Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 2 THERAPIA ALPER HASANOĞLU WagnerJauregg davası ve Freud... Yıl 1920. “Büyük Savaş” biteli iki yıl olmuş. Mağlup ülkeler her anlamda yaralarını sarmaya çalışıyor. Biz bir İstiklâl Harbi içindeyiz. AvusturyaMacaristan İmparatorluğu diye bir şey kalmamış. Viyana’da geçici bir yönetim var. Sosyal demokratlar ve solcular basınıyla, partileriyle çok aktif ve hesap soruyorlar. 1917 Bolşevik Devrimi’nin coşkusu sarmış hepsini. Viyana’ya “Kızıl Viyana” deniyordu artık. 1917 yılı, iki oğlu savaşta olduğu için geceleri kabuslar gören Sigmund Freud için başka bir bireysel hayal kırıklığı anlamına daha geliyordu. Savaşın bomboş bıraktığı muayenehanesinde oğullarına bir şey olacak korkusuyla, entelektüel üretim konusunda belki de hayatının en verimli dönemini geçiriyordu. Nobel tıp ödülünün ona verileceğini umacak kadar da inanıyordu kendine. Bunun psikanalizin dünyadaki tanınırlığı ve o anlamda geleceği için de çok önemli olduğunu düşünüyordu. Çünkü kendisi yaşlanıyordu ve ayrıca 60 yaşında öleceğine inanıyordu. Ödülü alamadı. Ama ölmedi de. Psikanalizin geleceği bir süre daha güvendeydi yani. Savaş titreklerine cesaret voltajı Bir siper savaşı şeklinde geçen “Büyük Savaş”, “savaş nörozu” olarak adlandırılan bir epidemiye yol açtı. Askeri psikiyatrların görevi “savaş titrekleri” olarak da adlandırılan bu “karakter zafiyetli” askerleri bir an önce “iyileştirip” tekrar cepheye geri göndermekti. Bunun için de elektrik tedavisi adı verilen yüksek voltaj elektrik akımı uygulanıyordu hastaların en hassas bölgelerine; örneğin meme ucu ve testisler. Tedavi sırasında yaşadıkları acı o kadar büyüktü ki, askerler bile isteye cepheye geri dönüyorlardı, yani “iyileşiyorlardı” Christopher Richard Wynne Nevinson, “Returning to the Trenches,” 1916. Viyana’da bir psikiyatri kliniğini yöneten Julius WagnerJauregg’in de aynı yöntemi uyguladığı yönünde suçlamalar vardı ve bu konuyu soruşturmak için bir komisyon kurulmuştu. Bu komisyonun kurulmasından kısa bir süre önce WagnerJauregg’in de tavsiyesiyle Freud 60 küsur yaşında profesör olmuştu sonunda. Eski bir hastası öncesinde pahalı bir tablo hediye etmişti Sağlık Bakanlığına. Neredeyse aynı yıl tıp fakültesini bitiren WagnerJauregg profesör olalı 10 yıllar olmuştu ama Yahudi olmanın cezasını çekiyordu Freud. Freud’un akladığı Nazisever Komisyon kendisinden WagnerJauregg hakkında bir bilirkişi raporu istedi. Freud, raporunda elektrik terapisinin yapılmasının belli durumlarda uygun olabileceğini ama savaş nörozunda bu şekilde yüksek voltaj elektrik uygulamasının kesinlikle yanlış olduğunu, aslında psikanaliz uygulansa hastaların gerçekten de kısa sürede iyileşeceğini belirtti raporunda. Eğer elektrik terapisi onun kliniğinde uygulanmışsa, bundan WagnerJauregg’in haberinin olmadığından emin olduğunu, olsa olsa yanında çalışan başka bir hekimin bunu yapmış olabileceğini ve o hekim de artık Viyana’da olmadığı için bu konuda fikir yürütmesinin uygun olmayacağını yazdı. Bu rapor doğrultusunda WagnerJauregg hakkında bir soruşturma açılması gerekmediğine karar verildi. WagnerJauregg tarafından tedavi edildiğini iddia eden bir tanık konuşturulmadı bile. WagnerJauregg 1927 yılında Nobel tıp ödülünü alan ilk psikiyatr oldu. 1939 yılında ölmeden önce üye olmak için başvurduğu Nasyonal Sosyalist Parti adaylığı reddedildi, çünkü ilk karısı Yahudiydi. Freud ise 1930 yılında Goethe edebiyat ödülünü aldı, bilimsel bir metot olduğunu her zaman ısrarla vurguladığı psikanaliz sayesinde. Sigmund Freud Julius WagnerJauregg 1 Nİsan 2018, PAZAR Derinlik ÜRÜN ŞEN Kötülüğün anlaşılması, insanın özünün anlaşılması, tartışılması demek Edebiyat ve kötülük Kötülüğün sanatta yaratıcılığı besleyen kaynaklardan biri olduğu fikri, Batı’da uzun zamandır benimsenmekte ve kötülüğün yükseldiği neredeyse her çağda sanatsal üretimde bir zenginlik göze çarpmakta. Bu üretkenlik insanın kendini, doğayı, varlığı, yokluğu, Tanrıyı anlama çabasının ürünü bir anlamda. Doğal kötülüğün, afetlerin, sellerin, depremlerin, hastalıkların, ölümün anlaşılması, yorumlanması, gerekçelendirmesi çabası ilk edebi metinlerin doğmasını da etkilemiş. Mitlerin, efsanelerin, destanların, masalların ve şiirin doğuşunda kötülüğün bir itici güç olduğu inkâr edilemez. Sanatın ve dolayısıyla edebiyatın yaratıcı güçlerinden olan kötülük, problem haline gelince sorgulanıp derinleşir. İlk zamanlar iyiliği pekiştiren bir karşıt güç olan kötülük, zamanla özgül bir yaratıcı itkiye dönüşür. İşte tam burada sanatın ya da edebiyatın ahlakiliği meselesinden bahsetmek gerek. Sanatta din ve siyasetin belirlediği bir ahlaki tutum, sanatkârın özgürlüğünü ve yaratıcılığını kısıtlar. Öte yandan yazar, “Tanrı” ya da “yargıç” yazar, taraf tutmaya, toplumsal ahlaka uygun olan iyinin yanında onun karşıt gücü kötünün de karşısında durmaya başlar. Böylelikle kötülüğün yaratıcı itkisi sınırlandırılmış hatta reddedilmiş olduğundan edebi metinler yüzeysel kurgular ve karakterlere mahkum olur. Kötülük ‘var’ ve içimizde! Batı edebiyatı, kötülüğü bir yaratıcı güç olarak sanatın asıl kaynaklarından kabul etmekle, insan merkezli ve dünyevi bir edebiyat da inşa etmiştir. Çünkü kötülüğün, insani ya da ahlaki kötülüğün anlaşılması, insanın özünün anlaşılması, tartışılması demek. Bu noktada kötülüğün varlığını ve onun insanın içkin özelliklerinden olduğunu kabul etmek, tekdüze ve ahlakçı değil karmaşık, derinlikli ve çeşitli sorgulamaları mümkün kılan metinler yaratılmasını da sağlıyor. Sorgulamanın varlığı da her alanda olduğu gibi gelişimin ve özgürlüğün önünü açıyor. Batı edebiyatında, insani ya da ahlaki kötülük konusunda geçirilen düşünsel dönüşümün doruk noktası İkinci Dünya Savaşı. İyi ve ahlaki kabul edilenin yıkılması ya da belki kötülükle iyiliğin algısal düzlemde yer değiştirmesi; kötülüğün tikel bir güç olarak varlığının kabul edilmesi; uygarlık kavramının kötülüğü biçimlendiren saikleri, kötü lüğün yalnız Tanrısallığının değil insaniliğinin de anlaşılması ve yorumlanmasını sağlayarak edebiyattan sinemaya sanatın pek çok alanında dönüşüm yarattı. Kötülük artık başa gelen, hak edilen bir şey, kaynağı bilinmeyen bir güç değil; kötülük “var” ve içimizde!.. Geçmişten bugüne pek çok sanat dalı vasıtasıyla insan kötülükle hesaplaşmayı denedi. Bu hesaplaşmanın önemli alanlarından biri Batı edebiyatı. Batı edebiyatının Kitabı Mukaddes ile kurduğu metinsel bağ, kötülükle hesaplaşmanın da kaynaklarını zenginleştirmiştir. Türkçe edebiyat ise kötülükle ilgili ilk verileri bugün halk edebiyatının inceleme sahasını oluşturan ilk dönem eserlerinde barındırıyor. Ancak bunlar, dünyadaki diğer örneklerde olduğu gibi oldukça yüzeysel, sembolik örnekler ve kötülük bu örneklerde iyiliğin karşıt gücü olmanın ötesine geçemiyor. Batılılaşma hamlesinin bir parçası olarak başlayan Türkçe edebiyat, kaynağı gereği dünyevi/insani bir öze dayanmakta. Hal böyle olunca edebi metinde iyiliğin ve kötülüğün dönüşmesi de beklenir bir durum. Ancak bu noktada, Batılılaşan Türkçe edebiyatta yöneldiği kaynaktan kopuş lar da başlıyor. İlk olarak dini metinlerle, sözgelimi Kitabı Mukaddes ile Batı edebiyatının kurduğu bağı, Kuranı Kerim ile Doğu edebiyatı ve “Batılılaşmaya çalışan Doğulular olarak Osmanlı aydınları”nın ürettiği edebiyat kuramıyor. Bu “bağsızlık”la da ilişkili olarak dinin, edebi metin ve sanatkâr üzerinde bir ahlakilik baskısı kurmaya devam ettiğini ve dokunulmazlığını koruduğunu söylemek pekâlâ mümkün. Bu bağlamda örneğin Namık Kemal İntibah’ta belki gerçek bir karakter yaratmaya çok yaklaşmışken Mahpeyker’i ahlaki bir tutumla yargılamaya başlayıp gerçeklikten yani dünyevi ve insan merkezli edebiyattan uzaklaşıyor. Bir ‘yazın damarı’ olarak kötülük Din ve siyasetin belirleyici olduğu bir ortamda sanatkârın ahlaki olmaya mecbur kaldığı ve edebiyatta itici bir güç olarak kötülüğün varlığını inşa edemediği rahatlıkla söylenebilir. Batılılaşan Türkçe edebiyatın başlangıçtan itibaren uzunca bir süre toplumsal bir işlevle şekillendiğini, edebi metnin estetik hazdansa toplumsal fayda amacını öne aldığını ya da almak zorunda kaldığını bunun da yazarın ahlaki tutumunu zorunlu kıldığını ve kötülüğün temsilleri konusunda yüzeyselleşmenin sebepleri arasında yer aldığını söylemek gerekir. Diğer yandan, bahsedilen süreçte siyaset ve edebiyat arasındaki bağ da (edebiyatın siyasi erke muhalefetin ya da siyasi erki savunmanın aracı haline gelmesi ve her iki durumda da siyasi erk tarafından kontrol edilmesi) kötülüğün ahlaki bir tutumla sınırlandırılarak kavranmasında etkilidir. Bu sebeple, birkaç karakter ve eser müstesna, sanatkârın din ve siyaset ile çevrelenmiş ahlakiliğinden sıyrılmaya başlayıp “Tanrı” ya da “yargıç” yazar rolünden uzaklaşmasıyla da koşut olarak edebi/sanatsal kötülüğün ancak 1950’lerden sonra Türkçe edebiyatta özgül bir güç, bir itki olarak kurulmaya başlandığı görülür. Bu yıllardan sonra verilen örneklerde kötülüğün sembolik olmaktan sıyrılmaya başladığının en belirgin yansımaları karakterlerin psikolojik derinliklerinde ortaya çıkıyor. Öte yandan bugün özellikle genç okurların itibar ettiği “karanlık” edebiyatın da itici gücü ve estetik malzemesi olan kötülük, otorite kavramı ile hesaplaşmayı da içerdiğinden belki, yeni bir yazın damarı yaratma gücünü de içinde taşıyor artık. Tasarım, hikâye anlatmaktır! Tasarım Özlem Yalım Siz bu satırları okurken İstanbul’da pek çok moda tasarımcısı, yoğun geçen bir moda haftasını daha geride bırakmanın yorgun coşkusu içinde olacak. Ne var ki bizler bu süreçte büyük bir olasılıkla bu tasarımcıların kim oldukları, ne sundukları, nasıl sundukları ile ilgili değil de ön sırada kimlerin oturduğu, defileleri izlemeye ve verilen davetlere kimlerin katıldığı, izleyicilerin ne giydikleri ile ilgili daha çok bilgi sahibi olmuş olacağız. Moda endüstrisi sadece ülkemizde değil tüm dünyada her geçen gün biraz daha Guy Debord’nun 1967’de kaleme aldığı “Gösteri Toplumu” adlı kitabının canlı temsiline en güzel sahneyi oluşturuyor. 2011’de New York Metropolitan Müzesi’nde (The MET) açılan The Savage Beauty/Vahşi Güzellik isimli sergi, çok kısa bir süre önce hayatına son vermiş moda tasarımcısı Lee Alexander Mc Queen’in grotesk kişiliğine ve yarattığı eserlere adanmıştı. Sergilenen eserlerin ve sunum biçimlerinin ustalığı bir yana, bunların her biri, tasarımcıya ilham veren anılarla, hikâyelerle birlikte eşleştirilmiş, onun yaşam felsefesini özetleyen kısa cümlelerle vurgular yapılmıştı. Daha önce tanımadığım Mc Queen’in yaşamının ne denli acı ile dolu olduğunu burada anlamış; bu acıyı ürettiği işlerde ve bu kısacık cümlelerde hücrelerime kadar hissetmiş; sergi salonundan hıçkıra hıçkıra çıkmıştım. Moda, etiket dikmekle başladı Tasarımın her şeyden öte bir hikâye anlatıcılığı olduğu fikrini bu sergi sonrasında perçinledim. Hikâye anlatma meselesi, tasarımın tüm dallarında temel oluştursa da en çok moda tasarımında önem kazanıyor. Bu nedenle ki ister yılbaşı günü ekran başında bir Victoria’s Secret şovu; isterse New York’un caz kokan Appel Room’unda muhteşem kent manzarası eşliğinde bir Brandon Maxwell İster bir Victoria’s Secret şovu; isterse New York’un caz kokan Appel Room’unda bir Brandon Maxwell defilesi izliyor olalım, aslında bize sunulan sadece moda tasarımı değil, mekânla, müzikle, deneyimle bütünleşmiş bir hikâyedir. defilesi izliyor olalım; aslında bize sunulan sadece moda tasarımı değil, mekânla, müzikle, deneyimle bütünleşmiş bir hikâyedir. Moda haftalarını bunca yıldır heyecanlı kılan da pek çok markayı yaratan da işte hep bu hikâyelerin ruhu, anlatıcının başarısıdır. Kuşkusuz insanlar “incir yaprağı”ndan bu yana giyiniyordu!.. Tarih boyunca hüküm süren büyük imparatorlukların da bugün dahi geçerli olabilen eşsiz giyim tarzları vardı ama moda kavramı hayatımıza 1826’da Charles Frederick Worth isimli bir manifaturacının kendine Paris’te bir moda evi açması ve ilk kez giysilere “etiket” dikmesi ile girdi. Worth bugün dünyanın ilk moda tasarımcısı sayılıyorsa bu etiketi dikmeyi akıl etmesinden yani hikâyesini pazarlayabilmesindendir. Moda tarihi öyle ilginç hikâyelerle dolu ki burada anlatmakla bitmez. Erkek gömleğinin bir zamanlar aslında iç giyim olduğunu, beyaz pamukludan yapılan iç çamaşırlarının ilk kez 16’ncı yüzyılda renklendiğini, aynı yüzyılda gecelik veya pijama ile tanışıncaya kadar insanların günlük kıyafetleri ile veya çıplak uyuduklarını bilmek küçük tebessümler yaratıyor insanda. Günümüzde çağdaş moda endüstrisi ile paralel gelişen bir de yüksek teknoloji modası var. 3D baskı makinesinden çıkmış kıyafetleri göreli, en az 56 yıl oldu belki ama sırada daha heyecan verici gelişmeler var. Bunlardan biri Google ve Levi’s’in ortaklaşa geliştirdikleri akıllı kot ceket... Tahmin edebileceğiniz gibi bu ceket, sizin mobil cihazlarınızla entegre olabiliyor; vücut ısınıza göre sizi ısıtabiliyor veya serinletebiliyor, telefon çağrılarınızı karşılayıp müziğinizin sesini ceketin düğmesinden yönetmenize imkân veriyor. İçinde bilgi saklayabilen dövmelerden, laboratuvar ortamında üretilmiş ve orijinalinden ayırt edilemeyen pırlantalara kadar bugün teknoloji ve moda devlerinin laboratuvarlarında insan giyimi başka bir çağa adapte ediliyor. Tarihin en önemli tasarımcılarından Coco Chanel’in öğüdünü aklımızdan çıkarmayalım: “Moda bize sunulandır; stil ise bizim onların arasından seçtiklerimiz”. Moda tasarımcısını en iyi ifade eden söz ise Lee Alexander Mc Queen’den ve şöyle: “İnsanların tasarımlarım hakkında ne söylediği önemli değil; benim tek derdim kendi illüzyonlarımı hayata geçirmek.” C MY B