22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

4 MART 2018, PAZAR BİRCAN USALLI SİLAN Hayal hayattır SAYFA 9 THERAPIA ALPER HASANOĞLU Birden ayna satan bir delikanlı gördü karşısında. Her yanı ayna doluydu... İki bakış kaç para? Yaşamaya yeni başlamış gibiydi. Etrafına sevgiyle baktı. Yaşama bir kez daha yüklüce bir kredi verdi. Evin içine usul usul yağmur yağıyor gibi mutlu oldu. Sardunyalar kıpkırmızıydılar. Okşadı onları. Parmaklarının arasında iyice bastırdı. Yaprakları mis gibi kokuyordu. Onlara biraz daha su verdi. Sonra fesleğeni okşadı yine. Masada kalan ekmekleri ıslatarak kumrular için balkona koydu. Aslında alt kattaki komşu istemiyordu, onun balkonu kirleniyor diye ama olsundu. Kuşlara ekmek vermezse kendi yiyip içtiğinden utanıyordu. Üstelik kuşlar çok alışmışlardı ki onun ekmeklerine. Balkonda gelip de bulamazlarsa diye mahcup bile oluyordu Sezin. Üstelik onlar onun masal kuşu oluyorlardı çoğu zaman. Masalının kuşları. Sessiz sakin, yavaş yavaş kahvaltıyı kaldırdı Sezin. Mutfak işi bitince salona geçti. Allahtan tertemizdi. Birkaç çiçeğe daha su verdi. Dağınık duran birkaç gazeteyi kaldırdı. Sonra büyük bir istekle sallanan iskemlesine oturdu. Gözlerini yumdu. Sessizliği dinlemekti niyeti ama sokak satıcıları, bağrış çağrış… Bulamadı hayal ettiği dinginliği. Birden telaşla fırladı. Aklına aniden bir şey gelmiş de, o şeyi yapmak için geç kalmış gibiydi. Koşarak yatak odasına geçti ve aynanın önüne diz çöktü bu kez de. Saatlerdir kendiyle karşılaşmamıştı. Yüzü gözü, saçı ne haldeydi diye merak etmişti fırlarken ve balkondan kim bilir ne iğrenç göründüğünü düşünerek paniklemişti aynanın önüne oturduğunda. Oysa az önce aradığı dinginlik vardı yüzünde. Kendi güneşini içinde, gözlerinde, yüreğinde taşıdığını hissetti bir an. O güne kadar hep özlediği duruluk, aydınlık vardı sanki teninde, bakışlarında. Saçı biraz dağılmıştı ama olsundu, çok güzel görünüyordu. Gözlerinin pınarında siyah boyalar birikmişti, hepsi o kadar. Yüzünü sevdi. Yüzünün okşanmaya ihtiyacı varmış gibi geldi. Yüzünü okşadı, incitmekten korkarcasına. Yüzüne bir kelebek kondu. Yumuşacık okşadı kendi tenini. Mutluydu görüntüsüyle. Zafer işareti yaptı eliyle yine. Birden gülen meleği göründü. Tam omzunda duruyordu. Hemen kot pantolonunu geçirdi ayağına. Üstüne de en sevdiği siyah kazağını. Banyoya gidip dişlerini fırçaladı üç dakikayı doldurarak. Yüzünü yıkadı güzel güzel. Kendini genç kız gibi hissediyordu. Oysa otuz beşe gelmişti. Bir şoset çorap bulup geçirdi ayağına. Sonra da eline çarşı sepetini alıp ayağına botlarını giydi. Portmantonun aynasına şöyle bir göz ucuyla bakıp dışarı fırladı. Hava biraz soğuktu ama onu rahatlattı. Yüzüne çarpan rüzgâr onun daha çok kendine gelmesini sağlıyordu. Bu esinti hoşuna gitti. Balkondan gelen rüzgârgülünün sesini dinledi bir süre. İçindeki küçük kız sanki her sesi duyuyor, her bakışı hissediyor, her samimiyeti kabul edip, sahtekârlığa hemen bir set çekiyordu. Bambu tahtadandı ve tahtaların birbirine sürtünmesinden gelen ses ona çok iyi geliyordu. “Al gülüm ver gülüm hani benim mor gülüm?” diyordu sanki o an tahtalar. İçindeki deliliğe gülümsedi. Yürüdü, yürüdü, yürüdü... Hızlı adımlarla yürüyordu. Yavaşlarsa nefesi tükenecek gibiydi. Varmak istediği bir yer, olması gereken bir saat yoktu. Ama yine de tempolu yürümesini sürdürdü. Bir ara ıslık çalmak geçti içinden. Hatta hem koşmak hem de ıslak çalmak istedi ama üç, dört dakika sonra nefesi tükendi. İkisiyle birden baş edemeyeceğini anladı. Durmak da istemiyordu. Etrafına bir baktı, ona bakan var mı diye. Hayır yoktu. Herkes kendi işindeydi. Onun koşmasıyla, ıslığıyla ilgilenen kimse yoktu etrafında. Hemen yanındaki evin duvarına oturup soluklandı biraz. Elindeki torbayı yere bıraktı. Gelip geçene bakmaya başladı. Sanki küçük bir çocuktu da annesi oyalansın diye onu camın kenarına oturtmuş gibiydi. İnsanların sıradan hallerine bakmaya başladı. İki genç geçtiler önünden. Delikanlının getirdiği tek bir gülü koklaya koklaya gidiyordu kız. Bir yandan da flörtünün tutmaya çalıştığı elini çekiştiriyordu. “Bana ne, sevmiyorsun işte beni!” diyordu. Oğlan da “Ama anlatıyorum anlamıyorsun!” diye mızmızlanıyordu. Anne sinir içinde söyleniyordu. “Babana anlatayım akşam da sen gör bakalım. Ne demekmiş anneye yalan söylemek. Bu yaşta bu kadar yalan. Sen o aptal dizileri çok izliyorsun değil mi? Entrikacı bücürün teki oldun çıktın başıma bu ne ya? Senarist ol sen ilerde bari aç kalmazsın” Kedinin biri köpekten kaçtı. Karganın biri yerdeki lastiği yiyecek bir şey sanıp kaptı sonra da aniden tepesine fırlattı. Güldü Sezin. Herkeste kendi ni görmeye başladı. Hepsi onun halleri miydi yoksa herkes karbon kâğıdından çıkmış gibi birbirinin aynı mıydı, bilmiyordu. Sonra yine koşmaya başladı. Bir an elindeki alışveriş torbasını duvarın dibinde bıraktığı geldi aklına. “Boşver” diye içinden geçirdi. Dönüp torbayı almak ona hem zor hem de anlamsız geldi. Koşmasını kesmek istemedi. Bir yandan da gülümsemeye başladı. Sonra yüksek sesle gülmeye. Yolda gördüğü herkese güldü. Yaşlı kadınlara, küçük çocuklara, gençlere, yaşıtlarına… “Günaydın, iyi günler” dedi onlara. Bu hiç tanımadığı, daha önce hiç konuşmadığı, isimlerini bilmediği insanlarla arasında bir dostluk kurulduğunu hissetti. Sanki o insanlar onu gördüklerinde, “Sen haklısın. Senin doğrun, en doğrusu” diyorlardı. Beynine o kadar çok “Sen haklısın” komutu gitti ki, “Evet ben haklıyım!” dedi o da. Genç kadının biri şaşkın şaşkın baktı Sezin’e “Bir şey mi dediniz” diye sordu. Sezin kadının soran gözlerine aldırmadan gülümsedi. O olsa, o da bakardı çünkü varsın baksındı. Belki o da koşmak isterdi onun gibi de o cesareti bulamazdı kendinde. “Sen de koşsana” dedi gülerek. “Deli misiniz” dedi kadın şaşkınlıkla “Bu etekle, bu topuklu ayakkabılarla nasıl koşarım? Hem ben koşmak için aşağıdaki koruya gidiyorum. Size de öneririm.” dedi gülümseyerek. “Sağ ol. Sen koşmak için koruya git. Ben burada devam edeceğim” dedi Sezin sırtını dönerek. Kadın, “Deli herhalde zavallı. Ne kadar da çoğaldı bunlar. Sıyırtmış iyice. Aslında böyle olmak da bir avantaj, oh aklına eseni yap kimse sana kızamasın. Vallahi bu da bir yol” bakışlarıyla Sezin’e baka baka yoluna devam etti Nihayet pazara girebildi. İnanılmaz bir kalabalık vardı. İtiş kakıştı herkes. Baktı, kadınların çoğu çantalarını onun da yaptığı gibi çapraz asmışlardı. “Abla gel, domatese gel Çanakkale bunlar! Hadi, komşunu al da gel” diye bağırıyordu domatesçi. Her kafadan başka ses çıkıyordu. Bir tek domatese en az farklı beş altı çağrı vardı. “Domates kaça? “Beş lira ama senin güzel hatırın için dört lira olur.” Bütün tezgâhlar doluydu. Üst üste atılmış gibiydi tüm sebzeler, meyveler ama çok da güzel görünüyorlardı. Patlıcanın moru, rokanın marulun yeşili, barbunyanın kırmızısı... Biberler yan yana dizilmişti. Acılar en koyu yeşil olanıydı. Sarı dolma biberlere ise bayılıyordu Sezin. Tezgâhın önünde öylece bakakaldı. “Ne güzel renkleri var. Nasıl da uyumlular” diye düşünürken, tezgâhtaki genç adam ona karşılık verdi, ”Evet abla, çok güzel renkleri var. Taze de ondan. Üstelik çok da lezzetli. Bir de vitamin deposu bunlar.” İçinden ise; “Kadına bak be, biz ne derdindeyiz, o ne derdinde!” der gibiydi. Alaylı bir şekilde sordu. “Abla ressam mısın sen?” “O da nereden çıktı “diye şaşırdı Sezin. “Ressama benzer bir halim mi var?” “Kızma be ablam. Ressamların alınlarının ortasında mı yazıyor ne iş yaptıkları? O da senin benim gibi. Hani herkes taze mi filan diye sorar, ama gözlerinle fotoğraf çekimi yapınca, olsa olsa bu ablam sanatçıdır, ressamdır diye düşündüm. Kızdıysan kusura bakma. Ya abla, hem seni ressama benzettim, kötü bir şey demedim ki! Valla çözemedim ben seni” Güldü Sezin adamın tavrına. “Beni on beş yıllık kocam çözemedi, sen mi çözeceksin?” diye düşünürken ekledi, “Ama sahiden çok güzel renkleri var değil mi?” Satıcı çocuk, “Bu mevzuya gelmiş akşama kadar dolaşır artık, oyalansın garibim” diye düşünüp öteki müşteriye döndü. “Buyur ablacım ne istedin? Bak şu domateslerinin renginin güzelliğine.” Kadın şaşkın yanıt verdi: “Ayol, ne fark var renginde? Hepsi aynı. Sen bana fiyatından haber ver” dedi. Sezin, ”Bu sabah bütün deliler bana sıra oldular galiba”diye iç geçiren pazarcı, bakışıp gülüştüler. “İki kilosu beşe olmaz mı” diye sordu bir başka tezgâhta da. Patlıcanlar tam karnıyarıklıktı ama öteki tezgâhlara göre biraz fazla söylemişti adam. “Olmaz be ablam olmaz. Ben de ucuza almıyorum ki. Kilo başına biz de bir şey kazanalım ki değsin bu işi yaptığımıza.” “Ama o tezgâhta neredeyse yarı fiyata?” “Ama ablam. Bak şu kadına bak bir de sana. İşte o patlıcanla benimki arasında da böyle fark var. O kadın senin kadar güzel mi? Genç mi? İkinizin değeri bir mi?” Hem güldü hem de sinirlendi Sezin. Patlıcana hiç benzetilmemişti bugüne kadar. “Bu da oldu en sonunda” deyip yürüyüp gitti oradan. Adamın arkasından, “Hadi gel senin dediğin gibi olsun” demesine aldırmadan. “Niye illaki bu oyunlar” diye söylenirken kadının biri geldi küt diye çarptı. Çarpan daha ne olduğunu kime nasıl dokunduğunu anlamadan, telaşla ve üzgün bir ifadeyle bakınırken, “Pardon desenize” dedi kadına, sinirli sinirli. Hatta 101 Dalmaçlı’ya zulüm eden Glen Glos kıvamında. “Pardon, affedersiniz. Çok kalabalık ya ondan” dedi kadın tüm kibarlığıyla, hatta eski İstanbul hanımefendilerinden biri içine kaçmışçasına. “Asıl siz affedersiniz. Haklısınız çok kalabalık” dedi Sezin, mahcup ve utanarak. İşte tüm canavarlığı fos çıkmıştı. Yine iyiydi tüm insanlar. Kendi çaplarında, kendi dünya görüşlerinde iyiydiler. Pazarcının biri onu ressama, bir diğeri ise patlıcana benzetmişti. Ama o kadar iyi niyetliydiler ki kızacak, sinirlenecek bir şey yoktu aslında. Biraz hoşgörü her şeyi güzelleştirmeye yetiyordu aslında. Kötü olan, sorun yaratan, sorunları hiç bitmeyen bir oydu galiba. Birden ayna satan bir delikanlı gördü karşısında. Her yanı ayna doluydu. Hepsini üstüne takmış öyle dolaşıyordu. Kuşlusu, kuşsuzu, karesi, dairesi, kalın çerçevelisi, incesi, Türkan Şoray’lısı, Hülya Koçyiğit’lisi, Fatma Girik’lisi, Filiz Akınlı’sı, Selda Alkor’lusu. Bunlar nostaljik duygusu veriyordu. Çerçeveleri eskitilmiş gibiydi. Tarkan’lı aynayı bıraksan şarkı söyleyecekti. “…Oynama şıkıdım şıkıdım, oynama şıkıdım şıkıdım…” Aynanın içinden Tarkan göz kırpıyordu , “Ne güzel oynuyor bu adam!” diye iç geçirdi. Sonra birden Sezen Aksu tepesinde İstanbul hatırası yazan aynanın içinden, “…Ah İstanbul İstanbul olalı, hiç görmedi böyle keder…” diye iç avazı çıktığı kadar şarkısını söylemeye başladı. Sezin birden kendini bu teknenin içinde hissetti. “…… zulada birkaç şişe yakut…” Sezen şarkıyı söylüyor, Hüsnü Şenlendirici ise klarnetini çalıyordu. Onun da içinde bir ayrılık hüznü, elinde kırmızı şarap kadehi, denizde büyük bir teknenin dalgası, kalbinde hafiften bir kan sızıntısı. Elinde olmadan bir kez daha gözü aynalara takıldı Sezin’in. Farkında olmadan elini saçının altından geçirerek düzeltti bu bakışı sırasında. Aynacı delikanlı Sezin’in haline bakıp güldü, “Bedava bakmak yok abla.” “Peki” dedi Sezin... “O zaman ben de parasını öderim. İki bakış kaç para?” Canan Karatay Cemal Süreyya’nın anısına Atatürk öldüğünde beş yaşındaydı. Aydın bir annenin dört kızının en ‘Çalıkuşu’su. Öğrenciyken bütün yaz tatillerini Anadolu köylerinde geçirir, tek isteği halkının sağlığını korumak. Şimdi de aynı ideal için çırpındığını söylüyor. Babası birkaç kuşaktır ulema olan, Elazığ Harput’ta göz önünde bir ailenin çok umut vadeden, kolejlerde, tıp fakültelerinde okuyan, ardından Amerika ve diğer bazı yerlerde hep ‘ilk’lere eşlik eden, başarılı, sırf bu yüzden yuva kurmayı bile geciktiren bir Cumhuriyet kızı. Oysa en çok evinde mutlu oluyor. Bu, onun kendi hayatını hikâye ediş biçimi. Bizse her şey ama her şey hakkında bir fikri olan, ağzından çıkan her söze önce kendi inanan ve karşı çıkanlara kızan, bağıra çağıra konuşan, kendinden memnun bir kadın görüyoruz. Mahallenin çok konuşan, herkese tavsiyelerde bulunduğu için artık günlere çağrılması pek istenmeyen ama ne diyeceği de merakla beklenen, kıymeti kendinden menkul yaşlı teyzesi gibi. Kocası çalışma odasında kitaplardan başını kaldırmıyor, artık onunla muhatap olmamak için. Vazgeçmiş. En çok felsefeyi seviyor. Paranoyak değil ‘pronoyak’ Paranoya terimi psikiyatriye ait bir kelime, eski Yunancadan ödünç alınmış. Akla karşı, akıl dışı anlamında? Esas olarak korku ve dehşet duygusu eşlik eder paranoyaya kapılan insana. ‘Pronoya’ benzer bir kelime ama paranoyanın karşıtı. Öngörü, kehanet anlamına geliyor tam çevirisi. 1984 yılında Amerikalı bir sosyolog olan Fred Goldner tarafından kullanıma sokulmuş ama pek rağbet görmemiş. Ben Canan Karatay’ı dinledikçe bu terimi anımsıyorum. Bazı insanlar söyledikleri, yaptıkları her şeyin doğru ve iyi olduğuna inanırlar ve herkesin de onları bu konuda takdir ettiği, onlara hayran olduğu sanısına kapılırlar. Bu da kişinin kendisini iyi ve mutlu hissetmesine neden olur. Canan Karatay çok mutlu olduğunu söylüyor, anlaşılıyor da bu her halinden. Allah daha da mutlu etsin! Halkın sağlıklı kalmak için bol bol taze et, olmazsa günde on yumurta yemesini, yanına kırk zeytini katık yapmasını, sızma zeytinyağı içmesini, tereyağını da bol bol kullanmasını tavsiye ediyor. Her gün yalnızca makarna kaynatabilecek parası olan halktan haberdar olmasa gerek. Pastırma yiyin diyor. Lahmacun yerken yakalanınca, lahmacunun en sağlıklı yiyecek olduğunu iddia ediyor ve üstelik bu dediğine de inanıyor. Çünkü onda ‘pronoya’ var. Mutlu o. Söylediği her şeyin takdir edildiğinden emin ve evinde huzur içinde oturuyor. Aşı olmayın dedikten sonra bile. Aşının içinde alüminyum var, Alzheimer yapar diyor. Önceliğimizin çocukların Alzheimer olacak yaşa gelene kadar yaşamalarını sağlamak olduğunu unutuyor. Tepki alınca, yalnızca grip aşısı için söyledim ben bunu diyerek ve buna da önce kendi inanarak, yine mutlu, gülümsüyor. ‘Pronoyak’ o çünkü... İhtilal, kayatuzu eksikliğinden! Abisinin antidepresan kullandığı için intihar ettiğini iddia edecek kadar haddini aşabiliyor pronoya. Ona inanarak ilaçlarını bırakabilecek ve bu yüzden intihar edip ölebilecek ‘gerçek’ depresyon hastalarının vebaliyle ilgilenmeyecek kadar da kendinden emin. Canan Karatay’da gecikmeli ve ayrıca kasabalı bir Türkan Saylan havası var – dikkat; kasabalı kelimesi kesinlikle değersizleştirici bir anlamda kullanılmamıştır. Türkan Saylan şehirli bir Çalıkuşu olarak yıllarını Anadolu’da cüzzam hastalarına yardım etmek için geçirmiş ve bunun takdir edildiği zamanlarda el üstünde tutulmuş önemli bir bilim insanı. İdealist bilim insanı günümüzde maalesef pek prim yapmıyor. ‘Pronoya’ bunun telafisi olarak giriyor gündeme Canan Karatay’da. Artık duramaz. El arttırmak zorunda. O da bunu yapıyor. Fransız İhtilali, kaya tuzu eksikliğinden oldu diyecek kadar… (Önemli not: Bu bir psikiyatrik tanı yazısı değildir. Etik kurallar ihlal edilmemiştir. Bir hekim tarafından değil, Cemal Süreya’nın portre çalışmalarına özenen bir yazar adayı tarafından kaleme alınmıştır.) C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle