16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 4 MART 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Leylekler ve kadınlar Komşunuza, annenize, babanıza, arkadaşlarınıza, esnafa, otobüste yan yana yolculuk yaptığınız birine, genç bir insana, yaşlı bir insana, fakir birine, zengin birine, kültürlü birine, cahil birine... Herhangi birine, asla çocuk doğurmak istemeyen bir kadından bahsedin. Verecekleri tepkilerden, söyleyecekleri sözlerden, aktaracakları deneyimlerden ve sinsice dile getirecekleri tehditlerden sonra kendinize şu soruyu sorun: “Bir kadının anne olup olmayacağına karar verme hakkı var mıdır?” Teoride bu soruya herkes “Evet” cevabı verir ama pratikte iş hiç de öyle değildir. Kadın kararını kendi vermek istese bile toplum onu o kararıyla baş başa bırakmaz. Doğurganlığı pozitif bir ayrımcılık olarak sunar ve bu vesileyle kadına çocuk üzerinde erkekten daha fazla hak tanıyarak ona en büyük tuzağı annelik illüzyonuyla kurar. Anne olmayı gerçekten kutsal sanan, annelikle kazanılacak madalyaları bir gün bozdurup bozdurup harcayacağı yalanına kolayca kanan, anne olmayı isteyip istemediğini sorgulama hakkı olduğunun farkına bile varamayacak kadar her yandan kuşatılan kadın... Doğasının gereği olarak doğurması gerektiğine en baştan, koşulsuz şartlanır. Eğitimli, eğitimsiz, becerikli, beceriksiz, akıllı, akılsız, özgür ya da bağımlı, cesur ya da korkak, çalışkan ya da tembel olması fark etmez. Geleneğe kafa tutmak irade ister Kadını her açıdan kendi doğasından koparan, temel cinsel güdülerini baskılayan, onu olduğundan bambaşka bir canlı olarak fikren yeniden tasarlayan kültür, iş doğurganlığa gelince tam tersini yapar. Kadını en ilkel haliyle, doğurganlığıyla olduğu gibi mühürler. Ona vaat edilen cennete gitmemek, annelikle rütbelenecek varlığını elinin tersiyle itmek, tanrının ona bahşettiği doğurma yetisine nankörlük etmek, yeni bir canı dünyaya getirmeyi istemeyerek bencillik yapmak, kendi soyundan, kanından bir insanın nasıl olacağına hiç meraklanmamak, kocasına bir çocuk vermemek, annesine babasına torunlarını kucaklarına almayı nasip etmemek, öyle bir başına kuruyup gitmek... Alex Hunting Bunlar toplumun tahammül edemeyeceği büyük bir densizliktir. Annelik konusunda geleneksel değerlere kafa tutmak ve baskılara direnebilmek, güçlü bir irade, sağlam bir tavır gerektirir. “Ben doğurmayacağım” diyen kadın, kendisine acıyanlarla kendisine kızanlar arasından başı dik geçebilmek için bir ömür büyük bir savaş verir. Ve o savaşta yüzde doksan dokuzu yenilir. Bir anda kucağında çocukla, “Ben ne yaptım” bile diyemeyeceği bir noktada annelik mertebesine yükseliverir. Çocuk doğduktan sonra anne artık kendi isteklerini sorgulayamayacak kadar yılgın, eğer pişmanlık duyuyorsa bunu kendine bile itiraf edemeyecek kadar zırhlıdır. Nihayetinde çocuklarını koşulsuz sevmeye programlanmış mutsuz anneler kalabalığına karışır. Anneliği masaya yatırın İstemedikleri halde çocuk doğuran ve kendi varlıklarında yok olan kadınlar zihnen hastalanırlar. Başlarına geleni rasyonelleştirmek için onlara anlatılan yalanları kendilerinden sonra gelenlere olduğu gibi aktarırlar. ^¡^ Cinselliği ambargolarla boğulan kadının, doğurganlığını teklifsizce kamuya açan zihniyet sorgulayın. Ona bahşedilmiş muhteşem bir ayrıcalık gibi pazarlanan anneliği dürüstçe masaya yatırın. Şu çağdaş dünyada anneliği hala kutsal olarak pazarlayan kültürlerin foyasını ortaya çıkarın. Yoksa kadının kaderi hiç değişmeyecek. Bebekleri leylekler getirecek ama onlara anneler bakacak. Aradaki boşlukta aklını kaybeden toplumlar da anneliğin kutsallığını sayıklayıp kadının şeytanlığını sorgulayacak. Peki, ateistler, deistler, Aleviler ve diğer inançlar için ne yapacağız?.. ‘Müslüman’ hekim! Tarihte “biraz kilise, biraz teoloji, biraz engizisyon, biraz da yanmış insan eti kokar” ortaçağ... Ve Ortaçağ’da muktedir olan kilise, kandan nefret ettiği için rahiplerin cerrahi işlem yapmasını yasaklamıştır. Dahası soyunmak ve yıkanmak utanma duygusu nedeniyle günah ilan edilmiştir. Hatta Papa III. Alexandre, Hıristiyan hastaların Müslüman ve Yahudi hekimlere muayene olmasını dahi men etmiştir. Çünkü ortaçağın egemenlerine göre “ubi sunut tres medici, ibi sunt duo athei”dir. Yani “üç hekimin bulunduğu yerde iki ateist vardır”. Oysa hekim de insandır ve yaşadığı toplumun içine doğar, orada büyür, gelişir, dil öğrenir, inanır, iman eder, reddeder.., hasılı kelam yaşar. Râzi’yi öğrenin önce! Peki, toplumun içerisinde yetişen hekimin mesleğiyle ilişkisi ne olmalı? Tüm samimiyetiyle çalıştığını ispat etmek için “Tek isteğim, sınavda bana erkek bir hasta vermenizdir muayene etmem için, mümkün mü” sorusunu yönelten bir tıp fakültesi öğrencisine nasıl yanıt verilmelidir? Ya da “İnancım gereği kürtaj yapmak istemiyorum” diyen hekime toplum nasıl bir yol çizmelidir? Ya da bugünlerde din alanında mektepli kanaat önderlerinin dahi doktorlar sadece kendi cinsiyetlerindeki hastalara baksınlar diyenlerine ne demeli? Öncelikle bu konuda son 15 yılda fiili yaptırımların uygulamaya konulduğunu görmek gerekli. Ama ne yazık ki hiçbir zaman hekimliğin kendine özgü soru ve sorunları konuşulmadı. Oysa hekimlik ile inanç arasındaki ilişkiyi konuşmak gerek. Dahası günümüz “âlim”lerinin aksine hastayı muayene etmemeyi aklından bile geçirmeyen filozof ve hekim Ebu Bekir Muhammed bin Zekeriyyâ erRâzî’yi öğretmek gerek. İnanç ve hekimlik Sağlığın alınır–satılır bir mala dönüştüğü ve bu dönüşümün siyasi İslamın kanaat önderlerini hiç rahatsız etmediği günümüz Türkiye’sinde kimi kesimlere göre bir hastalık nedeniyle oruç ibadeti nin yerine getirilip getirilmeme kararını verecek hekim “ancak dini bilen bir doktor” olabilirmiş. Hatta kimilerine göre bu kararı verecek hekimin Müslüman olması da yeter değil imiş! Aynı zamanda bu Müslüman hekimin “farz ibadetlerini yerine getiren biri olması önem taşıyor”muş. Başka bir kanaate göreyse orucun tutulmaması ancak “oruca inanan bir doktorun tavsiyesi” ile mümkünmüş. Öte yandan “Bunlar gerçek İslam değil” diyerek de sorunun içerisinden çıkamayız. Çünkü “gerçek” ne?.. IŞİD’den İran’a, Suud’dan Türkiye’ye kadar her bir yerde onlarca farklı İslam var. Kimin elinde “gerçek” İslam terazisi?.. Diyelim ki karar verdik ve “bırakınız yapsınlar” ve “hastalar meşrebince istediklerine gitsinler” dedik. O halde hekim tabelalarının altına “dini bilen”, “dindar”, “Müslüman”, “farz ibadetlerini yerine getiren”, “Cuma’yı kaçırmayan” ya da “oruca inanan” sıfatları mı düşeceğiz? Piyasa bu ibarelere bayılır aslında. Öyle ya, bazı hastanelerin ilanında “Hastanemizde bayan kadın doğumcu çalışmaktadır” vurgusu yer almakta. Ne de olsa “her şey satılık” bu uygarlıkta! Peki, ateistler, deistler, Aleviler ve diğer inançlar için ne yapacağız?.. Örneğin bir Yahudinin Yom Kippur orucunu tutup tutamayacağına Yahudi bir hekim mi karar vermelidir? Yoksa Yahudi olması da mı yeterli değildir. Örneğin o hekimden Yahudi inancının mutlak yapmasını istediği ritüelleri de hayatında uygulamasını karar yetkisi için talep etmeli miyiz?.. Ya Hinduizm, Taoizm, Brahmanizm, Budizm ve Maniheizm gibi inanışlarda var olan oruç benzeri ritüeller için karar verecek hekimleri nereden bulacağız? Dahası inanç dışı alanlar için de “ateist”, “agnostik”, “Marksist”, “liberal”, “milliyetçi”, “Türk”, “Kürt”, “Ermeni”, “Rum”, “Abhaz”, “Lezbiyen” hekimler mi arayacağız?! Yoksa biz bu ayrıcalığı sadece Müslüman olanlar için mi isteyeceğiz?.. Daha kötüsü, diyelim ki bir “Marksist” hekim geldi ve “İdeolojim gereği burjuva sınıfına hizmet etmem” derse ne yapacağız? İnancı gereği kürtaj yapmayan hekim gibi bu hekime de izin verecek miyiz?.. Öte yandan, çeşitli yakınmalarla başvurduğu hekimin tabelasında kendisinin siyasi ve inançsal durumundan farklı bir ibare gören ve bu nedenle kaygı ve çekince yaşayan bir hastaya ne diyeceğiz? Onun kaygılarını nasıl gidereceğiz?.. Çözüm, toplumsal mutabakat Bu sorun, ne inanç sahibi öğrenciyi eğitim hakkından mahrum etmekle, ne inancı yobazlıkla etiketlemekle, ne de kendi inancını topluma dayatmakla çözülür. Çözüm yeni bir toplumsal mutabakatta saklıdır. Bu mutabakatın temel koşulu evrensel insan hakları, mesleğin etik ilkeleri ve hekimhasta ilişkisinin gizliliğinde saklıdır. Hekim, bu ilişkide gücü, iktidarı, tahakkümü temsil etmektedir. Unutmayalım ki iktidarın karşısında güçsüz ve mağdur konumda olan tarafların hakları, iktidarların ise sorumlulukları vardır. Barbaros Şansal Çalıntı zaman Renklerle dans Yemyeşil gözler, közlü sözler Türkiye’ye gelip de yeşili yazmaya kalkınca galiba en zorunu seçtim. Bu yüzden, son kalan yeşile içim yanarak bir kez daha göz atıp haftaya kıpkırmızı olmaya karar verdim . Önce biraz yeşil zeytin biraz da Kıbrıs çakıstası aldım tabağıma. Ardından tane tane yeşil incir reçeli, bir dilim de küflü yeşil Artvin peyniri hemen yanıbaşına. Yeşil çay da demledim birkaç bardaklık... Hoş, Beyaz çay, malum, zengin işi vitrinde ve etiketinde yazan fiyat ancak alıklara “bakılık”! Neyse onlara pek dokundurmadan geçelim, sonra kızıp da Bimer üzerinden ifade için savcıya gitmeyelim.!.. ^¡^ Masamda beni gözetliyor yeşil ambalajlı bir kutu çakma labne peynir. Bir de pastörize süt kutusu market rafından, üzerindeki figür ise inek kılıklı bir beygir. Hadi, gelin dağıtalım biraz, eğer becerebilirsek hep beraber, bilin ki bu kez yazacağım doğa değil ticareten üretilmiş her tür zehir. Tirşe yeşilinin, zümrüt yeşiline alakasızlığı bir yana, caddelerin gözleri kör eden led aydınlatmalı yeşilinin tafrası diğer bir yana... Bu ara askerin haki yeşili démodé oldu ya; papazın eriğinin yeşili de ortaya karışınca pis yeşilin çirkin tonu nefti yeşi le bulanıp yağlı kara gibi bulaşıyor sayfa sayfa her taraflarımıza. ^¡^ Yosun yeşilli sahiller doldurulup baştan başa yarılmış taşlar ile kaplandı. Zeytinin dalından kopartılmış ve kurşunlanmış yaprağının yeşili bile Kıbrıs’a giden Yeşilada Vapuru’nda çoktan kana bulandı. Mavi Marmara’nın yeşil bayrakları da para olup hâkimin dosyasının sümeni altına atılandı. Bilmem bilir misiniz, yeşille kırmızı birbirine karışınca hep kahverengi ortaya çıkardı. Bu yüzden yerli ve milli para olarak artık mor binlikler değil, milyarlarca liralık Musa yeşili doların mürekkebi ile hâyâsızca iktidara Abraham misali damat olandı. ^¡^ Sonra kesildi Yeşilırmak’ın suları HES denen kirler ile... Bir de baktık ki paraleldi yeşil yaylalara bir gecede konan beton bina çöplüğü hem de göz göre göre... Derken Yeşilköşk’ün Lambası söndürülüp dönülüverdi bağnaz karanlığa, aklımdan “Yeşilbağın üzümü kime diyeyim sözümü, ne gelen var ne giden kime sorsam özümü?” (böyle uygun gördüm) şarkısı geçti bağıra bağıra... Günümüze gelince, ya bandıra bandıra ye beni ya da kaldır ye şil başlı ördeği sazlıklardan İlhan İrem gibi hesabı sora sora!.. Yeşillim yeşillim yeşillim LeslieannArt aman! Yine yeşillendi fındık dalları neyleyim Mevlâm!.. ^¡^ Yemyeşil gözlerde yaş dolu. Yeşil Şamfıstığının adı Antep oldu mu hey mazi soylu? Sakın acı ye şil biber sürmeye kalkma ağzıma, Yeşilova çoktan Yeşil Bursa’da soldu. Yeşilaltının modası geçti şimdi pembesi revaçta, yeşil heybende hububatın yok, nasıl geldin bu hale Yeşilçam’da mı hele bana bir anlatsana!.. Yemyeşil ormanları özledim, yeşilimsi ela göz lerde saklanıyor özlemim... Yeşil vadi betonarme rezidans kılığında yeşilimtrak batak, Fikirtepe’de Kurtlarla Dans olarak izledim rantı bakalım sonu muz ne olacak?.. Gevezelik ettim yine bu hafta, Yeşil Bursa’nın Ulucami çini yeşilini kullanmadan... Bırak yeşer sin umudun filizi, yarınların sürgün vermiş dalla rında solmadan... Gördün mü bak, yine Yeşil’e çal dım sayfayı bir kere daha, istemeden adı kondu çoktan çalıntı zaman. Cumhuriyet döneminden önce İstanbul’un orta sınıf kesimlerinin oturduğu güngörmüş ama artık düşüş içine giren semtlerindeki evlerin sokağa bakan dar cephelerinin ardına çekilmiş arka Ünsal Hoca aramızda... bahçelerinde hekimler, kâtipler, memurlar toplanır; kanun cümbüş, ud ve kemanla meşkederlerdi. Bu musikide uslu, terbiyeli, nezaketli bir hüznün yaşandığını ve bu içmekânın sesinin ‘arandığını’ biliyoruz. Zeki Müren ise 1950’lerden itibaren kentlerimizdeki yeni insanların ‘arandığı’ içmekânın sesini getirdi bize; kentlerde ‘kalabalıklara’ dönüşen yeni insanlarımızın hem gürültülü hem de biraz ‘işveli’ içmekânının sesini sundu. Alıştığı mekânlarını, yakınlarını, coğrafyasını yitirip kentlerin yeni olu şan hayatına karışan insanlarımız çoğalıyordu. Onların bu ‘geleneksizleştirici kalabalıklaşma’ için de sığındıkları uzleti dile getirmek için, tane tane, her kelimesi ilk kez duyulduğunda bu geleneksiz kalmış insanların bile hemen anlayıvereceği bir müzik dili oluşturdu Zeki Müren. Çoğumuzun hayatta hiç görmediğimiz ‘manolyalar’dan söz ederken, kentin hiçleştirici hayatında artık idealize ettiğimiz, erişilmezleştirdiğimiz aşklarımıza sunacağımız çiçekleri de soyutlamamızı öğretti bize...” Nepal C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle