17 Haziran 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 29 NİSAN 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Tesettürün elli tonu Etrafınızdaki kadınlara sorun. Kendi cinsel organlarına hiç bakmışlar mı? Rahatça tampon kullanabiliyorlar mı? Ya da hayatlarında mastürbasyonun yeri var mı? Aldığınız cevaplar şaşırtıcı olacaktır. Birçok kadın, İstanbul’da doğup büyüdüğü halde mahallesinden hiç çıkmamış, denizi hiç görmemiş insanlar misali, bilinçlerinin derinliklerine dövme gibi işlenmiş sınırların dışına çıkamazlar. Kendi bedenlerinde ürkek ve eksik bir hayat geçirirler. Erkek çocuğa bahşedilen ve kız çocuktan esirgenen o kendine güven duygusu onlara verilmediği.... Toplumdaki yerleri gizli mühürlerle ta en baştan en aşağıya itildiği... Kendi bedenlerini utanılması gereken bir alan olarak bellemeleri emredildiği için; Bu utancın üstesinden gelmek istediklerinde sadece kendileriyle değil koca bir toplumla da savaşmak zorunda kalacaklarını bilirler. Ve daha en baştan savaşa uysalca yenilirler. Kendilerine biçilen farklı ölçülerdeki herhangi bir tesettürün sınırları içinde, doğdukları kültürün işaret ettiği yılgınlık alanını da anayurt bellerler. İster çağdaş bir hayatın parçası olsunlar, ister yobaz bir hayatın... Her iki koşulda da yapmamaları gereken şeylerle mühürlenmiş yarı ölü bir varoluşu kabullenmek zorundadırlar. Günah kavramının soyut hapishanesi Başörtülü bir kadının özgürlüğüyle şortlu bir kadının özgürlüğü arasında dağlar kadar fark olduğunu sanmayın. Bedenini kumaşların ardına saklayan kadınla memelerinin sallanmasını dünyanın sonu diye belleyip evde bile sutyensiz dolaşamayan kadın aynı merkezden üretilen bir sosyal ve psikolojik şiddetin mağdurudur. Sorunun kaynağında, kadınla erkeği farklı kodlarla tanımlayan ve bu tanımlamada kadını hayata bir sıfır yenik başlatan, sakat bir kültürel bilinç vardır. Kafası tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışından sonra iyice karışan ve Adem’le Havva’ya incir yaprağından kıyafet biçen insan aklı, sonrasında dur durak tanımadı. Çıplaklığın utanç değil güzellik ölçüsü olduğu zamanlardan bugünlere gelirken geçtiği yollarda da yeni bir şey öğrenmedi. Aksine bildiğini unuttu. Günah kavramının soyut hapishanesine tıkıştırdığı güdülerin lanetiyle, gerçeklikten uzaklaştıkça kötülüğe yakınlaştı. Duygularına, alışkanlıklarına, kültürüne ve yaralarına yaptığı otopsilerin içinden bir türlü çıkamadığı, cinsel kimlikler kaosunda birbirini hırpaladığı bugünlere geldi. Çağdaşlaşmanın bedelini bir yandan da yobazlaşarak yarattığı kaosun gölgesinde yaşadığı akıl tutulmasıyla ödedi. Bu akıl tutulmasının en yüksek faturasını da kadınlara kesti. Kendi bedeniyle barışık olmasının tüm yollarını kestiği kadını, kültürün beklentilerine göre yeniden şekillendirdi. O şekillendirmenin merkezine de derin bir günah duygusu yerleştirdi. Bu duygu o kadar derindi ki akıl, mantık ya da eğitim bile bu derinliğe kolay kolay inemedi. ^¡^ Eğer kadınların gerçekten özgürleşmesini ve hayata erkeklerle eşit bir noktadan başlamasını istiyorsanız... Tüm kültürel tabuları gözünün yaşına bakmadan yıkacaksınız. Onları, erkeklerin duygularına ve zaaflarına göre yaratılmış kuralların beklentilerini karşılamak dışında bir seçeneği olmadıklarına ikna eden dili kökünden kopartacaksınız. Tensel zevklerini cehennemle lanetlemeyeceksiniz. Onun, karşısındakini baştan çıkartan bir şeytan olduğunu anlatan hiçbir masala itibar etmeyeceksiniz. Kadınla erkeğin eşit değil, bir olduğu bir dünyayı baştan yaratacaksınız. Gerçek uygarlığın anahtarı... İnsanlığın önce kendiyle sonra da kadınla yeniden tanışmasında. Aksi halde önce kadına sonra da erkeğe kendince bir cehennem her çağ ve her coğrafya. [email protected] Sağlığı sosyoekonomik eşitsizlik ve bunun yarattığı dışlanma belirler Çok param olsaydı sağlık alırdım! 1 Mayıs, sağlığın sınıfsal boyutunu gizleyenlerin tahakkümünden kurtulmayı da öğretir hepimize. O halde sağlıklı bir hayat için daha çok direniş, daha çok devrim... “Günlerin bugün getirdiği, baskı zulüm ve kandır/ Ancak bu böyle gitmez, sömürü devam etmez”. Çünkü dünyanın en zengin yüzde birinin gasp ettiği varlıklar, 2000 yılında küresel hane halkı varlıklarının yüzde 46’sı iken, 2017’de yüzde 50’ye çıktı. Türkiye’de de benzer bir tablo var: T.C. yurttaşı olan kırk kişinin serveti 72 milyar dolara ulaşmışken, yaklaşık 16 milyon yoksul T.C. yurttaşı bu ülkede açlık sınırında yaşamakta. Siyasi iktidarın dünyanın en büyük 17’nci ekonomisine sahip ülkesi olmakla övündüğü Türkiye, aynı zamanda çocukların yüzde 38’inin şiddetli maddi yoksunluk içerisinde kaldığı bir ülke. Benzer biçimde Güneydoğu Anadolu’da yaşayan çocukların yüzde 47’si evlerinde yeterince ısınamazken, Antalya’nın beş yıldızlı otellerinde 2 milyon doları aşan düğünler yapılabilmekte. Daha kötüsü gelir dağılım eşitsizliği yıllar içerisinde giderek artmakta. Türkiye’de 2007 yılında en zengin yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay yüzde 17 iken, 2016 yılına gelindiğinde yüzde 23’e çıkmış. En zengin yüzde 1’in toplam servetten aldığı pay 2002’de yüzde 40 iken, 2014’te yüzde 54’e ulaşmış. Gelir eşitsizliği ve sağlık Sağlık alanına çoğu zaman medikal indirgemeci bir perspektifle yaklaşıldığı için gelir eşitsizliği sağlık bağlamında gündeme gelmemekte. Oysa sağlık, toplumsal faktörlerin bir sonucu ve sosyoekonomik eşitsizliklerden doğrudan etkilenmekte. Yetişkinlerin göremedikleri ya da daha doğrusu vicdanlarını susturmak için görmeyi reddettikleri bu yoksulluk ile sağlık (hastalık) ilişkisi, muktedire “Kral Çıplak” diye seslenebilen bir çocuğun sözlerinde dile gelmekte: “Ben Seda... çok param olsaydı ve satılık olsaydı sağlık alırdım.” Hastalıkları değil de sağlığı dert ediyorsak beslenme konusunu ciddiye almak gerekli. Çünkü sağlığı belirleyen temel değişken beslenme. Ancak kişilerin besin gereksinimi, onların günde kaç zeytin yemesi gerektiğine indirgenemeyecek kadar sınıfsal. Gerçekten de kişinin yaşına, cinsiyetine, fiziksel aktivite ve hastalık durumuna göre değişken olan besin ihtiyacını belirleyen temel faktör sosyoekonomik eşitsizliktir. Türkiye’de her 5 evden 1’isinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı ve insan beyninin gelişiminin dengeli beslenme ile paralel olduğu dikkate alındığında, yoksulların entelektüel yetilerinin de kısıtlı olması sürpriz değil. Tıpkı yoksul hanelerde dünyaya gelen çocukların bir yaşını tamamlamadan ölme olasılığının, zengin hanelerde doğan çocuklardan 5 kat fazla olması gibi. Öte yandan düşük gelirli ailelerin çocuklarının büyük bir bölümü, iş güvenliği tedbirlerinin hemen hiç olmadığı ortamlarda çıraklık yapmaktalar. Veriler, Türkiye’de 15 milyon 247 bin çocuğun yüzde 55’inin, ev ya da evdışı işlerde çalışmak zorunda kaldığını göstermekte. Ama bu isteğe bağlı gönüllü bir çalışma değildir. Çünkü hane halkı büyüklüğünün 7 ve daha fazla olduğu hanelerin yüzde 60’ı ihtiyaçlarını “zor” ya da “çok zor” karşılamaktalar. Doktorun körlüğü Tüm bu gerçeklere rağmen biyomedikal tıp, ishalin nedenini bağırsaklarınızdaki mikrop, boyunuzun uzunluğu ise genetiğiniz olarak kodlamıştır. Bu nedenle hemen hiçbir hekim, babanın gelirinin düşük olmasının çocuklarda ishal oranını beş kat arttırdığı bilgisini ishalli bir çocuğu muayene ederken hatırlamaz. Benzer biçimde hiçbir hekim, muayene et tiği çocuğun boyunu ölçerken, evlerinde kendisine ait odası olan çocukların boylarının daha uzun olduğu bilgisini düşünmez. Çünkü bu araştırmalar, sağlık durumunu belirleyen temel dinamiğin sosyoekonomik eşitsizlik ve bunun yarattığı dışlanma olduğunu ortaya koymaktadır. Sağlıklı hayat için daha çok devrim! Oysa doktor, reçete yazmak için eğitim almıştır!.. Daha önemlisi “yırtmayı” hedefleyen bir doktor açısından, düzenin var ettiği bu eşitsizliğe karşı çıkıp adının “sakıncalılar” listesine girmesi yerine, televizyonların “primetime”larına çıkıp, karnını güçlükle doyuran insanlara daha pahalı olan organik gıdaya ulaşmayı ya da ço cukların yüzde 41’inin iki günde bir et, tavuk, balık gibi protein içeren gıdalarla beslenemediği bu ülkede bol bol paça içmeyi önermek daha rasyoneldir (elbette mi deniz kendinize tahammül etmeyi becerebilirse!). Hal böyle olunca reçete yazabilen ya da nelerin yenmesi gerektiğini emreden bir doktor her derde deva olarak topluma sunulmaktadır. Oysa 1 Mayıs, ilacın aslında dert, şifanın ise sağlığın sınıfsal boyutunu gizleyenlerin tahakkümünden kurtulmakta saklı olduğunu öğretir hepimize. O halde sağlıklı bir hayat için daha çok direniş, daha çok devrim... Umutsuzluğa gerek yok: “Yepyeni bir hayat gelir, bizde ve her yerde”. Yeter ki “Vermeyin insana izin kanması ve susması için!” Barbaros Şansal Renklerle dans Beyaz bisiklet siyah bisiklet Çalıntı zaman Yok yok, Nisan Yönder’in Yaşar Alptekin ile çektiği aşk filmi “Beyaz Bisiklet” değil. Bu başka hikâye. Zaten bu hikâyenin kahramanı beyaz bir bisiklet değil. Benim ikinci el siyah bisikletim ile komşumun akülü ve çok pahalı son model elektrikli bisikletleri... Bisikletlerin renklerinin ya da fiyatlarının değil, bulundukları yerdeki güvenliğinin hikâyesi... ^¡^ Genelde tramvaya kadar yürürüm. Bizim mahallenin sıra sıra bahçeli müstakil evlerini geçer, koruya ulaşır, oradan da tramvay durağına varırım. Ama bazen hava soğuk olur ya da ne bileyim geç kalırım. İşte o zaman internetten hurda fiyatına aldığım Hollanda yapımı bisikletime atlar hızla tramvay durağına ulaşırım. O gün de sokağımın köşesindeki yeşillikler içindeki kırmızı tuğlalı okulun zili çalmış, koca bahçesi sessiz kalmıştı. Bahçe kapısının önünde, saçağın altında duran bisikletime atlamış, henüz pedal çevirmeye başlamıştım. Bir anda yaşlı komşumla karşılaştım. Güleryüzlü günaydın mesajı ile birlikte yol almaya koyulduk. Bir yandan sohbet ederken bir yandan da oldukça pahalı bisiklete gözlerim takılıyordu. 30 binlerden çok daha pahalı olmalıydı. Son modeldi. İrize ışıltıları kurşuni gri şasesinden adeta fışkırıyordu. Sessiz ve hızlıydı. Benimkinin ise gıcırtıları nerdeyse sohbetimizi bastıracak kadar çoktu. Mahalleyi ve koruyu geçip tramvay durağına geldiğimizde bisikletlerimizi park etmek üzere ayrılan yere yanaştık. Didonun önündeki okkalı kilidi çözüp demire tam sarmaya başlamıştım ki komşumun hayret dolu bakışlarını fark ettim . Şaşkınlıkla beni izliyordu. Neden baktığını sormaktan kendimi alamadım. Bana “Neden kilitliyorsunuz ki?” dedi. Şaşırmıştım. Onun bisikleti son model ve çok pahalı idi. Tramvay durağımız koruluk alanın yanında ıssız bir bölgeydi ve ne kamera ne de bekçi vardı. Kendisininkini kilitlememişti. Ben de ona “Benimki ikinci el pahalı bir şey değil, sizinki çok özel, siz neden kilitlemiyorsunuz dedim.” Demez olaydım. ^¡^ “Bak genç adam burası benim ülkem, Ben burada doğdum, burada yaşadım, Bu ülkede resmi bir bürokratım. Ulusal ve uluslararası anlamda da bilinen, 67 yaşında ve çevrede tanınan bi riyim. Bisikletime kilit takarak yurdumda hırsızlık olabileceğinin bir işaretini nasıl koyarım?..” Utanmışlığımdan ne yapacağımı bilemeden hızla kilidi sökerek bisikletimi bisikletinin yanına koydum. Çok geçmeden tramvay geldi ve bindik. Abone kartlarımızı aparata okutarak bulabildiğimiz koltuklara yerleştik. İneceğimiz duraklar ayrı ayrı idi. Ben 45 durak sonra indiğimde o hâlâ kitabını okumaktaydı. Tüm gün işlerimi görürken aklım bisikletimde kaldı. Kesinlikle ikimizinki de çalınmış olmalıydı. Akşam vakti geldiğinde aynı durakta indim. O da ne? Tüm bisikletler yerli yerindeydi. Hiçbiri çalınmamıştı.. ^¡^ Bahsettiğim olay tabii ki Türkiye’de geçmedi. Belçika’nın Flaman bölgesinde yaşadığım 16’ncı yüzyıldan kalma, üstelik en zengin kentlerden biriydi. Bisikletinizi çalanlar geleceğinizi de çalıyor. Ahlak ve erdeme yatırım yapıp yaşayanlar ise nesillerine gelecek inşa ediyor. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle