Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
1 Nİsan 2018, PAZAR SAYFA 3 Teşhis Ahmet Tulgar Son satıştan önce çevresine “Artık dayanamıyorum” diyormuş. Ama bunu hep derdi zaten... Hep istemeye istemeye her şeyi istedi Ülkenin medya imparatoru oldu. En büyüğü oldu, en büyüklerinin sahibi ve en büyüklerinin kurucusu. Gazeteden dergiye, televizyondan radyoya, internet yayımcılığının her türüne, dahası en büyük gazete dağıtım şirketine, dev kağıt üretim tesislerine, medyanın ana ve yan bütün alanlarına nüfuz etti, patronluk etti, en büyük kitap mağaza zincirinin sahibi, bir internet arama motorunun ortağı oldu. Özetle, yazılı ve elektronik mesajlar bombardımanının en büyük mühimmat deposunun, toplumsal söylemin en faal arsenalinin sahibiydi. Bir iletişim baronu ve ne tuhaftır, geriye ondan sadece sessizlik, suskunluk ve bir iletişimsizlik halinin anısı kaldı. Medyamamutlarının sakarçobanı Onu hep birilerine derdini anlatmaya çalışırken hatırlayacağız, televizyon tartışmalarına daha fazla dayanamayıp bağlanmalar ve yine de derdini anlatamamalar, hezeyan halinde hattan düşmeler, Koç patronlarından edinilmiş bir alışkanlıkla gazetelerinin birinci sayfalarında yayın yönetmenleri ya da Ankara temsilcilerince edit edilmiş açık mektuplar yayımlatmalar, yine de yaranamamış birinin bastırılmış öfkesiyle bir kez daha anlatmaya çalışmalar, bunun da olmaması, bu defa kendi köşe yazarlarına telefon açma, söylediklerinin bu köşelerde yayımlanmasına yol vermeler, hep bir devrilme riskiyle karşı karşıya, sahiden de yönetim katlarında devrilecekmiş gibi yürümeler, hafif sarsak, hep bir vazgeçmeye hazır, vazgeçmeye istekli hal, hep limoni, hep gayri memnun, ne istediği, neden istediği, neden bu kadar sürdürdüğü bilinmez, hep sanki zorla ikna edilmiş, son anda geri döndürülmüş, son anda caydırılmış, sanki hep alicenap, hep, hep ama hep de iletişimsiz, belirsiz... “İletişim pantheonu”nda limoni bir sessizlik, medya mamutlarının sakar çobanı: Aydın Doğan’dan bahsediyorum, evet. Yani sen bu kadar iletişim aracına sahip ol da, yine de derdini anlatama, meselenin ne olduğunu ortaya koyama, varsa bir meselen anlaşılama!.. Bunu anlamak, anlamaya yaklaşmak lazım şimdi. Ama kapitalizm tam da budur, meselesi olmayanı meselesi varmış gibi gösterir ya da kapitalist kendini öyle gösterir. Kâr hırsıyla yanıp tutuşurken insanlara ekmek yedirmek için yoruluyormuş gibi, ülkeyi bizzat yönetirken muhalefet ediyormuş gibi... Aydın Doğan’ın yayın organlarını satmasının ar Aydın Doğan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Huber Köşkü’nde medya temsilcilerine verdiği iftar yemeğinde (2017) dından gözyaşlarına boğulan, üzülen ya da hayıflananlar tam da bu hataya düşmüş olmalılar. Onu günlük ideolojik ekmeklerinin fırıncısı sananlar, onun kendi ekmeğinin kavgasında olduğunu çoktan anlamış olmalıydılar. Ya da pastasının, işte, reklam pastasının, ihale pastasının kavgasında ki bu da bu iktisadi sistemde ayıp değildir zaten. Bir ‘Hulusi Kentmen’ Ama benim kanımca Aydın Doğan’ın gazetecilikte hiçbir ideolojik meselesi yoktu ki ben de gazeteciliğin işte bir meselesi olmayanlarca yapılmasını tek bir şeye bağlarım: Bu mesleği para ve iktidar için araçsallaştırma. Burada Aydın Doğan’ın bu araçsallaştırma faaliyetini hiç de kaba saba yapmadığını, bayağı iyi rafine ettiğini de not düşeyim ama. Teslim edeyim!.. Kabul edelim ki bir Dinç Bilgin’in kibirli saldırganlığından, acımasız sömürgenliğinden, gözü kara Makyavelizminden ve kıl aldırmayan burnundan eser yoktu Aydın Doğan’da. Babayani, “down to earth”, ayakları yere basan, Cannes sahillerinden Gümüşhane yaylalarına özel jet hızıyla çıkan, bir gün önce Changa’da ağırladığı yayın yönetmenlerini ertesi akşam Kelkit’te yer sofrasına oturtan, biraz zorlasam sermaye artırımına mahkum bir Hulusi Kentmen deyivereceğim. Kendi oluru, onayı ya da dahli var mıydı, bilemem ama Aydın Doğan, yakın çevresi ve üst düzey yöneticileri tarafından hep bu işi istemeye istemeye, zoraki, tahmin edilen ya da iddia edilenlerden daha yüce bir amaç için, en azından onca gazeteci işsiz kalmasın diye yapıyormuş gibi lanse edildi: Mağdur olan esas oydu. Ve bu mağduriyete onlarca yıl katlanacak kadar da fedakârdı. Evet, fedakârdı da, doğru. Dinç Bilgin genel yayın yönetmenlerini, köşe yazarlarını istakoz yapılan Pazar günleri villasına davet ederken, Aydın Doğan köşe yazarlarına olmasa da her genel yayın yönetmenine villa hediye ediyordu! Gerçi köşe yazarları da sonradan Trump Towers’ta indirimli satışlardan yararlanır olmuşlardı!.. İstese Aydın Doğan, kolaylıkla o bahçeli villa sitelerinde bir zamanların agresif, tuttuğunu koparan, refleks sahibi yayın yönetmenlerinin evcil evcil dolaştığı bir doğal park bile oluşturabilirdi. O kadar da cömertti üst düzey yöneticilerine karşı!.. Bir kez daha Dinç Bilgin ile Aydın Doğan’ı karşılaştırmak zorunda kaldığımda iki fotoğraf görüyorum kamuoyuna görkemli plaza, tower ve medya center’lardan projekte edilen, empoze edilen: Dinç Bilgin’in direktifiyle yayın yönetmeni veya bu işlevle donatılmış köşe yazarı Ankara’yı arayarak koalisyon bozup koalisyon kuruyor; karşı tarafta ise yayın yönetmeni ya da durumdan vazife çıkarıp bu işlevi takınmış köşe yazarı, Aydın Doğan’ın haberi bile olmadan Ankara’yı arayarak sadece ricacı oluyor. Sonradan da zor ikna ediyorlar zaten patronu bu işlere müdahale etmeye. Hep zoraki yani, hep mağdur, hep istemeye istemeye!.. Peki, niye? Bunu sormazlar mı, mesele ne? ‘Köşe yastığı’ yayın yönetmenleri Aydın Doğan bu son satıştan önce birkaç aydır yakın çevresine “Artık dayanamıyorum” diyormuş. Ama bunu hep der, ima eder, öyleymiş gibi davranırdı zaten. İzlenimim hep bu oldu. Doğan Yayın Grubu’nda çalışmış birçok kişinin de öyle olmalı. “Bu gazeteler, televizyonlar başıma bela oldu” mealinde konuşuyormuş. Ama tatlı bela olmalı ki, defalarca satma girişimleri oldu, kısmen sattı, geri aldı, ortaklıklar kurdu, ortaklarını gönderdi, ekarte etti ve öyle ya da böyle 1979’dan 2018’e kadar tatlı belalarına katlandı! Onlar olmadan ticari alanlarını böyle genişletmesi mümkün olabilir miydi? Aydın Doğan öyle nazlı patron oldu ki sofrasında karşısına köşe yastığı gibi dizdiği eski ve yeni yayın yönetmenlerinin yüreği hep bu bırakıp gitme imaları yüzünden ağızlarında olur, birbirlerinin yutamadıkları lokmalarını kaygıyla sayarlardı. Her yaz en gözde eski yeni yayın yönetmeni ve köşe yazarlarını güverteye alıp ultra lüks yatıyla Ege’ye açılırken marinada bırakılanlar hayıflanırdı. Ama Aydın Doğan seçimlerinde özgürdü. Çünkü ardında hiç “kara kutu” bırakmadı, hepsi “köşe yastığı” kaldı!.. Aydın Doğan, bu her an çekip gidecekmiş gibi davranışları, bir ayağının hep medyanın dışında, diğerini de birazdan yanına alacakmış gibi duruşu, tatlı belalarıyla bu gel git hali, bu kârlı tereddüdü, bu babayani mağduriyeti, limoni imaları yüzünden siyasiler karşısında da, bir medya patronu olarak kritik karar süreçlerinde de hep iki arada bir derede kaldı, ne yardan geçebildi ne serden... Ama tam da bu durum, sakar bir iletişimsizlik hali, ekşi bir ketumluk, umursanmaz bir sessizlik değil mi; bunca ifade ve mesaj aracı bolluğunda?.. O, mamutlarının böğürtüsü arasına sıkışmış cılız bir müştekilik, faydasız bir yakınma oldu sadece... ahtulgar@gmail.com Beyoğlu artık ‘Arap marjinaller’in Hayat gürer mut Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Beyoğlu sokaklarında da arzı endam ettikleri”ni söylediği “marjinaller”e edepli olma uyarısında bulundu ve “bu şartla ülkenin renklerinden biri olabilirler” dedi. Beyoğlu’nda “marjinal” kaldı mı? Bunu ve Beyoğlu’nun geçmişini, değişen dokusunu Eğlence Yerleri Derneği eski başkanı, esnaf Tarkan Konar ile konuştuk. ? Beyoğlu’nda son durum ne, dönüşüm Beyoğlu’nu nasıl değiştirdi? Beyoğlu kozmopolit açıdan bir Türkiye minyatürü. Gerek mezhep, gerek etnisite, gerekse sınıfsal anlamda Beyoğlu’nun farklılıkları barındıran bir yer olduğunu görürsünüz. Bugün Beyoğlu ve çevresinde çok büyük projeler var. Şunu söyleyebilirim ki, hiçbir ilçede bu kadar eş zamanlı ve bu derece büyük projeler yürümüyordur. Diğer taraftan eğlence sektöründe masa sandalye yasaklarını bir başka dönüşüm projesi olarak görmek gerekiyor. Beyoğlu’nda yaşamayı veya eğlenmeyi tercih eden kitleye müdahale edince, bu alanda istihdam yaratılamaz oldu. Ayrıca Beyoğlu’na gelmesi için insanlara bir neden bırakmazsanız, yani AKM’yi, Muammer Karaca Tiyatrosu’nu işleyemez duruma sokarsanız kimse buraya gelmek istemeyecektir. Yerel yönetim bu gidişatı tersine çevirmek için Körfez ülkeleri veya Arap turizmine yönelince de, buranın demografik yapısı iyice değişti. ? Beyoğlu’nun rengi soldu mu demeliyiz? Arap turizmi lehine bir tektipleşme yaşıyo Tarkan Konar (yanda): Arap turistler ülkelerinde yapamadıkları şeyleri Beyoğlu’nda yapıyor. ruz. Geçmişte Beyoğlu dünyanın pek çok yerinden turistin geldiği ve bunların bir arada eğlenebildiği bir yerken, bugün ciddi bir erozyon var. Bu da istihdamı olumsuz etkiliyor. Bugün marjinallerden arındırıldığı düşünülen Beyoğlu’nda marjinalleşmenin boyutları inanılmaz halde. Çünkü Arap ve Ortadoğulu turistler ülkelerinde yapamadıklarını burada yapmaya geliyor. Kimse bana, mutaassıp bir ailenin neden Beyoğlu’na tatil yapmaya geldiğini açıklayamaz. Burada inanç turizmi, şifalı sular, sülük tedavisi, deniz, kayak yok. Yani eğlence ve alışveriş için buraya geliyorlar. Önceden Beyoğlu bu toplumun seküler kesimlerinin rahatlama yeri olarak görülürdü, şimdi Arapların kendi devletinde yapamadığı şeyleri yapabildiği yer haline geldi. Kısacası artık marjinalliğin çapı büyümüş durumda. Sadece bu değil, gece kulüplerinin arttığını ve merdi ven altı bir tarza dönmeye başladığını görüyoruz. Dışardan baktığınızda içerisini göremediğiniz ama tabelasında Arapça yazılar olan, onlara ait meyhanelerin bulunduğu, yerliye değil yabancıya hitap eden marjinal mekânlar artıyor. Beyoğlu bunu kusar! ? Esnafın yaklaşımı ne bu duruma? Eskiden de Beyoğlu esnafı karışık yapıdaydı. Politik olarak muhalif olanı da vardı, iktidarın yanında olanı da. Muhaliflerin sesi daha yüksek çıktığı için çoğunluktaymış gibi algılanıyordu, ama değildi. Şu anda da benzer bir durum var. Yalnız artık muhaliflerin sesi çıkmıyor. Bu, değişiklik olduğu havasını yaratıyor. Bence bugün en önemli gelişme, yerel yönetimin yaptığı bir takım uygulamaları eleştirdiğimde, bana karşı çıkan arkadaşlar kötü gidişattan etkilenmeye başlayınca, “Beyoğlu bu hale geldi. Sen sahip çıkalım yoksa sadece bira satan değil, işkembe satan da bundan etkilenecek diyordun, haklı çıktın” der oldular. Artık bize hak veriyorlar. Düşünün, zamanında birçok önemli mekân buradaydı, her yer cıvıl cıvıldı. Yabancı basında, “İstanbul’un altın yılları” diye yazılar çıkıyordu. Şimdi ise kültürsanattan arındırılmış, fuhuş ve gayri meşruya açık bir alan ortaya çıktı. Bugün esnaf kendi marjinallerini özler hale geledi. Beyoğlu müdavimleri Kadıköy’e ve Beşiktaş’a kaydı. Belli bir kesim ise kendi mahallesini dönüştürme yoluna gidiyor. Beyoğlu’nun desantralizasyonu, periferiyi besledi. Ama Beyoğlu’ndaki ruh hiçbir yerde yok. Burası mimarisiyle, politik geçmişiyle, hikâyeleriyle, kozmopolit yapısıyla farklı bir doku. Buraya yönelik özneliradi müdahaleler görece dönemsel başarılı olur ama sürekliliği sağlanamaz. Beyoğlu bunu kusar. Toplumun seküler kesimleri şu anki tabloda kendisine burada yaşam alanı bulamıyor. Ben normal olmayan bu durumun değişeceğini düşünüyorum. Beyoğlu Kent Savunması Platformu’ndan Deniz Özgür: Gezi’nin intikamını Beyoğlu’ndan aldılar! Söz konusu dönüşüm, yıkım ve restorasyon projeleri Beyoğlu ile ilişkisi olan çok büyük bir kesimin burayla bağının kopmasına neden oldu. Ve zaten bu projelerin en önemli nedenlerinden biri de bu bağın kopmasıydı. Özellikle Gezi direnişinden sonra Beyoğlu’na yönelik acımasız bir baskı ve hatta fetih politikası uygulandı. Bunda da amaç, hem sokak muhalefetini zapturapt altına almak, hem de sol ve muhalif kesimlerin buradan gönderilmesini sağlamaktı. Beyoğlu’nun sahip olduğu ve gelecek nesillere aktarılan toplumsal ve siyasal belleği, iktidar açısından bir tehdit oluşturuyor. Bu belleğin yok edilmesi için bütün alanlara daha önce görülmemiş çapta bir saldırı başlattılar. Ancak bütün bu saldırılara rağmen, Beyoğlu’na sahip çıkan, burayla duygusal ve mekânsal bağını kurmaya devam eden herkes, buranın kozmopolit yapısının, özgünlüğünün, kamusallığının asla kaybolmayacağının bilincinde. C MY B