Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 21 AĞUSTOS 2011 / SAYI 1326 Herkes, ‘camileri restore eden kadın mimarı’ sorardı ADNAN B NYAZAR Makbule Yalkılday, Türkiye’nin ilk Kâğıdın Gücüne nananlar Fransa’da yayımlanan “Canard Enchaine” (Zincirlenmiş Ördek), biçimce de içerikçe de benzerine az rastlanır bir gazete. Tek satırının bile bizim boyalı gazetelere benzer yanı yok. Görünüşü yalın mı yalın! Fotoğraflı değil. Ne internet bağlantısı var, ne çalışanlar cep telefonu kullanıyor. Daha da önemlisi; reklam almadan ayakta kalıyor. Adı “Zincirlenmiş Ördek” ama yolsuzlukları sergilemekte gölün derinlerine dalıyor! Bakanlarını birer birer devirdiğinden dolayı Sarkozy’nin korkulu rüyası. IMF Başkanı Christine Lagerde’ın ipliğini pazara çıkaran da o! Kısaca “Ördek” diye anılan gazetenin genel yayın yönetmeni kırk yıldır Fransız siyasetinin zincirlerini kıran seksen yaşındaki Claude Angeli. Savaşım gücüyle halkın baş tacı! Araştırmacı gazeteciliğin yaşayan en önde geleni... Angeli, gazeteci Arzu Çakır Moran’ın sorusuna verdiği yanıtta, gazetesinin ilişki alanlarını, gazeteciliğin gizli yüzünü açığa vurmaktan çekinmiyor: “Yargıda, sanayide, gizli serviste, bakanlıklarda, orduda, poliste, parlamentoda, her yerde çok önemli kaynaklarımız var. Haber; terör, casusluk ya da özel hayatla ilgiliyse basmıyoruz. Belgesiz olan iddia aşamasındaki bilgileri de basmıyoruz. Kimin nerede ne yaptığıyla değil, yurttaşlara ne yapıldığıyla ilgileniyoruz. ” Ona göre, gazete, onun bunun tarafını tutmanın değil, toplumun sorunlarını dile getirmenin aracı. Demokrasinin kuralları iyi işleyip toplumda hukuk devletine güven doğmuşsa, hükümetler gazetelerden elini eteğini çekip “yandaş” ya da “muhalif” gazete nitelemesi bir değer olmaktan çıkarılmışsa, gazeteciler keyfi uygulamalara kurban edilmiyorsa; Angeli’nin vurguladığı gibi, gazeteler, toplumda “kimin ne yaptığıyla değil, yurttaşlara ne yapıldığıyla” ilgilenir. Gazeteciliğin temel ahlak kuralı da budur. Angeli’nin vurguladığı ilkelere bakılırsa, Canard’ın aydınlığını karartmak, ölgün alevli bir mumu söndürmek kadar kolay! Kolay da, şu günlerde ngiltere’de gözlendiği gibi, aydınlanmanın ışığı halkın belleğine öylesine yerleşmiştir ki, biri en cılız alevi üflemeye kalksa kıyamet kopar! Bu bilince ermiş toplumlarda demokrasi, egemenlerin güdümlemesine göre değil, halkın uygarca yaşama haklarına göre işler. Yasalar bu haklar için yapılmıştır, birtakım güçlerin çıkarını önde tutmak için değil. O nedenle öyle toplumlarda uygarlık pusulasının ibresi hep daha da ileri düzeylere varmayı gösterir. Moran, deneyimli gazeteciye günümüz büyük medya grupları arasında varlıklarını nasıl dirençle sürdürdüklerini sorunca bunu şöyle açıklıyor Angeli: “Kimse Canard’ın sesini kısamıyor. Özgürüz, kimseyi desteklemiyoruz, yanlış yapan kim olursa olsun yazıyoruz. Artık herkes bize güveniyor, ‘Canard yazdıysa doğrudur’ diyor. Yazdığımız haberler ciddiye alınıyor.” Sorularını sürdürüyor: “Neden tüm gazetelerin okuru azalırken Canard’ınki artıyor?” “Satışlarımız ortalama 700 bin. Üstelik Sarkozy iktidara geldiğinden bu yana yüzde 30 artış var. Biz kâğıda inanıyoruz. Gerçek gazetecilik yapıyoruz. Okurdan saklananları veriyoruz.” Onlar, gazeteciliğin işlevini insanlığın yüce belleği sayılan kâğıdın gücüne bağlarken, bizdekilerin büyük çoğunluğu, çıkarlarını önde tutarak birbiriyle döneklik yarışına giriyor. Yaratılan korkulara aldırmadan “okurdan saklananı yazma” erdemini gösterenler ise, beyinleri cenderede, bileklerinde zincir, ciğeri yaralı birer Prometheus! Gece gündüz “ileri demokrasi” sözleriyle beyinlerin yıkandığı ülkemizde... G binyazar@gmail.com kadın mimarı. Şu an 97 yaşında. stanbul‘daki pek çok yapıda, özellikle de camilerde onun emeği, imzası var. Zaten Yalkılday için stanbul’daki tüm yapılar birer çocuk, onun çocukları... Ama bu zaman kaşifinin sitemi AL DEN Z USLU büyük, “Eski coşku, eski heyecan kalmadı artık bu toprakların insanlarında. Rüzgâr nereye herkes oraya. Medeniyet, Avrupalılaşma bu olmamalıydı. Her şey iktidar için, her şey riyakârca. Hadi kendinize gelin biraz.” stanbul’un efsane aileleri stanbul ile ilgili yüz mekân, kişi, tarihikültürel eser ve fenomenlere ilişkin yüz ayrı kitap çalışmasını içeren “ stanbul'un Yüzleri Serisi”nin yeni kitabı “ stanbul'un 100 Ailesi” de çıktı. Bugüne dek 41 kitabın yayımlandığı ve stanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ. tarafından Şakir Paşa ai hazırlanan seride stanbul'un 100 ressamından lesi. fotoğrafçısına, 100 kilisesinden esnafına, 100 kaybolan eserinden musikişinasına, 100 ailesinden misafirine tam 100 başlıkta stanbul'un bilinen, bilinmeyen binlerce hikâyesi ve zenginliği anlatılıyor. 400 yıl önceki stanbul’un müziğini bugüne taşıyan, 17 dil bilen Ali Ufki Bey’den stanbul’un ilk kadın ozanına; ilk karikatür dergisi Diyojen’den ilk magazin dergisi Şehbal’e, 1509’daki Küçük Kıyamet’ten araba yasağına, stanbulun ilk sinema gününden köpeklerin sürgününe, ilk milli maçtan ilk güzellik yarışmasına, Abdullah Biraderler’in fotoğraflarından Aslanyan Kardeşler’in müziklerine kadar pek çok ilginç ve bilinmeyen ayrıntının bulunduğu bu serinin son kitabı “ stanbul'un 100 Ailesi” de kentte mimari ve kültürel açıdan şekil veren ailelerin sesini duyuruyor. Kitapta, Eczacıbaşı, Gerede, Altunizade, Ebüzziya, Hacı Bekir ve Mahdumları, Sabancı, Abdullah Biraderler, Zilciyan Ailesi, Aslanyan Kardeşler, Pirizadeler, Portakal Ailesi, Recaizadeler, Suphipaşazadeler, Severyan ailelerinin de aralarında bulunduğu 100 isim bulunuyor. Her birinin tarih içindeki yerleri, ailelerin hikâyeleri ve bugüne uzanan etkileri de anlatılıyor. Her ailenin hikâyesi farklı. Örnekse, pek çok ünlü yetiştiren Gerede Ailesi'nin Türkiye tarihi açısından en önemli üyesi Hüsrev Gerede Mustafa Kemal'le 19 Mayıs'ta Samsun'a çıkan 18 kişiden biri. Zaten Gerede isyanını bastırmakta gösterdiği başarı nedeniyle soyadı da Atatürk tarafından verilmiş. Diğer bir örnekse Zilciyan Ailesi. Karadeniz'den göçerek stanbul'a yerleşen Kerope Zilciyan, Samatya'da bir kilisenin altında çan yapan Kayserili Ermeni bir ustanın yanında mesleğini öğrenmiş, 1623 yılında bir zil atölyesi kurmuş. 1977 yılından bu yana ABD'de “Avedis Zildjian Company” adı altında üretimini sürdürüyor. Hıdiv Ailesi (Kavalalılar), Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın soyundan geliyor. Hıdiv ailesinin yazları stanbul'a göç edişini izleyen Mısırlı zenginler, bu kentte alafranga eşyalarla döşedikleri konaklar ve yalılar almıştır. Hıdiv ailesinin aralarında olduğu Sait Halim Paşa yalısı, Zeynep Kamil Hastanesi, stiklal'deki Mısır apartmanının da olduğu pek çok köşk, konak, kasır, yalı, çeşme ve okul gibi yapılar bugün hâlâ kullanılıyor. stanbul'un 100 ailesinin hikâyesinin tamamı ise kitapta. G kafayla bu yaşıma geldim. Vicdanım rahat ve huzurluyum. Tek sıkıntım iraz dik başlı ama neşeli ve iyimser. Onu sevmek için nedene bile hayatım boyunca stanbul’dan öteye pek geçememem oldu. Tam göremedim ihtiyacınız yok. Yaşanmışlık fışkırıyor gözlerinden. Dile kolay 97 memleketi. Bu yaştan sonra imkânsız değil belki ama zor.” Makbule Yalkılday yaşında. Çocuklar, arkadaşlar, hocalar, meslektaşlar, sevgililer, bir asırlık hayatını öyle kısa ve net yerlerden tutup anlatıyor ki “hayat gerçekten torunlar... nsanlarla dolu bir dünyada asırlık bir ömrü anlatması elbette zor... kısa” hissine kapılıyor insan dinlerken. Ama sanmayın ki bu bir umutsuzluk, Hafızası zehir gibi ama yalnızca istediklerini anlatıyor. öyle dolu dolu yaşamış ki o, işi artık espriye vuruyor “Nasıl ve ne arada geçti Konuşurken dikkatsizliği affetmiyor, hemen yakalayıveriyor. Tecrübenin 97 yıl? Hiç fark etmemişim.” Başta dedim ya olsa da acı anıları, olsa da satın alınamayacağının yaşayan bir kanıtı. Konuşurken çok şeyden hesaplaşamadığı şeyler fazla dönmüyor onlara. Belki ağırlığından belki de bahsettiği için biraz da kafa karıştırıyor. Ama söyledikleri bir yandan da çok önemsemediğinden kim bilir? Bildiği gibi devam ediyor anlatmaya, “Bizim berrak. Türkiye’deki değişimin şahidi, buna şaşırmıyor. Kurtuluş Savaşı ve zamanımızda ailede herkes, tabii işi bilen herkes, elbiselerini, tayyörlerini kendi sonrasında Türkiye’de kadın olmanın onurunu, gururunu taşıyor. Hatta o dikerdi. Mesela ben hiç hazır elbise almadım, öyle gördüm. Çünkü ben zaman kadın mimar olmanın daha kolay olduğunu düşünüyor. yimserliği dikerdim, biz dikerdik. Sonra bir şapka kalıbım vardı, ona göre şapka ve bere hayatının pusulası olmuş. Çünkü hatırladıkları arasında hiç kötü anısı yok. hazırlardım kendime. Emek göstermek, bunlara zaman ayırmak Tamam güzel de kim bu kadın ve hikâyesi ne ya da nereden hayatı tatlandıran ayrıntılarıydı. Hanımlık kadınlıktı o günlerde. başlamalı? Şimdi bakıyorum da hemen geçiyor her şey önümden. Makbule Yalkılday ya da kızlık soyadı ile Makbule Bugüne tutunmak zor o yüzden.” Yurtaçan, 1914 stanbul doğumlu. Dedim ya şu an 97 yaşında. Ben sormadan başlıyor söze “Tüm kıyamet şu, Türkiye’nin ilk kadın mimarı TEK RÜŞVET M B R benim, var mı itirazın? Ha benimle birlikte SEPET ER KT ! birkaç isim daha var, hepsi de dostlarım. Ne gariptir değil mi kadınlar yaşını bilir Makbule Yalkılday, stanbul’da pek çok ama söylemek istemez, söylemez. Sakın camiyi restore etmiş. Üsküdar’ın tepesinde, sorma sen de bana. şte bu da bizim Sultantepe de bir camiyi kendi yapmış. zaafımız”. Fatih’te hatırlıyor “Cami çizen bir mimar hanım var” çocukluğunu, smailağa Camisi’nin ilk demelerinin çok keyif verdiğini söylüyor. halini anımsıyor. Kader ya işte, sonra “Canıma minnetti cami çizmek, çünkü o camiyi restore edeceğini nasıl bilsin! severim ben camileri. Üsküdar’da bir Sultanselim, Eyüp çocukluğunu camiyi temelden çizmiştim ama geçirdiği yerler, “Eski stanbul” diyor, stanbul’un pek çok camisine elim “başka bir dünyaydı. Yokuşlu yollarını değmiştir. Hatta unuttum zamanı ve yeri sevdiğim şehir”. Sonra bir anda ama bir camiyi restore ederken imam stanbul Kız Lisesi günlerine gidiyoruz, bana bahçeden bir sepet erik yollamıştı “Her yeri geziyorduk lise yıllarında, teşekkür için. şte sanırım benim tek stanbul kazan biz kepçe. Babam rüşvetim o tadı unutulmaz erik olmuştu! ticaretle uğraşıyordu, annem ev hanımı. Geçenlerde bir camiye gittik, benim çok Çocuk bakmaktan başka bir şey bilmezdi. önceden restore ettiğim bir camiydi bu. Çok kardeştik zira, beş kardeş...” çeride tarikat vardı sanırım. Korumalar, Şimdi de üniversite yılları.... Yalkılday tıbbı güvenlikler bilmem ne? Yadırgadım çok. Ben sevmediği, sevemediğini söylüyor. şeyh, şıh istemiyordum ki ben bir din adamı Çocukluğunu erkek çocuklarıyla geçirdiğini ve arıyordum, hani bilge olanlarından.” yarı erkek terbiyesiyle büyüdüğünü anlatıyor. Belki Makbule Yalkılday, kardeşleri, de o yüzden tıp yerine rotasını güzel sanatlar MUSTAFA KEMAL LE AYNI HAVAYI yeğenleri ve torunları ile birlikte. akademisine çeviriyor. Küçük kız kardeşinin de ısrarı SOLUDUĞUM Ç N ŞANSLIYIM ile mimarlık okuyor. O an biraz gözleri buğulanıyor ve mezuniyet projesini verdiği güne gidiyor. 10 Kasım 1938... Bitirme projesi Ekmek karneleri, karartma günleri, iki dünya savaşı, darbeler, şiddet için okulda koştururken Dolmabahçe’yi gören öğrencilerin feryadını dolu bir Türkiye tarihi. Yalkılday bunlardan payına düşenleri kendine duyduğunu hatırlıyor. “Feryat vardı çünkü bayrakların yarıya indiğini ilk saklıyor ama 1. Dünya Savaşı’nda evlerinin yakınındaki kahveye gelen görenlerdi onlar. Mustafa Kemal’in ölüm haberi benim mezuniyetimdi.” ihtiyarların tedirgin sohbetlerinden zihnine kazınanları çok iyi hatırlıyor; B ‘CAM LER RESTORE EDEN B R KADIN!’ “Mezuniyet sonrası defterdarlığa aldılar beni. Acayip bir yerdi orası. Dürüst birini arıyorlardı ama bizim meslek de oynak. Yok ki düzgün adam! Benim giriş o giriş, zaten oradan da emekli oldum. Böyle bir ömür bitti işte. Deftarlıkta itibar gördüm, maliye müfettişleriyle birlikteydim. Öyle ki beni paylaşamıyorlardı, teminat gösterdikleri yerlere birlikte gidiyorduk. Ben binaların bedellerini belirliyor ve raporlarını yazıyordum.” Hiç mi zorluk çekmedi? Cumhuriyetin ilk yıllarında kadın bir mimar olarak neler yaşadı kim bilir diye soruyorum. Tuhaf karşılıyor beni. Yalkılday biraz da kızarak “Kadın olarak hiç zorluk çekmedim ama sen de haklısın. Sanırım şimdi bu işler daha zor. O dönemlerde dürüstlüğe çok inanırdık, namazımızdaydık. Haramdan korkardık. Ama şimdiki gibi molla hiç değildik. smailağa Camisi bir dönem harabeydi, orayı ben restore ettim. Bir kadın mimar olarak bir camiyi restore ettim düşünsene? Cami restorasyonu için bana gelirlerdi hep. Sayısını ben bile unuttum.” “Tahta bastonların tıkırtısı arasından gelirdi sesleri ‘bugün düşman nereye girdi?, hangi şehir düştü’ Hep korkardım bunları duyunca, hemen uyumak isterdim. Ama Dolmabahçe’deki bayrak yarıya inene kadar hiç cesaretimi kırmadı. Şimdi bakıyorum da Mustafa Kemal ile aynı şehirde, aynı havayı solumak, o dönemden payıma düşeni almak büyük şansmış”. SONUNDA “AVRUPALILAŞTIK” “Eski coşku, eski heyecan kalmadı artık bu toprakların insanlarında. Bana kalırsa aileler cahil. Çocuklarına bir şey anlatmıyorlar. Zaten çocuklar da okuyup, araştırıp öğrenmenin peşinden gitmiyor. Rüzgâr nereye onlar oraya. Bu dönüşümü görmek keyif vermiyor açıkçası. Bir yandan her düşüncenin sınırında fanatikleşirken öbür yandan da Avrupalılaştık. Yıllardır istediğimiz de bu değil miydi?” şte böyle sonlandırıyor sohbetimizi Makbule Yalkılday. Çok soru sormadan, onu da fazla yormadan, içinden geldiği gibi anlattıklarından kâğıda dökülenler bunlar. Elbette yazmadıklarımız, yazamadıklarımız da var. Bırakın onlar da bize kalsın. Yalkılday bir daha kanıtlıyor görünenle, gerçeğin farklı olduğunu. Hem, yaşlanmak mı, o da ne? Bizim içimiz şimdiden geçmiş. Rakamlarla yaşanmıyor hayat sonuçta. Yaşın ne önemi var hem? Nasıl olsa biz onu, o bizi tüketiyor. Zaten o da konuşurken hep uzaklara bakıyor gibi. Ya beklediği var ya da onu bekleyenler. Sessiz bir anlaşma bu belli ki. Dile kolay 97 yıl... G “Bir gün hatırlıyorum da Cağaloğlu yokuşundan iniyordum, bir müteahhit arabasıyla geçerken kornaya bastı, selam verdi ama öyle bir tavırdı ki bu ‘sen bu kafayla daha çok yaya gidersin” diyordu aklınca bana ama işte ben bu C M Y B C M Y B BUGÜNE TUTUNMAK ZOR