Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 10 4 MART 2018, PAZAR Yakın Çekim Bülent VARDAR Sinema dünyasının gözü Dolby Tiyatrosu’ndaki ödül törenlerinde oscar’daşans kimden yana? Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından 1929’da Los Angeles’da verilmeye başlanan Akademi Ödülleri (Oscar) bu gece yarısı komedyen Jimmy Kimmel’ın sunuculuğuyla 90’ıncı kez sahiplerini bulacak. Oscar, dünyanın en eski sinema ödülü. Ödül heykelciğinde, bir film makarasının üzerinde elinde kılıç taşıyan şövalye figürü bulunuyor. Şövalyenin üzerinde durduğu makaranın beş tekerleği ise aktörler, yazarlar, yönetmenler, yapımcılar ve teknik ekip bağlamında Akademi’nin kollarını temsil etmekte. Akademi’nin kütüphanecisi Margaret Herrick’in heykelcik için “Ne kadar Oscar amcama benziyor” demesinden ötürü ödüller Oscar olarak anılır olmuştur. Bu sene En İyi Film dalında yarışacak adaylar şöyle: “Beni Adınla Çağır”, “En Karanlık Saat”, “Dunkirk”, “Kapan”, “Lady Bird”, “Phantom Thread”, “The Post”, “Suyun Sesi”, “Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri”. Bunlar arasında “Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri”, geçtiğimiz günlerde Oscar’ın habercisi sayılan Altın Küre ve BAFTA (İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi) ödüllerinde en iyi film ödülünü alarak güçlü bir aday olduğunu çoktan duyumsattı. Film, 7 dalda aday. Yerel otoritelere karşı kızının katilinin yakalanması için mücadele eden bir annenin portresi üzerine yoğunlaşan filmde başrol oyuncusu Frances Mac Dormand, BAFTA’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldı ve En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ının da güçlü adayları arasında görünüyor. dinden önceki vasat Başbakan Neville Chamberlain ve Kral’ın arkadaşı Lord Halifax’a karşı, muhalefetteki İşçi Partisi’nin kabul edebileceği tek muhafazakâr başbakan adayı olarak sergilediği liderlik, filmin odak noktasını oluşturuyor. İngiliz oyuncu Gary Oldman, canlandırdığı Churchill karakterinde başarılı bir performans sergilemekte. Bu En Karanlık Saat Churchill huzurlarınızda! İkinci Dünya Savaşı’nın yangınında, Hitler’in bütün dünyayı tehdit eden saldırganlığı ve tehdit altındaki Birleşik Krallık’ın, bu saldırganlık karşısında boyun eğmeyen direnişinin öyküsünü anlatan ve 6 dalda aday olan “En Karanlık Saat” ise özellikle En İyi Erkek Oyuncu dalında iddialı. Gelmiş geçmiş en önemli İngiliz devlet adamlarından biri olan Winston Churchill’in, yukarıda özetlediğimiz süreçte, Kral V. George, ken Suyun Sesi Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri başarısıyla Oldman zaten Altın Küre ve BAFTA Ödülleri’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülüyle taçlandırıldı. “En Karanlık Saat” kadar “The Post” da ödüllere aday yapımlar arasında. Akademi Ödülleri’nin gediklisi ve En İyi Kadın Oyuncu dalında üç Oscar ödüllü Meryl Streep de “The Post” filmindeki ro lüyle bu sene gene en iddialı aday. ABD medyasının en etkili birkaç yayın organından biri olan ve Amerikan halkına Vietnam Savaşı sürecinde açıklanmayan gerçekleri yayınlayan Washington Post gazetesi, Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin desteğini de alarak gerçekleştirdi The Post Dunkirk ği bu habercilikle, yerel basın organı temsilciliğinden öteye geçerek ulusal basının ana akım temsilcilerinden biri haline gelmiş, daha sonra ise Watergate Skandalı’nın ortaya çıkmasını sağlamıştı. Meryl Streep, filme Washington Post’un kadın patronu Katherine Graham rolünü başarıyla canlandırırken, Tom Hanks’in efsanevi Genel Yayın Yönetmeni Ben Bradlee’yi heyecanı düşük bir tempoda canlandırdığını söylemek gerek. Naziler’in Dunkirk kapanı “Suyun Sesi” ise 13 daldaki Oscar adaylığı ile yılın iddialı yapımlarının en başında geliyor. “E.T.” benzeri bir fenomen, filmin odağını oluştursa da gerçek odak, Soğuk Savaş’ın etkisindeki dünyada AmerikanSovyet rekabeti… Bilgiye ulaşmanın yollarını sabote eden, bir tür fanatik futbol taraftar lığı gibi küresel sorunların ele alındığını düşündürten bir rekabet bu. Film bu süreci dilsiz bir temizlikçi kadınla, sualtı canlısı bir yaratık arasında, romantizmin sınırlarını da aşan bir yakınlaşmayla hayli yaratıcı bir biçemle, ama pek de özgün olmadığı kuşkusu uyandıran bir içerikle anlatıyor. Sally Hawkins’in En İyi Kadın Oyuncu dalının en güçlü adayları arasında olduğunu belirtelim. Yönetmen Guillermo del Toro ise hem Altın Küre, hem de BAFTA’da en iyi yönetmen ödülünü alarak Oscar’da da En İyi Yönetmen dalında favori olduğu yönünde kuvvetli bir algı yarattı. İkinci Dünya Savaşında Naziler tarafından Fransa’nın Dunkirk sahilinde sıkıştırılan İngiliz Ordusunun kurtarılmasını anlatan ve 8 dalda aday gösterilen “Dunkirk” de iddialı mı?.. Geçen senenin En İyi Film Ödülü’nü, Oscar ödüllerinin genel tarzının dışında kalan “Ay Işığı” (Moon Light) filminin aldığını düşündüğümüzde kesin yargılardan kaçınarak “Neden olmasın” demek durumundayız!.. Ridley Scott’un bu defa yapımcılığını gerçekleştirdiği ve Denis Villenevue’nun yönettiği efsanevi Blade Runner (Bıçağın Sırtı) filminin yeni versiyonu “Blade Runner 2049”un ise En İyi Görüntü Yönetmeni dalında Roger Deakins’la ipi göğüslemesi bize göre sürpriz olmaz. Adaletin bu mu dünya?MÜJDEYAZICIERGİN Müzik Selda Bağcan’ın Londra konseri nedeniyle BBC’ye verdiği ve kendisini tatlı tatlı övdüğü röportajı bu hafta sosyal medyada hayli konuşuldu. Bağcan’ın sanatçı egosu nedense gözardı edilip onu megalomanlıkla suçlayanlar, “Yapma be Selda abla” şeklinde eleştirenler oldu. Veteriner bir baba ve öğretmen bir annenin kızı olarak 1948 yılında Muğla’da dünyaya gelen Selda Bağcan, “Böyle şarkılar söylerseniz kendinizi içerde bulursunuz” algısı yaratılsın, kitlelere gözdağı verilsin diye üç kez hapse girmiş bir müzisyen. Halk türkülerini gitara adapte edip eşşiz sesiyle özgürce şarkılar söylemek isteyen Selda’nın, 1972 ile 1992 yılları arasında 20 yıl şarkılarına yasak konuldu. O dönem şarkılar silahlardan daha tehlikeliydi. Ahmet Kaya ile 10 dakikalık “Koçero”yu da seslendirmiş, yumruğunu gökyüzüne kaldırmıştı. Belki Selda’dan değil ama onu dinleyen kitlelerden korktular. Türkiye’de özel televizyonlar açılıp devlet tekeli sona erinceye dek kendi dinleyici kitlesiyle buluşmasına engel olundu. Selda Bağcan bugün, sadece yurtdışında yaşayan Türk dinleyiciye konser verip “Ülkemizi temsil ediyoruz” imajı yaratma peşinde olanların yanında, tüm dünyadaki önemli rock, caz festivallerinde sahneye çıkıp yabancı dinleyicinin gerçek anlamda aklını başından alan bir sanatçı. İki hafta önce Tel Avivli grup Boom Pam ile Londra’da çıktığı mekân KOKO ise The Rolling Stones, Madonna, Elton John, Prince, Red Hot Chili Peppers görmüş bir sahne. Megalomanlığı hak ediyor Yıllarca kendi ülkesinde fazlasıyla bedel ödemiş bir sanatçının, 70 yaşında bunca önemli başarıyı elde etmiş olması övgüyü de, aşırı özgüveni de, megalomanlığı da hak ediyor. Selda Bağcan; cep telefonlarının ön kameralarıyla selfie çekip iki filtreyle kendini dünya starı zanneden, kendine ve altyapısız fikirlerine tapan bomboş sosyal medya kullanıcılarına yem edilemeyecek kadar değerli biri. Eşten dosttan, Amerikan videolarından tavır araklayıp iki şarkıyla ünlü olan vizyonsuz, botokslu isimlerin kendilerini aşırı övmesine verilen kredinin Selda Bağcan’a verilememesi ise oldukça ilginç. Nuri Bilge Ceylan, “Bizim halk za yıflığı sevmiyor. Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar” demişti. Mütevazılığın gerçek karşılığı gibi şu ana dek bir aşırılığı olmamış, tüm dünyada iyi müzik bilen/dinleyen kesimlerden alkışı duymuş Selda Bağcan’ın kendini sevmesini ise nedense onaylayamayan bir kitle var. Özgüven başkalarına da ilham verir. Kendine güven ile kibiri karıştırmamak gerek. Sanatta kendi eserinizi sunmak ve insanlara kabul ettirmek için isminizin arkasında durmanız da cesaret ve özgüven gerektirir. Selda Bağcan da 70 yaşında gelen adaletle kendini haklı olarak çok seviyor ve kendini BBC’ye şu güzel sözlerle anlatıyor: “Bazen bana derler ki seni dinlediğimiz zaman tüylerimiz diken diken oluyor. Ben de kendi sesimi dinlediğim zaman tüylerim diken diken oluyor. Başka birisi gibi geliyor bana. Günlük hayatımda çok mütevazı biriyim. Ama sahnede birden bire böyle hindi gibi kabarıyorum. İhtirastan, heyecandan hindi gibi kabarıyorum.” Londra konserinde Selda Bağcan, BBC röportajına gelen eleştirileri sahnede cevaplamak zorunda kaldı. Röportaj sorularının kendisini yönlendirdiğini ve yurtdışında onu dinlemeye gelenlerin sadece Türk dinleyici olmadığını anlatırken “Barcelona’daki Primavera Festivali’nde İspanyollara halay çektirdim ben” dedi. Bunu anlatırken “O halayı ateşleyenler de Türkiye’den beraber gittiğimiz gazeteci arkadaşlardı” dedi. O konserde Avrupalı kitleyi gaza getirip halay çeken gazetecilerden biri de bendim ve rahatlıkla söyleyebilirim ki yabancı dinleyici dilleri döndüğünce şarkılarına dahi eşlik etti. Bundan iki yıl önce Cumhuriyet Gazetesi’ne röportaj veren Selda Bağcan, “Belli ki kendinizi çok seviyorsunuz” dendiğinde ise zaten duygularını saklamıyor: “Valla kendimi çok seviyorum. Sevmedi ğim yönüm hiç yok. Banyoya girdim mi iki saatte çıkmam. En sevdiğim yönüm bu. Ama arkadaşlarım arasında alay konusudur. Hem çok titizim hem de çok dağınık. Bu nasıl bir arada olabiliyor? Çok enteresan!” Selda Bağcan son 15 yıldır Türkiye’de ve dünyada hakettiği ilgiyi görüyorsa ve ona yıllarca ayıp edildiyse, kendisinin de dediği gibi “İyi ki ayıp ettiler”... Umarım saatlerce banyodan çıkmamaya, kendi sesini duyunca hindi gibi kabarmaya devam eder; gerektiğinde biz yine halayı ateşleriz! Ütopik Byrne Talking Heads’in kurucusu 65 yaşındaki David Byrne’nin, 2004’teki “Grown Backwards”tan 14 yıl sonra, “Reasons to Be Cheerful” projesinden doğan, “American Utopia” isimli yeni solo albümü 9 Mart’ta çıkıyor.Byrne 2018’in ilk haftası yeni albümünü duyurduktan sonra nefesler tutuldu ve beklemeye geçildi. Halbuki nefesler tutulmasaydı, bu albümün, onun eşzamanlı olarak yürüttüğü daha büyük meselesinin bir parçası olduğu öğrenilecekti. Elbette 9 Mart’ta, Todomundo/Nonesuch etiketiyle ve Brian Eno, Rodaidh McDonald Oneohtrix Point Never, Jam City, Doveman, Jack Peñate gibi sanatçıların da katkılarının olduğu “American Utopia” albümü heyecanla beklemeye değerdi. Ancak bu albüme vesile olan, David Byrne’nin yıllarca üzerinde çalıştığı, biriktirdiği ve mental haritamıza ekmek istediği umut aşılayıcı “Reasons to Be Cheerful” projesi de bir o kadar söz edilmeyi hakediyor. Kimileri bu projeyi promosyon aracı olarak görmek istese de David Byrne, projenin aynı isimli web sitesinde, “Ben de tıpkı sizin gibi, geçtiğimiz yıllara bakınca, dünyanın cehenneme döndüğünü düşünüyorum. Sabah uyanıyorum, gazetelere bakıyorum ve günün yarısını depresyonda geçiriyorum. Ama ister bir çözüm olarak, ister bir nevi terapi gibi değerlendirin, dünyada pozitif şeyler de oluyor; olduğunu gösteren somut haberleri topluyorum” diyor. Ve işte bu somut haberleri de “Reasons to Be Cheerful” yani “Neşelenmek için Nedenler” isimli gezici konuşma serisinde anlatıyor. Alt metni “Case Studies Of Things That Work/ Çalışan (İşe Yarayan) Örnek İncelemeleri” olan proje, Byrne’nin dünyanın dört bir yanından topladığı, gezegenimizi iyileştirme gücüne inandığı ve kopyalanabilirliği olan girişim ve uygulama örneklerinden oluşuyor. Öyle komşunun ağaçtan bir kediyi kurtarması ya da milyarder birinin iki kişiye burs kazandırması gibi “psödo” (yarımyamalak) iyilikler değil, daha sürdürülebilir ve dillendirdikçe çoğalabileceğini umduğu şeyler. “American Utopia” da aynı umudu taşıyan parçalardan oluşan bir albüm; Byrne şöyle bahsediyor: “Bu parçalar hayali veya imkansız bir yeri tasvir etmiyor. Aksine şu an içinde yaşadığımız dünyayı olduğu gibi gözler önüne seriyor. Sanırım çoğumuz kendi yarattığımız bu dünyadan memnun değiliz. Hepimiz etrafımıza bakıyoruz ve ‘böyle mi olmalıydı? Başka bir yol bulabilir miyiz?’ diye soruyoruz. Parçaların sözleri, bu bakmaları ve sormaları içeriyor”. İlkokuldayken sınır otizm ve Asperger sendromu tanısı konulan Byrne, Bryan Eno ve Ryuichi Sakamoto ile yaptığı işbirlikleri, bestelediği film müzikleri, kazandığı Oscar, yazarlığı, konuşmacılığı, tasarımcılığı, aksiyonları ve sayısız disiplinlerarası projeleriyle yaptığı gibi, sosyal bilincimize sızabilmeyi yine başarıyor. Zamanın ruhunu sanki en iyi o biliyor ve daimi olarak üretiyor. Eski hayranları bıkmadan “Psycho Killer”ı bir ağız söyleyedursun, Byrne’nin yaşama karşı ilgisi ve merakı çağdaşlarının çoğundan daha diri ve bulaşıcı. Sırtını yaslayıp, Talking Heads zamanlarına ait şöhretiyle böbürlenecek biri olmadığı gibi, nostalji insanı hiç değil. Belki huzursuz, sıkıntılı ve anksiyetesi var ama tüm bunlar yaşama karşı duyduğu iştahı ve enerjisini alaşağı etmiyor. Rivayete göre de kilişe bir deyişle “14 yıllık suskunluktan sonra” gelen yeni solo albümüyle beraber dünya turnesi başlayacak olan David Byrne’ün hayranlarını, Talking Heads’in “Stop Making Sense” konserlerinden sonraki “en iddialı, en görülmeye değer şov” bekliyor. Erel Eryürek C MY B