22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 1 Nİsan 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Mutsuz son İnsan özgürlükten korkan bir canlı türüdür. Çünkü özgürlüğün aynı zamanda bağımsızlık da demek olduğunu bilir. Bağımsız olan insan kendi hayatını kendisi kontrol etmek zorunda kalır. Başına gelen, iyi ya da kötü her şeyden bizzat sorumlu olacaktır. O, özgürlüğün bu dayanılmaz ağırlığı yerine bağımlılığın dayanılmaz hafifliğini tercih eder. İpleri olsun ister; uhrevi ya da dünyevi bir takım güçler tarafından idare edilsin, başına gelen iyi şeyleri şans diye bilsin, kötü şeylere kader desin... Soru sormak zorunda kalmasın, cevap aramakla yorulmasın. Esareti seçen iktidara tapar Bilmek özgürlük demektir, bilmemek esaret. O bilmemeyi seçer. Çeşitli sistemlerin sorgulanması yasak buyurgan dünyalarında rahat eder. Etrafına kendi elleriyle bir kafes örer, ördüğü kafeslerin kapısını içeriden kapatır, anahtarını dışarıya fırlatır. Bir gün birileri o anahtarla gelir, kapıyı açmak, onu o kafesten kurtarmak isterse... O tutsak haliyle, anahtarı ellerinden alıp kırar, getirenleri ibreti alem için kafesin orta yerinde asar. Kalıpların yıkılmasını, inançların sarsılmasını, sınırların kalkmasını bir felaket sayar. İtaat etmenin rahatlığına kanar. O yüzden iktidarlara tapar, yöneticilere biat eder. İyi ya da kötü olduklarına bakmadan tüm liderlerin peşinden koşa koşa gider. Bir başına, elini kolunu sallaya sallaya dilediği yere gidebileceği aklına gelmez, illa sürü halinde gezer. Kendi gerçekleriyle yüzleşmemek için hayalet inançların peşine düşer. Tepesinde bombalar patlar, hastalılardan kırılır, işsizlikle tehdit edilir, mutsuzluktan kahrolur. Ve bu gerçeklikle yüzleşmez. Parçası olarak, itiraz etmeyerek, kendini güçsüz sanarak, biat ederek onayladığı korkunç bir sistemin aslen mimarıdır ama mağduru gibi yaşar. Ve tehlikeli bir iyimserlikle başına gelen tüm kötülüklere göz yumar. Tutsaklığı güvenli, özgürlüğü güvensiz alanlar olarak beller. O yüzden faşizme canı gönülden sahip çıkar. Çağ dışı felsefelerin yaşamını biçimlendirmesine izin verir. Kavrayamadığı bir zaman ve anlamlandıramadığı bir mekân duygusunun olasılıklarla dolu sonsuzluğunda özgürce yaşayabileceği halde... Gerçeği yadsımanın ve hayallere kanmanın konforunda dünyasını daraltır ve yolunu kaybeder. Fare kediyi yakalar, öldürür yer Eric Fromm, “Özgürlük Korkusu” adlı kitabında bu bilincin nasıl işlediğini Miki Fare filmlerinin çok sevilmesi örneğinden yola çıkarak açıklar. Bu filmlerde küçük bir varlık, dev bir varlık tarafından devamlı tehdit edilmektedir. Küçük varlığın başına devamlı korkunç şeyler gelir ama o başına ne gelirse gelsin asla ölmez, zarar görmez. Her defasında büyük varlığın elinden kurtulmayı başarır, hatta zaman zaman ona zarar vermeyi bile becerir. Eric Fromm, insanların kendilerini o küçük varlıkla özdeşleştirdiklerini, onun bu hayatını kendi duygusal hayatlarına yakın bulduklarını söyler. İnsanlar, güçsüz olan ama kötünün elinden hep kurtulan, her koşulda hayatta kalan o küçük farenin maceralarını hiç bıkmadan izlerler. Ve o fareyi çok severler. Fromm bundan şöyle bir çıkarımda bulunur: “Kuşkusuz, mutlu son olmasaydı, sürekli bu filmleri izleme isteği de olmazdı. Mutlu son olunca, seyirci kendi korkularını ve küçüklük duygularını yaşar ve sonunda, her şeye karşın kurtulacağı, hatta güçlü varlığı yeneceği biçiminde rahatlatıcı bir duygu edinir.” İşte bu rahatlatıcı duygu insanın felaketidir. Çünkü gerçek hayatta mutlu son yoktur. Fare kediyi yakaladı mı öldürür ve yer. Bu gerçekliğe dair yazılan romanları, çekilen filmleri, anlatılan hikâyeleri çok az insan sever. Kalabalıklar, onlara felaketlerden bahsetmeyen renkli ve eğlenceli masallarla vakit geçirmeyi tercih eder. ^¡^ Gerçeklerle yüzleşmek kötücül bir karamsarlık değildir. Ama gerçekleri görmezden gelmek ölümcül bir iyimserliktir. Hasta, hekimin kendisine ayrımcılık yapabileceği kaygısını taşıyordu ‘Güvercin tedirginliği’ Yoğun bir poliklinik koşturmacası arasında acilden arandı. Zaten acil işler hep istenmedik zamanlarda ortaya çıkardı. Yapacak bir şey yoktu: hekimlik yemini, “acil hastanın önceliği var” diyordu... 25 yıllık deneyim, bir görüşte tanıya ulaştırdı hekimi. Klasik bir alevlenme idi tablo. Uzun yıllar sigara içmenin bedelini havasızlıkla ödüyordu hasta. Nafile çabalarla ağzını ardına kadar açıyor ama tek soluk dahi alamıyordu. Göğsü durmaksızın inip çıkıyordu. Ancak layıkıyla soluk almak imkânsızdı. Dakikaların öneminin farkındaydı hekim. Hasta ince bir çizgide gidip geliyordu. O nedenle tedavi hızla ve öncelikle uygulanmalıydı. Bir anlık gecikme ve bir anlık özensizliğin bedeli hayattı. Hastaneye başvurunun ilk saati daha dolmamıştı ki başlanan tedavi ile birlikte hasta acil servisten kliniğe alındı. Koşuşturmacadan uzak ancak güvenli bir ortamda hekim, hemşire, hasta ve hastanın eşi artık bir başınaydılar. Herkesin tek dileği korkulan akıbetin yaşanmamasıydı... Hastanın kaygısı, hekimin utancı Gelin görün ki o hastane odasında havada adı konulamayan garip bir durum vardı. Oysa başlanan tedaviye birkaç saat içerisinde iyi yanıt alınmış ve hasta birkaç cümle kurabilir hale gelmişti. Peki ama hekimin, hastanın cümlelerinin satır arasında hissettiği ve eşinin gözlerinde gördüğü gariplik neydi? Bugüne kadar pek çok KOAH’lı hastası olmuştu ama böylesi bir gerilimi hiç hissetmemişti. Aksine tedaviye yanıt alınması, hasta ve yakınları açısından hep olumlu bir coşkuyla karşılanırdı. Ama bu kez hastanın ağzından dökülen cümleler sevinci değil, örtük bir kaygıyı işaret ediyordu. Hekim hiç anlam veremedi hastanın etnik kimliğini ifade etmesine. Her zaman kendi toplumunun hastanesine gittiğini, fakat bugün durumunun hızla kötüleşmesi nedeniyle bu hastaneye gelmek zorunda kaldığını belirtmesinin de sırrını çözemedi. Ancak hastanın, kendi toplumunun hastanesinde çalışan hekimlerin en önemli özelliğinin has taların tümüne ayrımcılık gözetmeden sağlık hizmetini sunduğunu anlatması üzerine hekim durumu anladı. Hasta, bu toprakların soyları kırılan kadim bir “öteki”si olarak, hekimin kendisine ayrımcılık yapabileceği kaygısını taşıyordu. Ve bunu en zarif ve nezaketli biçimde dile getirmeye gayret ediyordu. Hekim bir anda karşısındaki yatakta nefes almaya çabalayan hastanın “güvercinin ruh tedirginliği içinde” olduğunu fark etti. Mesleği adına utanç duydu, yerin dibine geçti... ‘Buradayız Ahparig!’ O andan sonra hayat durdu hekim için. Haplar, serumlar, ilaçlar, cihazlar, bakılan tansiyon, ölçülen nabız, satürasyon değerleri, hiçbirinin anlamı kalmamıştı. Tüm bunlar lafügüzaftı. Çünkü o ortamda hekim ile hasta arasında olması gereken en temel koşul olan güven yoktu. Memleketin uzun kanlı geçmişi, son yılların soluksuz bırakan siyasi ortamı, ticarileşen sağlık ortamı ve hekimliğin meslek etiğinden savrulan yapısı bugüne kadar iyi kötü korunan güven ilişkisine de sonunda zarar vermişti. 25 yıllık meslek hayatında böylesi bir kaygı ve güvensizliği ilk kez hissediyordu hekim. Onca yıldır memleket genelinde ötekileştirme üzerinden sürdürülen siyaset, ne yazık ki bugün itibarıyla en mahrem, en insani, en korunması gereken yerlerde de yansımasını göstermeye başlamıştı. Peki hekim, hastasıyla güven ilişkisini yeniden nasıl tesis edecekti? Aklına hemen Ahparig geldi: 23 Ocak 2007’de Halaskârgazi Caddesi’nde olduğunu, gözyaşlarıyla Rakel Dink’i dinlediğini ve kardeşini son ana kadar yalnız bırakmadığını hastasına söylemeyi düşündü. Sonra Agos geldi aklına. Gazeteyi bildiğini ve sadık bir okuru olduğunu ifade etmeyi aklından geçirdi. Peşi sıra Karekin Bekçiyan’ın değebah seçilmesinin devlet tarafından tanınması gerektiğini söyleyebileceği düştü aklına... Ama tüm bu seçenekleri eledi hekim. Çünkü bunların hepsi, hayatın tüm renklerini içerisinde barındıran beyazlığı tek bir renge indirgeyen cümlelerdi. Oysa hekimliğin rengi beyazdı. Sonra düşündü ve eğer bu cümleleri ifade ederse, üç hilalli yüzük takan ya da hastayı muayene ettiği odaya Afrin’deki operasyon görüntülerini asan ya da “İslamın şartları nedir?” sorusuyla hastasının bilinç muayenesini yapmaya kalkışan tıp fakültesi diplomalı kişilerle aynı safa düşeceğini fark etti!.. Oysa hekimlik tüm bunlardan azade bir konumda olmalıydı. Ama aynı zamanda hastasına güven vermeli ve onun varlığını da sahiplenmeliydi. Hasta ile hekim arasında güveni sağlayacak ve hastanın varlığını tanıyacak cümleler, Dr. Fincancıyan ve Dr. Zartaryan’ın* meslek etiğini var eden örnek yaşamlarından kurulacaktı. Hekimlik mesleğinin evrensel etik değerleri, hasta ve hasta yakınlarının kaygıdan arındırılmış gözyaşları arasında bir kez daha yol gösterici olmuştu... *Dr. Fincancıyan ve Dr. Zartaryan, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Surp Agop Hastanesi’nde çalışmış iki hekim. Her ikisi de meslek yaşamları boyunca insanlarhastalar arasında herhangi bir ayrım yapmadı. Hatta 1909 yılında İstanbul’da çıkan 31 Mart Ayaklanması sırasında yaralanan pek çok asker, Dr. Fincancıyan ve Dr. Zartaryan’ın gözetiminde Surp Agop Hastanesi’nde etnik kimliklerine bakılmaksızın tedavi edildiler. Barbaros Şansal Çalıntı zaman Renklerle dans Gözboyası Akşamdan kalan makyajını gülsuyundan mamul plastik şişedeki bir tonikle sildi. Omuzları düşmüş taşıyamayacağı kadar yükün ağırlığından bezmişti. Aynanın önündeki pamuk, temizliğin sonunda simsiyah giyindi. Takma kirpiklerini sökerken bir hayli zorlandı. Gözleri biraz yanmıştı. Manikürü eskimiş, protez tırnakları eksilmiş eliyle biraz yelleyerek rahatlamak için çabaladı. Muşamba makyaj çantasının patlak fermuarının aralığından içindeki birbirine bulanmış müstahzarlara öylece bakakaldı. Kiminin kapağı kırıktı kiminin kolu kanadı. Gecegüzeli olması için hepsi onun kader arkadaşıydı. Üstelik başkalarınca “Gözboyayan” bir hayatı vardı ama kör talihi gözünüboyamaktan başka hiçbir işe yaramazdı. ^¡^ Gece güne dönerken uyuyakaldı divanda. Gün geceye koşarken bir kez daha uyandı gerçek hayatına... Önce fondöten iyi akşamlar dedi ona, tenine rengi pek uygun olmasa da. Daha sonra aynadaki gözleri odaklandı çapaklı yorgun gözlerine, ıslak mendil yetti temizlemek için tüm hüzünlerine. Canlı mı canlı bir hayali mavi buladı gözkapaklarına. Ardından biraz gri lacivert katman koydu derinlik versin diye aralarına. Şakağa doğru gümüşi simli beyaz yer aldı ince kaşlarının altında hiç utanmadan. Burnuna yakın yere bir de pembe be yaz çaldı diğerleriyle hep omuz omuza mücadele edercesine yan yana durmadan. Kalın kalın kalemler zorunlu parmaklık oldu gözünün en derin içlerine, Tutsaktı hayalleri yıllardan beridir, müşterisi olan erkeklerin emriyle... İtinayla yerleştirdi yeniden akşamdan kalan tıkız takma kirpiklerini. Sonra bastı maskarayı eskiliği fark edilmesin diye. Kaşlara biraz fırça biraz da pırıltı sim koymalıydı mutlaka. Kiremit rengi bir allıkla “arlanmaz kıpkırmızısı” oluverdi yanaklar. Mahcubiyet o maskenin altında değil enkaz altındaydı bir zamanlar... Dudak kalemi ile hunharca çizdi yeniden istediği sınırları, cankırmızıydı ruju ama vişne çürüğü saklanmıştı altında kurban dudakları... O hırsla bastı krepeyi saçına. Tiftik tiftik kabarttı kayıp gecelerinin intikamıyla. Dip boyasını sak lamak şart mıydı gece karanlığında bilinmez; bir de postiş ekledi ardından rengi farklı kalsa da platin boyalı saçından pek fark edilmez... Birkaç sıkım parfüm ekledi bedenine en ucuzundan. Pahalısına veda edeli çok olmuştu yaşlanıp talep görmediği için artık geçmiş yıllarından... Fark etmedi aslında koku, çoktan ter kokmuş sökük süslü giysisinde. Biraz daha abandı şişeye kesif bir koku her günkü gibi savaşa girdi hayatının yapış yapış kiriyle... ^¡^ Koridordan çıkarken peluş mantoyu attı omuzuna. Çantası kolunda, şimdi gözüboyalı o kadın bir kez daha hayatın tam gerçeğinin ortasında. Hızla indi merdivenlerden. Abone taksisine koşar adım bindi mahallede henüz el ayak çekilmeden. Görünmemeliydi bakkala borcunu ödeyemediğinden... Islak yağmurlu gece, gözü gibi boyamıştı asfaltı. Nasıl da kararmıştı babasının ona gözü gibi baktığı genç kızlık akşamları. Pavyonun önünde durdu içi loş ışıklı araç. Kaytan bıyıklı şoför de ağzı sulanmış belliydi o saldırgan amaç. Hızla vurdu kapıyı pek ses etmeden; zaten kapıcı da geçit vermezdi o bahşişi her gece içeri girmek için eline vermeden... Sigara dumanlı yanar döner ışıklı bodrumda dizi dizi kadınlar. Göz göz localarda yanar dönerli meyve ve çakma şampanyayla donanmış oturmalar. Masalarda, pamuğu balyadan satmış Çukurovalı kodaman cinsi adamlar yerleşik; yine kadeh kadeh geçecek o gece, kim bilir kur yapan sözler kaç heceye seferberlik?.. Gözünüzü boyayıp silseniz de değişmeyecek ki gerçek hayat. Yeter ki gönlünüzü özgürlükle boyayın, başkasının sattığı hayaller bayat!.. Ünsal Hoca aramızda... “Fashion TV’ye ilk bakışta gördüklerimiz, güzel kadınlar, genç erkekler, defileler, dünyanın en büyük moda kuruluşlarının ürünleri... Bunun ardına doğru bakabildiğimizde şunu görüyoruz: Fashion TV, bu toplumsal sistemin içinde zengin üst kesimlerden aşağılara kadar inen değişik tabakalara sunulan hedonist (hazcı) bir ahlak çerçevesinde yerli yerine oturuyor. Maliyetsiz hedonizma diye bir şey var. Ayakkabısını Milano’dan, takım elbisesini Londra’dan alan kesimin Fashion TV’yi izlemeye hiç ihtiyacı yok. Benim gibi orta sınıf ve orta sınıfın alt tabakalarındakiler ise, o tüketim kışkırtmacılığı sayesinde Armani’nin bilmem nesini almaya hevesleniyor. Fashion TV’ye baktığımızda, güzelliğin zenginlikle atbaşı gittiğini görüyoruz. Bunu görünce gündelik hayatta yaptığımız, onun bunun hakkını çalma, çalıp çırpma, adam aldatma gibi şeylerin mutluluğa gitmek için kat edilmesi gereken meşru yollar olduğunu düşünüp ferahlıyoruz. Bu kadar güzel popolu bir kadınla beraber olmak için biraz daha çalsam hakkımdır. Biraz daha boyun eğsem hakkımdır. Maliyetsiz hedonizma işte bu. Bu maliyetsizlik, sadece yakınımızdaki dostumuzu, komşumuzu kolay harcamamızın değil, kendimizi de ne kadar kolay sattığımızın bir göstergesi.” (Ünsal Oskay, “Kastrasyon mu, son direniş mi?”, Panzehir, Sayı: 1, Aralık 2004). Nepal C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle