17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

29 NİSAN 2018, PAZAR SAYFA 5 Güncel gürer mut Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu eski genel başkanı Rıdvan Budak: 1 Mayıs yoksa demokrasi yok İşçi sınıfının politik mücadelesinin giderek gerilediği bir dönemde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Sanayicilere sesleniyorum, bir tane fabrikada grev söz konusu mu? Böyle bir şeyde biz anında müdahalemizi yapıyoruz. Ve OHAL anında çözüm kaynağı oluyor. Huzurun olduğu bir ortam var, böyle bir ortamda bunlar OHAL’in olmamasını tavsiye ediyorlar. Tezgah bozulacak o yüzden, size biz bu tezgahı bozdurmayız” çıkışı hangi şartlarda 1 Mayıs’a girildiğini gözler önüne seriyor. Bu gündeme ilişkin, Türkiye’de 1 Mayıs’ların tarihini, işçi sınıfının dününü, bugününü ve Türkiye siyasetinde yaşanan sıkışmayı, DİSK eski genel başkanı ve 21. Dönem DSP İstanbul Milletvekili sendikacı Rıdvan Budak ile konuştuk. ? Türkiye’de ve dünyada 1 Mayıs’ın tarihi üzerine ne söylemek istersiniz? Öncelikle bir ülke 1 Mayıs’ı özgürleştiremiyorsa, çağdaş bir demokrasi olmaz. Bunun altını çizmek istiyorum. İlk 1 Mayıs 1919’da İşgal altındaki İstanbul’da kutlandı. Ama 1 Mayıs’ların kitlesel olarak kutlanması 1976’da başlıyor. Benim de o zaman bir sendika başkanı olarak Trakya Çerkezköy’de yönettiğim 1 Mayıs hazırlıkları vardı. Sonra Taksim meydanında Türkiye tarihinde ilk defa izinli, büyük katılımların olduğu DİSK’in öncülüğünde ama TÜRKİş’e bağlı sendikaların da katıldığı çok önemli bir 1 Mayıs denemesini yapıldı. O coşkuyla 1977’ye gelindi ve Türkiye’de Milliyetçi Cephe hükümetlerinin olduğu, Soğuk Savaş’ın olduğu bir dönemdi. Sermaye çevreleri ve onlarla iç içe konumda olan iktidar bu gelişmelerden rahatsız oldu. Böylesi bir atmosferde kutlanan 1977 1 Mayıs’ı çeşitli provokasyonlara ve büyük bir katliamlara sahne oldu. Sonra 1977’de yapılan seçimlerde CHP çok büyük bir çoğunlukla ve diğer partilerden bir takım milletvekillerini de yanına alarak hükümet kurdu. Türkiye bir nefes aldı. 1978 1 Mayıs’ı daha özgür bir biçimde kutlandı. Bir yıl sonraki 1 Mayıs’ta da, Sıkıyönetim vardı İstanbul’da. O yıl izin verilmek istenmedi fakat bütün bunlara rağmen Türkiye’nin dört bir yanında insanlar gerek iş yerlerinde, gerek meydanlarda toplanarak 1 Mayıs’ı kutlamaya çalıştılar. 1980’de zaten Cunta tarafından yasaklandı. Dolayısıyla, 1976’da başlayıp 1980’e gelene kadar beş 1 Mayıs’ın üçü yasaklandı. İkisi özgürce kutlandı, birisi provoke edildi. Yani 1 Mayıs gerçekten işçi sınıfının büyük gücüyle hareket ettiği dönemlerde, özgürce kutlanmasına izin verilmedi. Bu nedir diye bakmak lazım birazda, 1 Mayıs 1886’da tıpkı 1857’de Emekçi Kadınlar Günü’nü doğuran bir olaydan kaynaklandı. İnsanlar 8 saatlik çalışma hakkını elde etmek için greve gittiler. Bu grev kanlı bir biçimde bastırıldı. Ve Amerikan işçi sınıfının tarihe bıraktığı büyük bir olay ola 1977 1 Mayıs’ı çeşitli provokasyonlar sonucunda büyük bir katliama sahne oldu. (Taksim Meydanı, İstanbul) rak, 8 saatlik iş günü hakkına varana kadar mücadele sürdü. Bugün de 150200 yıl önce olan sömürü ve soygun devam ediyor. Paylaşım kavgası devam ediyor. Bugün de çalışma saatleri konusunda çelişkiler var. Bugün bir restorana gittiğiniz zaman oturun bir garsona “ne kadar çalışıyorsun” diye sorun. Asgari çalışma süresi 12 saat. Yani dünya değişti, teknoloji, sanayi gelişti. Ama değişmeyen tek şey sömürünün devam ettiği gerçeği. İşçi sınıfı bir olursa zorluklar aşılır ? OHAL koşullarında gerçekleştirilecek 1 Mayıs’ı nasıl değerlendiriyorsunuz? Elbette bugün OHAL özgürlükleri kısıtlıyor. OHAL mesela çok grev ertelemesi yaptı ki, eğer sendikalar kararlı davranmasaydı, son Metal toplu sözleşmesinde önemli kazanım elde edilmemiş olacaktı. Emek kararlı davradı. O kararlılık işveren sendikasını anlaşmaya zorladı. Enflasyonun yüzde 11 olduğu söylenen bir ülkede işveren sendikası yüzde 5’i nasıl cesaret edip söyledi? OHAL’e güvenerek söyledi. Sermayenin kucağında siyaset yapmak böyle bir şeydir. Oysa hükümetlerin görevi sermayeyle emek arasındaki çelişkiyi asgariye indirmek, ulu sal geliri adaletli biçimde paylaştırmaktır. OHAL bir sınırlamadır. Düşüncelerimizi, özgürlüklerimizi sınırlıyor. Cumhuriyet gazetesinin yöneticilerine yönelik hayali suçlar üretiyor. Dolayısıyla bu çelişkilerin olduğu ülkede 1 Mayıs’ı kutlamaya hazırlanıyoruz. Bütün bunlara rağmen ne yapmak lazım, direnmek lazım! ? Türkiye siyasetinin giderek daraldığı, solun büyük yaralar aldığı günümüzde, işçi sınıfının si yasal temsilciliğini üstlenmenin zorluğu söz konu su mu? 1980 dünya için bir milattı. Türkiye için iki de fa milattı. Küreselleşmenin başladığı dönem dir. Ronald Reagan, Margaret Thatcher ve Turgut Özal ile simgeleşmiş bir dönemdi. O güne kadar Türkiye’nin sol geleneği bütün baskılara, yasakla malara rağmen güçlüydü. Bölünmüşlüğü fazlay dı ama sınıfına yakın duran, işçi sınıfının birlikteli ğini savunan bir anlayışa sahipti. Bugün bu etkin likte bir siyasal kitleselliğimiz yok maalesef. Şim di CHP tabii ki, önemli bir partidir ama CHP iş çi sınıfının, emekçi halkın talebiyle ortaya çıkma mıştır. Avrupa’da sanayi devriminin içindeki sı nıf çelişkileri toplumsal taleplere uygun olarak siyasi partileri ve diğer sivil toplum örgütleri, sendikaları, organizasyonları ortaya çı kartmıştır. Bizim sıkıntımız budur. Bunu aşabilmek için CHP ile bir Rıdvan likte oturup konuşup yeniden ül Budak kenin sanayileşeceği, Türkiye’nin her tarafında insanların işini, aşını, ekmeğini bulacağı, göçlerin önlendiği ve bu ihtiyaca uygun alttan örülen bir siyasal yapılanmanın ortaya çıkması lazım. 18 milyon işçiden 1 milyonu sendikalı ? DİSK’in yaptığı son ankette, işçi sınıfının giderek milliyetçileştiği fakat buna paralel olarak, sermaye egemenliğine karşı çıktıkları, emperyalizme karşı tepkili oldukları ve genel grevin hak olduğunu savundukları bir tablonun ortaya çıktığı tespit etmiş buna ne dersiniz? Bu müthiş bir çelişki gibi geliyor hepimize. Emperyalizme karşı olmak dediğinizde ne anıyorsunuz? Uluslararası sermayenin ülkemizin kaynaklarını, iş gücünü, üretiminin bir bölümünü de olsa kendi kaynaklarına aktarmasını anlıyoruz. Eskiden bunu fiili olarak işgal ederek yapıyorlardı, şimdi finans kurumları aracılığıyla yapıyorlar. Ekonomik ilişkilerle yapıyorlar. Şirketlerimize ortak oluyorlar. Mesela özel sektörde bankalarımızın yüzde 50’sinden fazlası yabancı ortaklı. Dünya’ya bir pazar olarak açılmak istiyorsanız muhakkak onlarla entegre olmanız lazım. Bunları üst üste koyduğunuzda okumayan, yeterince kendini geliştirmeyen, buna fırsat bulamamış, eğitim almamış bir işçi mesela AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın anayasaya kafa tutuşunu bir milliyetçilik olarak anlıyor. Bu hakiki bir milliyetçilik mi, değil. Millicilik ülkenizin kaynaklarına sahip çıkmaktır. Bu kaynakların adaletli paylaştırılmasına sahip çıkmaktır. Bizde bu anlayıştaki millicilik, ırkçılığa kayan milliyetçilik karşısında etkili olamadı. Olamadığı için de, söylediğim noksanlıkları nedeniyle işçi sınıfına bunu tersinden işleme fırsatı buldular. Bir de tabii, 12 Eylül bir tek televizyon kanalıyla, bütün çelişkileri, olumsuzlukları, yanlışlıkları sol’a yükledi. Bunlar gayri millidir diye solun her tonunu suçladılar. 12 Eylül silindir gibi geçti dediğimizde, çeşitli sivil toplum örgütleri ve çeşitli siyasal örgütleri yok etmekle kalmadı, esas büyük zararı toplumun dinamik gücü olan işçi sınıfının örgütlenmesini engelleyerek yaptı. O zaman 4 milyon sanayi işçisinin 2 milyonu örgütlü sendikalıydı. Bugün üretim alanlarında çalışan 1618 milyon işçiden 1 milyonun altında grevli, toplu sözlemeli, sendikal haklardan yararlanıyor. Başta işçi sınıfı sonra toplumun çoğunluğu örgütlü değilse yaşadığımız sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz işte. Sendikal örgütlülük bugün dibe vurmuş durumda. Başımızda grevleri yasaklamakla övünen bir siyaset anlayışı var. Bütün bunları üst üste koyduğumuzda işçilerin sağcılaşmasının sebebi de bu örgütsüzlüktür. Bağış Erten Meslek birlikleri, sendikaları yok; yöneticilerin iki dudağı arasında kaderleri Futbolcuların da bayramı Futbol siyasetin içine girecekse asıl böyle günlerde girmeli. Çünkü onlar da işçi, onlar da sömürülüyor. 1 Mayıs’a en uzak görünenler aslında o kadar yakın ki! Önümüz 1 Mayıs. Pazartesi’ni bağlar, tatil kaçamağı yaparız günü değil, işçinin, emekçinin bayramı… Alanlarda herkese yer var! Sonuçta emeğinin karşılığını alamayanlar ve hakkını arayanlar maalesef her geçen gün çoğalıyor. İşçi kavramı giderek genişliyor, kapsayıcılaşıyor. Spor, özellikle de futbol genelde bu konulara hep mesafeli durur. Siyasetten kaçarken olmaktan korktuğu yerde, tam ortasında yaşasa da, asıl kendisini direkt ilgilendiren böyle konularda garip bir sessizliği var. Sanki orada bir sanayi yokmuş gibi, eğlence endüstrisinin milyonlarca dolarlık bir parçası değillermiş, koca koca işletmeler, bol bol patronlar yokmuş gibi. Oysa gerçek başka. Futbol siyasetin içine girecekse asıl böyle günlerde girmeli. Çünkü ezeni de var, ezileni de. Futbolcuların çoğu ortaalt sınıf FIFPro yani Uluslararası Futbolcular Birliği’nin 2016 yılına dair yayınladığı araştırma son derece çarpıcı verilere sahip. Dünyada futbolcuların sadece yüzde 2’si ayda 720 bin doların üzerinde para kazanıyor. Yani şatafatlı hayatlar, ekrandaki havalı isimler tüm dünyadaki futbolcuların 50’de biri. Büyük çoğunluk hiç de harika koşullarda yaşamıyor. Yüzde 45’i ayda 1000 doların altına çalışıyor. Skalayı genişlettiğimizde veri daha da çarpıcı hale geliyor. Avrupa’daki futbolcuların yüzde 74’ü ayda 4 bin doların altında gelire lama iki sene kalmıyorlar hiçbir yerde. Sürekli bir sirkülasyona uğruyorlar. Her üç futbolcudan birine nereye gitmek istedikleri sorulmuyor bile. Bir yılda on binlerce kilometre yol yapıyorlar. Evlerinden çok otel odalarında kalıyorlar. Aileleri sabit bir şehirde otururken, kendileri sürekli gezgin, sürekli gurbetçi. Futbolda mutlu Bugünün dünyasında sömürüden bağımsız pek bir yer yok. Futbol dahil. emeklilik yok sahip. 4 bin dolar, evet, fena para gibi durmuyor. Ama bir futbolcunun bu mesleği verimli olarak yaptığı süre, bir işçinin kariyerinin ancak üçte biri kadar. O da sakatlanmazlarsa. Oysa 10 sene üst düzey futbol oynayabilen çok küçük bir azınlık var. Yani aldıkları bu parayı en azından üçe bölmek gerekiyor ki asıl rakamlar ortaya çıksın. O da 1500 dolar dahi yapmıyor ki bu onları gelir kalemi açısından bildiğiniz dar gelirli durumuna sokuyor. Asgari ücretli değil belki, ama çok da büyük gelirlere sahip olmayan ortaalt sınıf yani. Dahası da var. Diğer işçilerden farklı olarak iş güvenceleri neredeyse hiç yok futbolcuların. Çoğunun sigortası asgari ücretten yatıyor. Aldıkları paraların ciddi bir bölümü kayıt dışı. İyi çalışan bir meslek birlikleri yok. Sendikaları hiç yok. Yöneticilerin iki dudağı arasında kaderleri. Sözleşmede yazılanın yarısını alırlarsa mutlu oluyorlar. Eften, püften sebeplerle gelirleri kesintiye uğruyor, ceza yiyorlar. Bu kadarla da kalmıyor. Kendi rızaları dışında transfer ediliyorlar çoğu kez. Evleri, yerleri, yurtları hep değişiyor. Memurların tayin hızının birkaç kat fazlası var. Aynı istatistiklere göre orta Böyle anlatınca garip geliyor, biliyorum. Çünkü herkes Süper Lig’e ve onun konforlu dünyasına bakıyor ve oradaki şatafatı görüyor. Gencecik oyunculara verilen akıl kârı olmayan paralar göze batıyor. Oysa hakikaten futboldan zengin olan o kadar da oyuncu yok. Gördüğümüz kadarı buz dağının sadece bir kısmı. Gerçeklik, renkli dünyaların enkazında kalıyor. İnanmıyorsanız futbolu bırakalı on yıl olmuş herhangi bir oyuncuya sorun. Ya da gazete manşetlerinden onları hatırlamaya çalışın. Emlak işine girenler, benzin istasyonu açanlar, vesaire vesaire. Mutlu bir emeklilik sürdüren o kadar az ki! Bütün bunları şunun altını çizmek için yazıyorum. Bugünün dünyasında sömürüden bağımsız pek bir yer yok. İşçi gibi görülmeyenler sadece beyaz yakalılar değil. Futbolcuların ciddi bir bölümü hem sömürülüyor, hem de hakları yeniyor. Önümüz 1 Mayıs. Meydanlar keşke dolsa, keşke futbolcular da orada olsa. Ekran önündekiler için zor ama ya diğerleri. Hiç değilse onlar birleşseler, kendilerini adam yerine koymak için yaşayan ve ölen Metin Kurt’a selam çakan bir pankart taşısalar. Emeğin cephesini genişletseler. Keşke... Metin Kurt yalnızlığı Metin Kurt endüstriyel futbolun daha kök leşmediği, kalelerin yeni yeni zapt edilmeye başlandığı bir dönemin işaret fişeğidir. Oyu nun tüm güzelliklerini yok eden, kişiliksizleşti ren endüstriyelleşmeye karşı bir başkaldırının mimarı olurken bu yolda tek başına kalmak tan da korkmadı. Galatasaray’ın unutulmaz ları arasına giren ‘Çizgi Metin’ mizacıyla fut bol severlerin gönlünde taht kurduğu gibi, ya lın bir sadelikte yaşama düsturunu hiç kaybet medi. Yani, Metin Kurt efsanesinin içinde bü yük paralar, sponsor gelirleri ve piyasa değe ri gibi arayışlar yoktu. Bu tutumu nedeniyle renklerine gönül verdiği takımın 11’inde bile yalnız olmanın sorumluluğunu sırtlamayı ba şarabilmiştir. Emekçi kesimlere yakınlığıyla ön plana çıkan Metin Kurt’un Çizgi Metin’liği işte buradan gelmektedir. Metin Kurt yalnızlı ğı işte böylesi bir yalnızlıktır. Dolayısıyla Me tin Kurt’u anarken onun sırtladığı futbol sen dikacılığı mücadelesini hatırlamak gerekmek tedir. GÜRER MUT C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle