Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 2 29 NİSAN 2018, PAZAR Her şey Mİrgün Cabas 24 Haziran ‘baskın seçim’i yaklaşırken... Karamsarlar ve kararsızlar için iyi hissetme rehberi Umutlanmakta zorlanıyor musunuz? Tabii ki bir çuval incirin berbat olması ihtimali de var… Haziran seçimlerinden sonra olduğu gibi, umudumuz ve sevincimiz pekâlâ yerini şiddetli bir yenilgiye, karamsarlığa bırakabilir. “Canavarı asıl şimdi uyandırdınız” deyip ağzından alevler saçan bir ejderhanın intikam için hepimizi önüne katıp kovalaması da mümkün… Ama daha oralara gelmeden, tadını çıkarmamız gereken başka şeyler var. Mesela, 4 Teslim olmak zorunda olmadığımızı, mücadele için gücümüzün kaldığını görmemiz… 4 Alternatifsiz sanılan bir siyaset makinasının dişlilerinin arasına el çabukluğuyla çomak sokmak… 4 Ejderhanın gözünde beliren endişeyi fark etmek… 4 En köşeye sıkışmış hissettiğimiz anda bile aslında çaresiz olmadığımızı anlamak… 4 Yıllarca tek bir amaca hizmet etsin diye mükemmelleştirilmiş bir sistemin o kadar da mükemmel olmadığını görmek… 4 Tektipleştirilmiş, iki buçuk partiye indirilmiş siyasetin, beğensek de beğenmesek de delibağını zorlayan yeni oluşumlarla zenginleşmesi. 4 Bir kere de makulün galip gelme ihtimali… 4 Uzun zamandır bakmadığımız köşelerden, makul ve cesaretlendirici seslerin çıkabilmesi… 4 Tepeden parmağını sallayan sesten başka seslerin de çıkabilmesi, o bağırtının bastırılabilmesi… 4 Siyasetin uzak durulması gereken kötü bir şey olmadığını, bizim önümüze yeni seçenekler açan bir faaliyet olduğunu anlamak. 4 Etrafınızdaki herkesin siyaset konuşmaya başlaması. 4 Sabah uyandığınızda eşinizin, “Dün gece arkadaşım Songül’ü cumhurbaşkanlığına aday olmuş gördüm” diye rüyalar anlatması… 4 2019’a kadar sürecek bir düzenin vaktinden önce sonlanma ihtimalini düşünüp düşünüp keyiflenmek.. Az şey mi? Karar vermekte zorlanıyor musunuz? Hayat çok hızlandı. Seçeneklerimiz neredeyse sınırsız hale geldi. Üretim ve tasarımdaki devrimler bize her alanda neredeyse sonsuz sayıda ürün arasından seçim yapma imkânı sağlıyor. İnternet ve ulaşım imkânları o seçimleri kapımıza kadar ulaştırıyor. Aynı çeşitlilik insan ilişkilerinde de geçerli. Yüzeysel ya da değil, çeşitli ilişki biçimleriyle her gün giderek daha fazla insanı hayatımıza sokma imkânımız var. Daha çok hareket edip daha çok ortama giriyoruz, başka koşullarda karşılaşıp tanışamayacağımız insanlarla ahbap, arkadaş oluyoruz. Seçenekler artınca karar verme zorluğumuz da artıyor. Ürünlerden ürün, yiyeceklerden yiyecek, ilişkilerden ilişki seçmekte zorlanıyoruz. Eskiden kendiliğinden ve doğal olan seçimler, seçenekler ile kriterler çoğaldığı için omuzumuza yük olarak biniyor. Her seçim yaptığımızda başka birtakım şeyleri kaybettiğimizi giderek daha sık hissediyoruz. İnternet ortamındaki algoritmalar bizi bu seçimleri yapmaktan kurtarıyor. Müzik siteleri, video platformları zaman harcamayalım diye davranış biçimlerimizden modeller çıkarıyor. Bunu dinledin, bunu da seversin, bunu izledin buna da bak diyor. Ama maalesef (!) hayati kararlarımız hala bize bırakılmış durumda. Hangi işte çalışacağımız, çocuk yapıp yapmayacağımız, kiminle sevgili, karı koca olacağımız kararlarını kendimiz vermemiz gerekiyor. Üstelik bu kararların sonuçları, üç dakika sürecek kötü bir şarkıyı seçmekten daha büyük maliyetle geliyor. Zor kararları vermekteki tedirginliğimiz, telafisi olmayan yanlış seçimler yapma korkusu, kendimizi olduğumuzdan daha zayıf ve çaresiz hissettiriyor. Oysa karar vermek, zamanı bir anda durdurup seçimimizi yapıp sonra zamanı tekrar akıtmak demek değil. Bir süreç. Sağlıklı bir kararın kimi zaman alınması değil, ortaya çıkması gerekiyor. Bir süredir bu sayfalarda da yazılarını okuduğunuz psikiyatrist Alper Hasanoğlu son kitabı Hayat ve Diğer Hastalıklar’da, pek çok “hastalığın” yanında karar vermenin ıstırabını da anlatıyor. Kitaptaki makalesinde karar vermeyi kolaylaştıracak düşünme biçimlerine de yer veriyor. Diyor ki: 4 Kaybetmekten korkmamalıyız: Karar verirken vazgeçip de kaybettiğimiz şeye değil, kazandığımız şeye odaklanmalıyız. Bütün kapıları açık tutmak için uğraşmak yerine, bunların hangisinin hayatımızdaki hedefler için daha önemli olduğuna öncelik vermeliyiz. 4 İyi bir karar için geleceği düşünmeliyiz Kararlarımızı gelecek perspektifiyle almalı, bir kararın 10 dakika 10 ay ve 10 yıl sonra hayatımıza nası etkileri olacağını öngörmeye çalışmalıyız. 10 dakika sonra bizi mutlu edecek bir karar, 10 yılda bizi nasıl etkileyecektir? 4 Karar alırken dikkati kenara bırakmalıyız Dikkate çok yer vermeden spontane karar verdiğimizde duygusal hafızamıza şans vermiş oluruz. Bu hafıza, hayatta karşılaştığımız ama artık bilinç düzeyinde anımsayamadığımız bilgileri içerir. Aklı tamamen bir kenara bırakmasak bile bu yolla duyguları da dikkate almak bize avantaj sağlar. 4 Beklemeyi öğrenmeliyiz Karar alma süreçlerinde kendimize yapabileceğimiz en büyük iyilik bu. Koşulların olgunlaşmasını beklemek. Her şeyin kendi zamanını bulmasını sağlamak. Alışkanlıkların, konforun, aklın ya da duyguların tek başına kararlarımızın dayanağı olmasının önüne geçmek. Bu bize evet’le hayır arasında alanlar ve seçenekler açmak için de zaman kazandıracaktır. Gördüğünüz gibi doğru karar vermek bir şey, bir yetenek değil, bir beceri. Yani öğrenilebilir bir şey. Ve bu beceride ustalaşmak, galiba çok sayıda yanlış karar vermekten de geçiyor. Hayat ve Diğer Hastalıklar, Alper Hasanoğlu, Doğan Kitap, 2018 ÜRÜN ŞEN Modern romanın kötümser havasının ardından, dönüşüm yeraltı edebiyatı ile başlıyor Derinlik Modern roman ve yeraltı edebiyatı Yeraltı edebiyatı kötülüğü artık ontolojik olarak kabul ediyor. Modern romandaki antikahraman kötülüğün varlığını kabul eder ama onun karşısında pasif kalırken, yeraltı edebiyatının antikahramanı kötülüğün hâkimiyetini kabul ettiği yeni bir dünya kuruyor kendisine. Edebiyatın ve edebiyatla ilişkili pek çok kavramın son yıllarda yaşadığı değişimi, dönüşümü konuşurken tartışılması gereken alanlardan biri, edebiyatın iktidar veya otorite ile bağı. Bu bağın sorgulanması ve tartışılması, edebiyatın bu çağda dönüştüğü kavram hakkında fikir vermenin yanı sıra özellikle 1980’lerden sonra yükselişe geçen yeraltı edebiyatının neredeyse popüler bir tür haline gelmesinin açıklanmasına da katkıda bulunabilir. Dünyada bu hesaplaşma İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, 1950 kuşağı ile yükselişe geçiyor. Görünen o ki burada bir geç kalmışlık söz konusu. Türk edebiyatında ancak 1980’den sonra, aslında birikmeye çoktan başlamış bir kötücül öz dışa vurmaya başlıyor. İkinci Dünya Savaşının, fiili bir cephe haline getirdiği Avrupa’yı çok etkilediğini, özellikle kötülüğün insaniliği noktasında Auschwitz gibi sembolik örnekler barındırdığını, insanın zalimliğinin ve içten gelen kötülüğünün teslim edilmesi ile iyilik kavramının ve dolayısıyla iyinin sınırlarını çizen ahlakın, iktidarın ve aklın sorgulanmaya başladığını biliyoruz. Nihayet Varoluşçuluk ile yeni, karamsar ve kötümser bir insan tipinin ortaya çıktığını da... Aslında Türk edebiyatında da varoluşçu etkiler ve modernizm krizi ile 1980’lerden önce terminolojik anlamda “antikahraman”lar görülmeye başlanıyor. Attila İlhan, Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay’ın ürettikleri metinler Varoluşçuluktan taşıdıkları izlerin yanı sıra modern romanın antikahraman inşasını da başlatıyorlar. Bu da kötülüğün artık tikel bir güç olarak varlığının kabul edildiğini gösteriyor. Ancak değerlerin yitimi noktasında başlayan bu kötücüllük, içten gelen, “demonik” (şeytani) kötücüllükten farklı ya da belki iyilik kavramının değiştiğini söylemek daha doğru. Antikahramanın yaşam alanı: Yeraltı Modern romanın bu kötümser havası ve yazarın ahlakiliğin sözcülüğünden vazgeçmesinin ardından, kötülük bağlamındaki asıl dönüşüm yeraltı edebiyatı ile başlıyor. Yeraltı edebiyatının tek bir tanımını yapmak mümkün değil ancak çok genel bir deyişle, toplumsal ahlakın, iktidarın, aklın dışında kalan bir dünyanın tüm yok sayılmışlığı ve rahatsız ediciliğiyle gün yüzüne çıktığı bir tür demek mümkün… Elbette henüz bir tanımı olmayan bu kavram pek çok farklı açıdan tartışmaya açık. Önemli olan şu: Yeraltı edebiyatı kötülüğü artık ontolojik olarak kabul ediyor. Modern romandaki antikahraman kötülüğün varlığını kabul eder ama onun karşısında pasif kalırken yeraltı edebiyatının antikahramanı kötülüğün hâkimiyetini kabul ettiği yeni bir dünya kuruyor kendisine ve onun içinde yaşıyor. Modern romanın hala normatif değerlerle şekillenen ve antikahramanı nefessiz bırakan dünyası terkedilirken bu yeni edebiyatın antikahramanı yeni bir yaşam alanı açıyor: Yeraltı. Ve burada yalnız değerler değil onları üreten yapılar da reddediliyor. İktidarın ya da otoritenin kavramsal olarak sorgulanması ve reddi, kötücül bir edebiyata kapı aralar ama bu aralıktan girilen yeraltı edebiyatının kötücüllüğü ile “demonik” (şeytani) ve içten gelen Alan More tarafından yazılan ‘V For Vendetta’ otoriteye karşı mücadele veren bir antikahramanı konu alıyor. kötülük aynı şey değildir. Yeraltı edebiyatında aslında iyiliğin ve iyiliği kuran değerlerle bu değerleri üreten yapıların reddi söz konusu, bu yönüyle de kötülüğün edebiyatı değil de daha ziyade karanlık bir edebiyat o belki de. Kötü de ‘iyi’ kadar değerli Yeraltı edebiyatı ile ilgili dikkat çeken yönlerden biri de kavramın kendisi ile çelişir şekilde popülerleşmesi. Özellikle gençler arasında yeraltı edebiyatının ciddi bir okur kitlesi var. Bu durum 1980 sonrası yetişen kuşağın politik tutumları ve otorite ile kurdukları ilişki bağlamında da okunabilir. Zira yeraltı edebiyatının antikahramanı da (aktif bir mücadele iktidara göz koyma şartına dayandığından belki) alışıldık anlamda aktif bir mücadele yürütmüyor iktidara karşı. Çünkü onu ve onu var eden değerleri reddediyor. Otorite ile hesaplaşmanın çağcıl biçimi “çekilme” ve “değerlerin reddi” ile ilgili. Elbette edebiyat ezelden beri otorite ile hesaplaşmayı deniyor, ama “Ferman padişahın dağlar bizimdir” diyen hamasi sesin “kahraman” insanı yok artık; idealist sosyalist realist yazarların iyimser ve ütopik sonlarla tamamladıkları metinlerin nispeten naif kahramanları da… Çünkü artık kahraman yok, antikahraman var. Akli ve ahlaki olan, normatif olan “iyi” değil artık, ya da “kötü” de iyi kadar “değerli” ve var. C MY B