26 Haziran 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

29 HAZİRAN 2014 / SAYI 1475 Fotoğraflar: SELDA GÜNEYSU Ben de bir kader mahkumuyum! Mahkumların “Turgay Baba’sı” Turgay Tanülkü, 1981 yılından bu yana Türkiye’deki cezaevlerini geziyor, mahkumların çocuklarına babalık yapıyor, okumaları için tüm imkânlarını seferber ediyor... Kızlarından biri Sultan, bugün bir avukat ve cezaevlerini artık babasının oyunlarıyla tanıyor! SELDA GÜNEYSU B uz gibi beton, demir parmaklıklar... Isıtmaya çalışıyorlar, nefesleri yetersiz kalıyor kimi zaman. Avludayken iyi, en azından gökyüzünü, güneşi görüyor mahkumlar, kısa süre de olsa. Ama ya içerideyken? Kilit üzerine kilit... Belki de o an “Cezaevimizin toplantı salonunda bugün ‘Masallar, İnsanlar Bir de Türküler’ adlı oyun sahnelenecek. Tüm mahkumların gelmesi gerekmektedir” anonsunu duyuyorlar. Tiyatro giriyor bu kez demir parmaklıklardan içeri... Artık bir saat de olsa özgürler. İstanbul Devlet Tiyatrosu oyuncularından Turgay Tanülkü, 1981 yılından bu yana Türkiye’deki cezaevlerini dolaşıyor. Kimi zaman onlara Devlet Tiyatrosu yapımı oyunlarını sahneliyor, kimi zamansa onlarla tiyatro çalışıyor. Kendi deyimiyle, “kader mahkumlarının karanlığına tiyatronun ışığı ile süzülüyor.” Kendisi de 1970’li ve 80’li yıllarda “siyasi mahkum” olarak cezaevine girmiş; gördüğü işkencelerden ötürü çocuğu olmuyor. Tanülkü, o olayın ardından mahkumların çocuklarına adamış kendini. Tanülkü, bu ay sonuna kadar da Devlet Tiyatroları ile Adalet Bakanlığı’nın ortaklaşa gerçekleştirdiği “Sosyal Sorumluluk Projesi” kapsamında, başta Sincan F Tipi Cezaevi olmak üzere Ankara’daki açıkkapalı cezaevlerinde, Sait Faik Abasıyanık’ın yazdığı, Gürol Tonbul’un oyunlaştırdığı ve yönettiği “Masallar, İnsanlar, Bir de Türküler” adlı oyunu sahneleyecek. Cezaevinde tiyatro yapma fikri ne zaman gelişti? Bu proje 1981 yılına uzanıyor. 70’li yıllarda cezaevinde kaldım, Ulucanlar’da... Oradan Sinop Cezaevi’ne gittim. Oyunculuğu Halkevleri’ndeki çalışmalardan, Köy Enstitülü öğretmenlerden öğrenmiştim ortaokul, lise yıllarında. Ama ben esas tiyatronun cezaevinde yapıldığını gördüm. Neden diyeceksiniz? O zamanlarda mahkumlara tek tip giysi giydirirlerdi. Şimdiki gibi serbest değildi. Bizler de görüş günlerinde ziyaretçilerimizin karşısına arkadaşlarımızın kazağını, gömleğini giyerek çıkardık. Saçlarımızı limon suyuyla parlatırdık. Limonu biraz da gözümüze damlatırdık ki gözlerimiz parlak görünsün... Dolayısıyla esas oyunculuk orada başlamıştı. Kostümleri değiştirmek, ziyarete çıkmak... Tiyatroyu orada daha net görmüştüm. Konservatuvarı nasıl okudunuz o süreçte? O süreçlerde konservatuvar okudum zaten. Kimi zaman gardiyan eşliğinde gidip geldim okula. 1977’de bir çıkışım oldu cezaevinden, 1979’da beni askere aldılar. Askerden döndükten sonra Ulucanlar’a geri dönüp, benimle birlikte orada kalan mahkumlar vardı, onlarla tiyatro yapmaya başladım. Cezaevi yönetimi sorun çıkarmıyor muydu? Şimdi bazı mahkumlar ve cezaevi yönetimi tanımıyordu. Bu süreçte yönetim “Acaba mahkumlara bir şey mi taşıyor bu adam” endişesini taşıyorlardı. Mahkumlar da “Acaba bu adam idarenin adamı mı?” diye düşünüyordu. Zamanla kendimi ispat ettim, büyük cezaevlerinde de oyunlar çıkarmaya başladım. O dönem bana soruyorlardı, “Neden tiyatro yapıyorsun?” diye. “Çünkü tiyatro karanlığın içindeki ışık kaynağı” diyordum. Sonra mahkumlar bu sözü duvarlara yazmaya başladılar. Çünkü Ulucanlar, Sinop cezaevleri o dönem karanlığın tam dibiydi. Bir edebiyat, bir resim, bir şiir, bir tiyatro onlara ulaşan ışıktı. Zaman içinde şunu çok iyi anladım: Salonlarda, sahnelerde tiyatro oyunu oynamak kolay, gelen seyirci zaten seni kabul edip gelmiştir. Beğenmiyorsa çıkıp gidiyor zaten. Ancak cezaevleri öyle değil, orada insanlar volta atarken bile dış dünyaya kapalıdırlar. Siz, mahkumlar için oyun oynarken, aynı zamanda onları da sahneye çıkarıyorsunuz değil mi? Tabii. Onlarla tiyatro yapmak öyle bir şeydir ki, yakınlarıyla mahkum arasında bir iki saatlik bir açıkgörüştür aynı zamanda. Oyun bittikten sonra derim ki, “Beni oyuncularımla yalnız bırakın, onları eleştireceğim.” O zaman o koca koca adamlar sahneden süzülürler, aşağıya inerler bir beş dakika kadar yakınlarının oturduğu koltuklara otururlar. O koltukları koklarlar. Onlar için o zaman tiyatro bir kokudur. O andır. Yanlarındaki mahkumlardan da utanmalarını saklayarak o koltuğa geçer otururlar. O koltuk bir anlamda yakınlarıyla sarılmak gibi bir şeydir. l Kıra çıkan her insan iyi şeyler düşünecek “Masallar, İnsanlar, Bir de Türküler” adlı oyunun yönetmeni Gürol Tonbul, tanıtım buroşüründe oyuna ilişkin özetle şu ifadelere yer veriyor: “Sait Faik Abasıyanık’ın insan sevgisi, doğa sevgisi, yaşama sevinci ve gelecek umudu taşıyan öykülerinden derlediğim oyunun çalışması, cezaevlerinde uzun yıllar çalışma yapan oyuncu arkadaşım Turgay Tanülkü’nün ısrarcı tutumuyla oluştu. 7 aylık bir dönem içinde yaptım oyunlaştırmayı. Yol zorluydu, onlarca öykü vardı önümde, bir o kadar yazı. Nereden başlayacaktım? Oyunlaştırma sırasında yazarın anlattığı masallar ve efsaneler önemli bir bakış açısı oluşturdu benim için. Bu efsanelerin hepsi surların dibinde oluşuyordu ve hemen hemen her beldede ya da yörede bir sur içi ya da dibi vardı. O surların içinde, dışında yaşayan insanlara mercek tuttum sonra ve Abasıyanık’ın dediği gibi surların üstüne çıktığınız zaman duyabileceğiniz en içten, en yanık türküye odaklandım oyunlaştırmayı... Ama en önemlisi yaşadığımız ortamı kuşbakışı göreceğimiz bu surlardan doğaya, yok olan efsanelerimize, ‘doğa ananın koyu yeşil saçlarına’ yani ağaçlara ve özgürlüğün simgesi kuşlara, Son Kuşlar’a bakmaya çalıştım. Çünkü biliyordum ki insana umudu, özgürlüğü, sevgiyi, özlemi kuş kanatları getiriyordu. Ne diyordu Sait Faik: ‘Kuşlar pek gelmiyorlar artık. Oysa memlekette kıra çıkan her insan kuş sesleriyle iyi şeyler düşünecektir.’” l İşkencelerden dolayı çocuğum olmuyor Gazetenizin ciddiyetinden dolayı ilk kez bir şey açıklamak istiyorum: 17 yaşlarındayken gördüğüm işkencelerden dolayı çocuğum olmuyor. (Gözleri doluyor...) Şimdi pek çok evladım var ama. Eşimle birlikte anne ve babalarının izniyle mahkum arkadaşların çocuklarına analık babalık yapıyoruz. Eşim Zehra’ya bu konuda minnettarım. Örneğin bir kızımız var, Sultan (solda). Onunla yolumuz, henüz 11 yaşındayken, Buca Cezaevi’nde kesişti. Babasını ziyarete gelmişti. Küçücük elleriyle elimden tuttu, “Turgay Baba dedikleri sen misin?” diye sordu. Sonra, “Ben okumak istiyorum” dedi. “Ne okumak istiyorsun?” diye sordum, “Savcı olacağım” yanıtını verdi anında. “Neden?” dedim yeniden, anlattı. O gün görüşte savcı “Çocuğu çok aramayın” demiş. Bilirsiniz kız çocuklarının aranması çok ağırdır cezaevlerinde. Kendisine böyle yaklaşan kişinin savcı olduğunu öğrenince o gün savcı olmaya karar vermiş. O kızım okudu, 9 Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 8 Nisan’da da cübbesini giydi, şimdi savcılık sınavlarına katılacak. ODTÜ’de okuyan iki evladım daha var. Onlar okumanın özgürlük olduğunu öğrendiler. Bu yıl da 4 ve 5 yaşlarında iki evlat edindim anne ve babalarının rızasıyla, inşallah onlar da okuyacak. Okumaları için elimden gelen her şeyi yapacağım. l C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle