllarına hiç getirmediler. Montesquieu, “Kişiler ve kurumlar, zaferlerinden ötürü yok olur” demişti. Olağanüstü güncel bir cümle. Seçim atmosferine girmiş Türkiye’de güncel politikanın şimdi böyle trajik bir gerçekliği var. Bu fotoğrafa bakan göz, 24 Haziran’da zafer de kazansa yenilgiye de uğrasa, zafer krizine girmiş olan Erdoğan ve Ak Parti’nin “yok olacağını” görüyor. Her çocuğu seviyor musunuz gerçekten?! Okul Sevmek sorumluluk ister Çocuklarımızı doğdukla defler” listemizde kalıyor; rı andan itibaren pamukla yani “kâğıt üzerinde”. Bun ra sarıyoruz. En iyi şekilde da özellikle hangi sınıf se beslenmeleri, iyi eğitim al viyesine konulacağına ka maları, spor ya da müzikle rar verilemeyen, önce 8. sı ilgilenmeleri için çaba gös nıf, sonra 7. sınıfa konulan, teriyoruz. Parklara, oyun daha sonra kaldırılıp sos alanlarına, sinemaya götü yal bilgiler dersi müfredatı rüyoruz. Sevildiklerini bili na yedirilen, bir süre sonra yorlar yani. 4. sınıfta karar kılınan “Va Peki hiç arabanızla kır tandaşlık ve İnsan Hakları” mızı ışıkta durduğunuzda dersinin bir türlü kendisi mendil satmak için yanaşan ne sürekli ve sağlam bir yer çocuğu sevdiniz mi? Dilenen bir kadının kucağındaki bebeği, sokakta karşılaştığı Mendil satmak isterken saldırıya uğrayan Suriyeli çocuk (İzmir, 2015). bulamamasının payı büyük. Benzer şekilde bir lise öğ rencisi dört yıllık eğitimi bo nız bir Suriyeli çocuğu? Pa yunca sadece bir kere (o da zarda simit satan çocukla sohbet ettiniz mi me seçerse) bir saatlik “Demokrasi ve İnsan Hak sela? Mendil satanı bir el hareketiyle kovmuş, ları” dersi alabilir. Hepi topu bir saat! Önemli Suriyeliyi kendi çocuğunuzdan uzaklaştırmış dersler hiyerarşisinde en sonda yani!.. olabilir misiniz? Dolayısıyla çocuğunuza “ço Gelin başa dönelim. Çocuk aileden, okuldan, cukları çok sevdiğiniz, ama her çocuğu sevme sosyal çevreden, medyadan beslenerek toplu diğiniz” mesajını vermiş olabilir misiniz?! mun bir parçası oluyor. Devlet tüm bunların Hiç çocuklarınıza insan haklarından, hayvan çerçevesini kurgulayan üstyapı. Biz ne kadar haklarından, çocuk haklarından bahis açtınız farkındayız bilmiyorum ama çocuklarımız tah mı? Okulda ne kadar matematik, ne kadar İn min ettiğimizden çok daha fazla nefret söyle gilizce, ne kadar fen bilgisi öğrendiğini merak mi içeren mesajlar alıyor. Önce aileden başla ettiğiniz çocuğunuza hiç okulda insan hakları yarak en azından onları bu söylemlerden koru nı, sorumluluğu, özgürlüğü, demokrasiyi öğre yabiliriz. Sevmenin sorumluluğunu taşımanın nip öğrenmediğini sordunuz mu? nasıl bir şey olduğunu bu şekilde gösterebilir, Bir öğretmen olarak müsaadenizle hepiniz “sadaka kültürü”nden uzak tutabiliriz. adına cevaplayayım: Öğrenmiyorlar!.. Ramazanda fakir evlerine yapılan ziyaretle Eğitimde en yetersiz kaldığımız alanlar rin “afişe edildiği” bir ülkede yaşamanın ağır dan biri “hak temelli” yaklaşım. Demokratik lığını belkide bir nebze bu şekilde hafifletiriz!.. değerleri ne müfredat ne de okul deneyimleri bağlamında ne yazık ki ön plana çıkarabil aysealan79@gmail.com miş değiliz. Temel insan haklarını öğretmek, sorumluluk duygusu geliştirmek gibi konular “amaç ve he Ayşe Alan Siz ‘Flormar’ı, Flormar işçileri kullanıp atıyor! Tüketimin gerçek bedeli İnsanı, doğayı ve emeği hiçe sayan çağımız tüketim modelinin adı “kullanat”. Hız kesmeyen üretim ve tüketim döngüsünü sürdürmede de hızlı moda markalarının üstüne yok. Üç yıl önce yayımlanan “The True Cost” (Gerçek Bedel) belgeseli, tarladan tekstil fabrikasına kadar hızlı modanın tedarik zincirinin her aşamasını takip ederken bu döngüyü gözler önüne seriyordu. Belgeselden aklımda en çok, 23 yaşındaki Bangladeşli tekstil işçisi bir kadının şu söyledikleri kaldı: “Geçen yıl, tarihin en büyük tekstil fabrikası facialarından birinin gerçekleştiği Rana Plaza’da binden fazla insan öldü. Kimsenin, bizim kanımızla üretilen kıyafetleri giymesini istemiyorum.” Kapitalizmi doyurma derdi Küreselleşmeyle birlikte üretimin, üçüncü dünya ülkelerine taşınmasının bu ülkeleri kalkındıracağı savı nasıl da fos çıktı!.. Moda devleri için kıyafet üretiminde başı çeken Bangladeş’te tekstil işçilerinin yüzde 85’inden fazlasını, dünyada bu sektörün en az maaşlı emekçileri olan kadınlar oluşturuyor. Bu kadınlar, son derece kötü koşullarda, hiçbir hakları olmaksızın çalışıyor. Sendika kurmaya kalkıştığında işverenin şiddetine maruz kalanlar bile var. Malum, neoliberal düzenin işleyişini sürdürmek için her yol mubah! Hızlı üretim yapan büyük şirketler, işçilerin sendikal haklarını kullanmalarını engelle yerek, gözü kârdan başka bir şey görmeyen kapitalist sistemi doyuruyor. Dünyanın 93 ülkesinde 650 mağazası bulunan Flormar da bu şirketlerden… “Kullanat” tüketimin kozmetik alanındaki temsilcilerinden olan marka, sendikalı oldukları gerekçesiyle çoğu kadın, 115 işçiyi kapının önüne koydu. Kadın işçiler, 15 Mayıs’tan bu yana fabrikanın önünde direnişte. Direnişteki arkadaşlarına alkış tutan veya selam veren işçilerin de işlerinden olması, sermayenin işçiyi nasıl da hizaya sokmaya çalıştığını gösteriyor. Emek sömürüsüne maruz kaldıkları için sendikada örgütlenme haklarını kullanan kadınların direnişten vazgeçmeye niyeti yok ama. Hatta tüm kadınları, dayanışmaya ve Flormar ürünlerini protesto etmeye çağırıyorlar. Daha ucuza, daha çok üretmenin faturasının kimlere kesildiği ortada. Peki, ya biz; tüketirken bunu aklımıza getiriyor muyuz?! sedaayilmaz@yahoo.com seda yılmaz C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle