Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
29 NİSAN 2018, PAZAR ÇAĞNUR ÖZTÜRK SAYFA 9 Yakın Çekim ‘Taksim Hold’em’ senarist ve yönetmeni Michael Önder: Gezi’ye kutuplaşma dışından bakmak istedim Türkiye prömiyerini 37. İstanbul Film Festivali’nde yapmış olan ‘Taksim Hold’em’, vizyona girdi. Gezi Parkı olayları döneminde akşam bir ev içerisinde geçen film, toplumu, bireyi zekice sorguluyor, insan zaaflarını ortaya döküyor ve bizi bir yüzleşmeye itiyor. Filmin senaristi ve yönetmeni Michael Önder, ilk uzun metrajıyla, üstelik tek mekânda geçen, başarılı bir kara komediye imza atmış. Ve de filmde “Elinde ne olduğu değil nasıl oynadığın önemli” diyor. ? Gezi Dönemi’nde neler yaşadınız, sizi yazmaya iten neydi? Uzun süre Londra’daydım, gidip geliyordum. Buraya yerleşeli 6 ay kadar olmuştu, Gezi başladı. Film olup olmayacağını bilmeden kendi kafamdaki şeyleri toparlama üzerine yazmaya başladım. Daha çok kendi düşüncelerimi, çevremde yaşadıklarımı o dönemde anlamlandırma çabamdı. Film çıkacağından çok emin değildim ama yazdıkça senaryo haline döndü. ? Yani daha çok “Ne yaşıyorum, neler oluyor”u mu sorguladınız? Ben ne yaşadım diye düşündüm. Gezi olayları birçok şehirde kalabalık şekilde yaşanmış bir olay. Benim belki bir fikrim vardı neler olup bittiğine dair ama sonra düşündükçe çok da bir fikrim olmadığını gördüm. Yazdıkça daha çok ortaya çıktı bu. Her insan farklı yaşamış, her insanın katılım derecesi farklı olmuş. Türkiye’de kutuplaşmış iki anlatım oluştu. Biri diyor bunlar düşman, öbürü diyor yok bunlar kahraman… ? Siz neler hissederek yazdınız? Olayın derinliğine inmektense o dönem kendi içimde yaşadığım korkuları, tutarsızlıkları, yaptığım saçmalıkları düşündüm; panik vardı, eğlence vardı, korku vardı, bilmediğim hisler vardı, karışık hislerle doluydum. O dönem oturup kendini hatırlamak bile zor. Amacım hiçbir zaman Gezi’yi anlatmak değildi. Gezi, filmde dışarıda bir etken. Biz çekerken de şunu fark ettik; herkes o kadar farklı bir yerden yaklaşıyor ki bu filmi Gezi’yle anlamlandır mak birçok insanı mutsuz da ede bilir. O kendi deneyimini orada arayacaksa bulama yabilir. Daha çok ba na öğrettiği şey mese la, orada yaşadığım; bir grubun ardından biraz da düşünmeden gitme hali. Bu, ken dimden beklemeye ceğim bir şeydi. Ora da, kendimde ve çev remde gördüğüm ba zı şeylerin; idealler le, davranış arasında ya da günlük hayat larımızda kendi aramızda tartış tığımız kurallar, prensiplerin, bir şekilde uygulanmıyor oluşunu gördüm. Sadece filmde değil o yazdığım kesimin Türkiye’nin İlk gösterimi 37. İstanbul Film Festivali’nde yapılan Taksim Hold’em’in yönetmeni Michael Önder, Gezi olaylarına kutuplardışı bir yaklaşımla odaklandığını söylüyor. her yerinde olduğunu düşünüyorum. Bu spesifik gruptan daha çok Türkiye’ye dair, şu anda bulunduğumuz şeye dair ve bu kutuplaşmış söylemin biraz da dışından bakmak istedim. Bunun da tek yolu sadece kendine dönüp, kendinde bulduğun hataları sorgulayabilmek, belki o zaman bir şeyler değişebiliyor. Bir taraftan diğer tarafa konuşma diye bir şey yok çünkü. Herkes bir kimlik siyaseti üzerinden konuştuğu için senin bulunduğun pozisyon bile seni açıklayan bir şey oluyor ve ağzından çıkan cümleler duyulmuyor. Filmdeki grubun da öyle, kendi içinde, o grubun dışından bir cümle çıktığında grup bir hata veriyor. yoluyla meşrulaştırmak isteseler de ana motivasyon; grup içinde bir doğruda anlaştıktan sonra onu bozmamak. Ben bunu genel hata olarak görüyorum. Bu iletişimsizlik ve konuşamama hali de filmde farklı gruplar arasında değil, grup içerisinde var. Ben bu iletişimsizlik ve konuşamama halinin Türkiye’nin daha genel bir sorunu olduğunu düşünüyorum bunun ve bu sorunun sonuçlarını her gün daha da çok yaşıyoruz. ? Film ile bir çözüm sunuyor musunuz sizce? Bu film ile bunu çözmeye çalışacağım diye bir iddiam yok. Gezi’den sonra kimi insanın yaşadığı hayal kırıklığı üzerine, o duyguya hizmet edecek bir şey yapmanın da çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum. ? Bu grup doğruyu aramada ne kadar başarılı? Bunun içinde değerli ne var, duygusal kısmından ba Doğruyu ararken kendi gruplarına olan bağlılıkla ğımsız, şu an günümüzde hala olan sorunla nasıl ileti rını sorguluyorlar esasında. Biz bir şeyde anlaşmış şim kurabilirizi düşündüm. tık niye bunu bozuyoruz. Her ne kadar o doğruları akıl cagnurozturk@gmail.com Olmayı umduğumla olduğum aynı mı? Karakterleri yazarken nasıl bir denge gözettiniz? Esasında hepsi belli aynı temalar üzerinden davranıyor: Eylem, eylemsizlik ve onun sonuçlarını yaşıyorlar. Rahat bir fanusun içindeyken, dış dünyada olanlar seni rahatsız ediyorsa, bu konuda müdahale etmek nasıl bir karardır, doğru mudur değil midir? Yani şimdi bunu politik olarak konuştuğumuzda herkesin vereceği cevap basit, tabii ki müdahale ederiz ama gündelik hayatımıza geçmeye başladıkça orada o kadar da idealist davranmamaya başlıyoruz. İş arkadaşımıza bir şey oluyor sesimizi çıkarmıyoruz, arkadaşımıza yalan söylediğini bildiğimiz halde sesimizi çıkarmıyoruz, komşumuzun yaptığı bir şeye göz yumabiliyoruz. Bu karakterlerde de var, kimisi nasıl gözüktüğünün farkında değil. Tutarsızlıklarını daha ayyuka çıkmış bir şekilde yaşıyor. Kimisi kendi içindeki korkuyu gizleyip çok daha akıllıca davranıyor. Kendi içinde meşru bulduğu önermeleri, başka insanların hayatlarında olacak sonuçlarını düşünmeden yapılabiliyor. Düşünmek zorunda mı?.. Konuşmalar teoriden pratiğe geçince insanların o gerçek yüzü ortaya çıkabiliyor, ama ben onun da gerçek olduğunu düşünmüyorum. Bu insanın gerçekliği. İzleyicinin de ben bunun neresindeyim ile yüzleşmesini isterim: Olmayı umduğum ve davrandığım insan arasında bir fark var mı? Muhsin Ertuğrul’u saygıyla anıyoruz Tiyatrodan sinema çıkarmış bir usta Modern Türk Tiyatrosu’nun kurucusu ve sinemamızın Tiyatrocular Dönemi’nin tek yönetmeni olan Muhsin Ertuğrul’un (18921979) bugün ölüm yıl dönümü. Şimdiki adıyla İstanbul Şehir Tiyatroları ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk konservatuvarı da olan Darülbedayi’nin (Darül bedayii Osmani) 1927 yılında sanat yönetmeni olan Muhsin Ertuğrul, Almanya’da ve Rusya’da sinema çalışmaları yaptı. Almanya’da İstanbul Film Şirketi’ni kurup "Kara Lale Bayramı" (1918), "Şeytana Tapanlar" (1918), "Samson"(1919); Rusya’da "Tamilla"(1925), "Spartaküs" (1926), "Beş Dakika" (1926) isimli filmleri çekmiştir. 1922’de Almanya’dan Türkiye’ye döndükten sonra film işletmeciliği yapan Kemal ve Şakir Seden kardeşlerle tanışmış, ülkemizde film yapım koşullarının geliştirilmesi için onlarla çalışmalar yürütmüştür. Sinemada her türün prototipini yarattı Muhsin Ertuğrul öncesinde, ülkemizde bazı filmler çekilmiş olsa da onun öncüsü olduğu Tiyatrocular Dönemi’ne (19221939) kadar düzenli bir film yapım sürecinden bahsedilemez. Muhsin Ertuğrul döneminde ilk özel yapımevi olan Kemal Film (1922), arkasından İpekçi Kardeşler’in sahibi olduğu İpek Film (1928) kuruldu. Ertuğrul aynı zamanda Darülbedayi’nin sanat yönetmeni olduğu için, film yapımında gerekli, başta oyunculuk olmak üzere, dekor, kostüm, aksesuar, makyaj vd. unsurlar da bu kaynaktan besleniyordu. Hatta onun için sinemanın ikinci bir iş olduğunu, kış sezonu sonrasında yaz döneminde Darülbedayi’nin olanaklarını kullanarak filmlerini çektiğini eleştirenler olmuştur. Bir diğer yaygın eleştiri, tiyatrodan farklı bir anlayışla yapılması gereken sinemaya “teatral” alışkanlıkları getirmesi ve “filme çekilmiş tiyatro” duygusu veren yapıtlar üretmiş olmasıdır. Operet tarzındaki “Leblebici Horhor” (1923), Nazım Hikmet’le senaryosunu birlikte yazdığı “Karım Beni Aldatırsa (1933)”, ayrıca “Cici Berber” (1933), “Söz Bir Allah Bir (1933) bu tür filmlerdendir. Bu önemli sanat ve kültür adamını anarken şüphesiz ülkemizin sinema sanatına yaptığı katkıları, bu eleştirilerle birlikte değerlendirmek gerekir. Muh Muhsin Ertuğrul (18921979) sin Ertuğrul, Alim Şerif Onaran’ın belirttiği gibi, “Tiyatrocular Dönemi de dahil 30 yıl çalışarak sinemada her türün prototipini yaratmış; stüdyoda film çekme alışkanlığını getirmiş; çekim sırasında da disiplin ve ciddiyet göstermiş”; onunla birlikte Türk sineması düzenli bir film üretim sürecine girmiş ve film yapımı açısından da bir gelişme elde edilmiştir. Ayrıca döneminde ilk özel film yapım evlerinin kurulmasına, Türkiye’nin ilk kapsamlı film stüdyosunun yapılmasına katkıda bulunmuş ve ülkemizde çekilen ilk sesli film olan “İstanbul Sokaklarında”yı (1931) o çekmiştir. Gene ülkemizin ilk renkli filmlerinden “Halıcı Kız”ı (1953) da o çekmiştir. Bu aynı zamanda onun son filmidir. Muhsin Ertuğrul’un filmografisinde özellikle “Ateşten Gömlek” (1923), “Bir Millet Uyanıyor” (1932), “Aysel Bataklı Damın Kızı” (1934) öne çıkan filmlerdir. “Ankara Postası” (1929) ve “Şehvet Kurbanı” da (1940) ses getiren filmlerindendir. Ölümünün üzerinden neredeyse 40 yıl geçen Muhsin Ertuğrul, ülkemizde tiyatroda oyun seyrederken çekirdek yenilen, gürültüyle konuşulan bir ortama getirdiği disiplinle modern Türk Tiyatrosu’nun kurucusu olarak ve de sinemamıza attığı temel nedeniyle her zaman saygıyla anılacaktır. Bülent Vardar devamlılık hatası AYDAN MURTEZAOĞLU BÜLENT ŞANGAR 17 Nisan 22 Temmuz SALT kurucu Garanti Bankası saltonline.org Giriş ücretsiz salt beyoğlu C MY B