16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 8 4 MART 2018, PAZAR Tasarım ÖZLEM YALIM Her an yaşam kalitemizin diğer dünya şehirlerine göre ne kadar düşük olduğunu fark ediyoruz İstanbul’un tasarım ile sınavı UNESCO tarafından yürütülen “yaratıcı şehirler ağı” programı, kültürel çeşitlilik ve sürdürülebilir kentsel kalkınma için farklı kentlerin farklı “yaratıcı” alanlar altında kümelenmesini hedefleyen ve 2004 yılından bugüne dek uygulanmakta olan bir program. Yaratıcı kentler ağında, yaratıcı endüstriler olarak tanımladığımız, edebiyat, müzik, sinema, film, zanaat ve halk sanatları, medya sanatları, gastronomi ve tasarım, temel başlıklar olarak öngörülmüş. UNESCO tarafından belirlenen kriterler doğrultusunda yapılan kent başvuruları sonrasında kentler, buradaki unvanlardan birine sahip olabiliyor; bununla anılıyorlar. Programın başlıca amacı, aynı unvan altındaki kentlerin birbirleri ile etkileşimde ve kültürel alışverişte bulunulmasını teşvik etmek. Türkiye’den bu ağın ilk üyesi, gastronomi alanında Gaziantep olmuştu. 2017’de de İstanbul tasarım, Hatay gastronomi ve Kütahya’da zanaat ve halk sanatları unvanları için gerçekleştirdikleri başvurulara olumlu yanıt aldılar. Dolayısla bizde artık UNESCO tarafından tescilli bir tasarım kenti olan İstanbul’da yaşıyoruz! Temsiliyet eksikliği Unesco’nun bu program kapsamında oluşturduğu ağın birleştirici gücü bir yana, özellikle yerel yönetimler ile yaratıcı alanlarda etkinlik gösteren kültür kurumlarına sağlayacağı destek büyük bir iyimserlik taşıyor. Yine de tasarım alanında mehter marşı ile ilerleyen İstanbul’un özellikle son dönemde kentsel anlamda içinde bulunduğu durum, isminin yanına gelen “tasarım kenti” unvanı hakkında soru işaretleri doğuruyor. Daha çok yeni giyilmiş bu kıyafetin üstümüzde nasıl duracağı, programa başvuran İBB ve destekçisi sivil toplum kuruluşlarının da aradığı bir şey. Bu nedenle olmalı ki geçtiğimiz haftalarda konu hakkında bir de “arama” toplantısı gerçekleştirildi. Ne var ki bu arama toplantısında, UNESCO’nun tüm “birleştirici” misyonuna, “yerel değerlerin ve insiyatiflerin geliştirilmesi” amacına rağmen tasarım alanında sağlanan temsiliyet eksikti; tüm ilgililerin orada olmadığı gözlendi. Başından bir “Kültür Başkenti” deneyimi geç İstanbul’un içinde bulunduğu durum, isminin yanına gelen “tasarım kenti” unvanı hakkında soru işaretleri doğuruyor. miş, Büyükşehir Belediyesi’nin, bu deneyimi ışığında tasarım kenti sürecini daha şeffaf ve demokratik bir biçimde sürdürceğine karşı şüphe duymak istemem; elbette zaman içinde karşılaşacağımız sonuçlara bakmak gerek. Her ne kadar istenilen başvuru kriterlerinden geçer not aldıysa da İstanbul’un kentsel tasarımdan ulaşıma, enformasyon ve yönlendirmelerden kamu alanlarına, sosyal yaşamdan eğitime, tasarım alanında sıralanabilecek pek çok sayıda ve önemli problemleri var. Bir İstanbullu olarak hepimiz bu problemler ile günlük hayatlarımızda sıkça karşılaşıyoruz. Biz tasarımcılar, tasarımın ne işe yaradığını en genel anlamda, “İnsanların yaşam kalitele rini arttıran bir katma değer” olarak tanımlarız. Bu çerçeveden bakınca, bindiğimiz toplu taşıma araçlarının konforundan, cadde sokak isimlerinin görünürlüğüne, engelli insanlar için düşünülmüş rampalara, sokakların aydınlatılmasına, evlerimizin yanında konumlanan sosyal tesislere ve spor tesislerine çocuklarımızı ve evcil hayvanlarımızı çıkarabileceğimiz yeşil alanlara ve parklara kadar onlarca konu başlığı birer tasarım problemidir. Kentleri şekillendiren ve tarihimizle kültürel bağlarımızı oluşturan mimarlık da kentin en önemli tasarım problemidir. Yılardır Taksim meydanının çoraklığında kaybolup, gittikçe betonlaşan ve köhneleşen İstiklal Caddesi’nde yürürken; kentsel dönüşüm ile ya şanmaz hale gelen (oysa kentin bir zamanlar en cıvıltılı bölgesi olan) Bağdat Caddesi’ne uğradığımızda, metrobüs beklerken karanlık bir tünelin içinde yollara taştığımızda, karşıdan karşıya geçebilmek için alt ve üst geçitlerde en az bir kilometrelik mesafeler kat ettiğimizde, nefes almak için çıkabileceğimiz, hatta bir afet anında sığınabileceğimiz küçücük yeşil alanlar bile ranta kurban gittiğinde, yaşlı annemiz bir otobüse tırmanarak binmek zorunda kaldığında, karanlık bir sokakta biraz da ürkerek o sokağın isim tabelasını aradığımızda.. daha saymakla bitmeyecek pek çok anda, İstanbul’da yaşam kalitemizin diğer dünya şehirlerine göre ne kadar da düşük olduğunu fark eder dururuz. Yıkılan, restorasyonu özensiz ve asılsız yapılan her tarihi mimari eserde kültürel bağlarımızdan biri kopar; nadir açık hava konser alanlarından birinin orta yerine bir yapı dikildiğinde kentliler olarak buluştuğumuz ortamlardan biri – daha yok olur. Kenti tasarlayanlar uzmanlar değil, paranın sahipleri Burada verilen eğitimin yani geleceğin tasarımcılarının, mimarlarının niteliği bile başlı başına bir konudur İstanbul’da. Ekonomik koşulların hala “fikir ve icat üretenler”e değer vermediği bir toplumsal yapının içinde, öğrendiklerini en iyi biçimde uygulama hayalleri ile yola çıkarlar ama önünde sonunda tasarım eğitimlerinden uzaklaşıp piyasa koşullarına boyun eğerler. Eğer bir tasarım kenti giysisini üstümüze giyiyorsak, öncelikli olarak tasarımcının, mimarın toplum içindeki saygınlığını yükseltmemiz gerekli. İstanbul kentini tasarlayanlar maalesef ilgili meslek erbabı değil, paranın sahipleri... Tasarımla ilgili mesleklerin yaşadığı itibarsızlaştırma, düşük ücret, ücretsiz çalışma teklifleri gibi örnekler, bu işin içinde olanların çok iyi bildiği, meslek kuruluşlarının mücedele ettiği bir konu. İstanbul’un tasarım ile sınavı, çok sorusu olan uzun ve zorlu bir sınav... UNESCO programını yürüten komitenin, kazanılan bu unvana yakışır bir aksiyon planı ile hareket etmesi, paylaşımcı ve şeffaf olması, UNESCO amaçlarında belirtildiği gibi geçici ve göstermelik değil; sürdürülebilir girişimlerde bulunması en büyük dileğimiz!.. Özgürlük yağmurunda yıkanmak isterken, çalışan ama kazanamayan konumda bulduk kendimizi Hayat Size prekarya diyebilir miyim? NİLAY ÖRNEK İyi bir eğitiminiz ve yeterli birikiminiz de olabilir, fark etmez! Sosyal güvencesi, sürekliliği olmayan, geleceği belirsiz bir iş alanında mısınız? Sürekli olarak, süreksiz işlerde mi çalışıyorsunuz? ‘Freelance’ tabiriyle çok mu aşinasınız? Kulübe hoş geldiniz... Hoş geldiniz de, kulüp şu an biraz kalabalık ‘Freelance’ tabir edilen, ‘serbest mekân ve zamanlı’ olduklarının altı çizilen, işverenleri ve kazançları sürekli değişime uğrayan çevirmenler, tasarımcılar, gazeteciler, rehberler ve adı aklıma gelmeyen bilimum yaratıcı işte çalışanlar... Müzisyeni, oyuncusu, ressamı; sanatçılar... Üç otuz para ya da ‘her an kadrolu olabilirsin hissi’ ile çalıştırılan ‘uzatmalı stajyerler’... İşleri yayımlandıktan birkaç ay sonra, birkaç hatırlatma sonunda alabildikleri komik teliflerle gazete, dergi ya da internet sitelerine yazılar yazan, röportajlar yapan birikimli, iyi eğitimli gazeteciler. Instagram’da fotoğraflarına bakanların iç geçirdiği, kimi zaman “Hayat sana güzel” mesajı attıkları o genç kız... Zamanımızın farklı proletaryası “İşte benim bugünkü ofis” gibi ‘şaka’larla, bir gün Güney Amerika’da bir vadiden, başka bir gün dünyanın en derin göletinden fotoğraf paylaşan ve “Kurumsalı bıraktım, oh rahatladım” mesajı olmadan düşünülemeyen delikanlı. Başların ayak, ayakların baş olduğu atmosferlerde kalifiye oldukları mesleklerinden olanlar; akademisyenler ya da öğretmenler. Sosyal güvenceleri olmayan ya da gitgide kısıtlanan, yaptıkları işler için sürekli, kısa vadelerle anlaşmalar yapmak zorunda olan, ‘özgürlük’ ile ‘belirsizlik’ arasındaki ince çizgide olanlar; birtakım beyaz yakalılar... Entellektüel emekleri ucuzlayan, teknolojinin gelişmesiyle her gün bir eski vasfın cenazesini kaldırıp yeni vasıflar elde etmek zorunda olanlar... Tüm bu çalışanları kapsayan, zamanımızın farklı tipteki ‘proletaryası’yla, ‘prekarya’ ile tanışın. Prekarya kelimesi yabancı geliyor ama hissi tanıdık gelecek. İngilizce ‘precarious’ (güvencesiz, istikrarsız) ve ‘proletariat’ (proletarya) sözcüklerinin birleşmesinden oluşan kelimenin (precariat) Türkçe karşılığı bu, yani prekarya. ‘Tepki vermez demişlerdi ama’ Kavram genel olarak esnek ve güvencesiz çalışanları ifade ediyor. Türkiye’de İletişim Yayınları’ndan çıkan “PrekaryaYeni Tehlikeli Sınıf, 2011” ve ardından “Prekarya Bildirgesi, Hakların Kısılmasından Yurttaşlığa” (2017) adlı iki kitap Guy Standing’i bu terimle özdeşleştirdi. Dünya Çalışma Örgütü’nde (ILO) geçen 31 senesinin ardından öğretim üyeliği yapan iktisatçı Standing, temel olarak şöyle diyordu: “Alabildiğine ‘esnekleşmiş’ bir istihdam rejiminde sürekli değişen işlerde, adeta hep geçici bir statüde, düzenli olarak düzensiz işlerde çalışanlar prekaryadır… Gelecek kaygısı olan ve geçinemeyen bu sınıf, genellikle çağrı ile parça başı ödeme usulü ile çalışır, çalışma zamanları düzensizdir ve ücret belli değildir.” Guy Standing’e göre, proletaryanın hak ve güven celerine sahip olmayan, kayıt dışı, normalde ‘olması gereken haklarından feragata çok açık olan’ bu sınıf, popülist ve neofaşist politikacıların demagojilerine de açıktı ve bu da tehlikeliydi. Standing’in bu çıkışlarının ardından, kavram büyük yankı buldu, ülkemizde de işçi haklarını savunan kuruluşların, bazı akademisyenlerin ve Tanıl Bora gibi düşünüryazareditörlerin katkısıyla çok tartışıldı. Kimi, Marx’ın tanımından yola çıkarak ‘prekarya’nın yeni bir sınıf olmadığını hâlâ proleterya içinde yer alması gerektiğini belirtti, kimi ise terimi hemen kabullenerek prekaryanın kendi içinde Standing’in tanımından bile ‘zengin içerikli’ ve katmanlı farklı bir sınıf olduğunu söyledi. Genel anlamıyla bu kesimin iş kaybetme korkusuyla ‘sessiz, ilgisiz ve tepkisiz’ olacağı öngörüldeyse de Occupy Wall Street ya da Gezi Parkı olayları, Syntagma (Yunanistan), São Paulo (Brezilya), Tahrir (Mısır) ve Bahreyn’de yaşananlar bu kesimin birlikte tepki vermeye de açık ve muktedir olduğunu gösterdi. Herkes kendisinin menajeri LinkedIn’e baksak, yüzlerce gizli işsiz kişi kendi havalı ismi olan şirketinin kurucusu. Çoğu kişi kendi kendinin menajeri, metin yazarı, fotoğrafçısı... Uzun yıllar, çalışılan işlerini, kapalı binaları, döpiyesleri, takım elbise ve kravatları, sabah 8akşam 5 çalışmalarını, yılda 15 ya da 30 gün izinleri sıkıcı bulduk. “Aman alınmasın!”, kapıcıya “apartman görevlisi”, sekretere “yönetici asistanı” dedik. İşlerimizi kaybetmemek için gece yarılarına kadar eposta baktık, sosyal medyada bile iş yaptık; “esnek kapitalizm”inşartlarına farkında bile ol madan kayıverdik. Yine doğal olarak kendini tüketimiyle ifade edenleri, mevki peşinde koşan performans odaklıları küçük gördük. Orta sınıftan kafa çıkarmak istedik. Ancak belki de tüm bunlardan kaçar ve ‘özgürlük’ yağmurunda yıkanmak isterken, kendimizi istikrardan ve güvenceden uzak, çalışan ama kazanamayan başka bir durumda bulduk. Bir kısmımız da, Türkiye’nin vatandaşını, yandaş değil de “uyumlu” ya da “uyumsuz” olarak ayıran günümüz ortamında, işlerinden olarak bu durumda kaldı. Bir “Kâbus Monopoly” oyununun içinde olmak gibi... Zar atıyorsun bir binada fotokopi makinesinin başındasın, başka bir zar ile mekânsal olarak özgür ama yine çok çalışıp az para kaza nansın, başka bir zarla kodes bile görebilirsin! Doğru oynamak için, oyunun kurallarını ya da en başta böyle bir oyun olduğunu bilmek de bir seçenek tabii!.. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle