01 Haziran 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

24 TEMMUZ 2011 / SAYI 1322 5 Yaptığım işler kabul görmedi ben de gittim Vahap Avşar, güncel sanatın Türkiye’de hareketlenmeye başladığı yıllardan bir isim. Ancak sonrasında yaptığı işlere aldığı tepkilerden sıkılıyor, New York’a yerleşiyor. 16 yıldır orada yaşayan sanatçı, adım adım yaklaşıyor tekrar Türkiye’ye. Rampa Sanat Galerisi’nin sanatçı adına çıkardığı kitap, bunun bir adımı. 2013 yılında da bir sergi açmayı planlıyor. ZUHAL AYTOLUN ahap Avşar, 1980’lerin sonlarına doğru varlığını gösteren birkaç güncel sanatçıdan biri. Yaptığı işler ilgi çekti çekmesine de, onu en çok yoran gelen tepkiler oldu. Örnekse Türk Lirası’nın aynısını daha büyük boyutlarda basıp sergilemek istediğinde bölücülükle suçlandı, istemeye istemeye de olsa eserini imha etti. Florasan lambalarla yazılmış Allah yazısı, Marlboro sigarasının paketine gönderme yapan Atatürk resmi, tekmil veren asker videosu özellikle dikkat çekti. Ancak 1995 yılında Ankara Tren Garı’nda dönemin genç sanatçılarıyla açtıkları sergi, Avşar’ın altında musluk, içinde kırmızı sıvı bulunan beyaz plastik bidonlarla yaptığı Son Damla adlı çalışma dönemin politik sorunlarıyla özdeşleştirildiği için gar yetkililerince kapatıldı. Avşar, bu konuya pek değinmeyi istemese de, bunu bir kabul görmeme Vahap Avşar sorunu olarak değerlendiriyor. Ardından da soluğu New York’ta alıyor. 16 yıldır çalışmalarını orada sürdürüyor. lk dönemde Türkiye’ye dönmeyi düşünmeyecek kadar kırgın olsa da, şimdi stanbul’un kapılarını aralıyor. Hatta planı, 2013 yılında burada bir sergi açmak. Şimdilerde Rampa Sanat Galerisi de sanatçı adına bir kitap yayımladı. Söyleşiler, hakkında yazılar ve yaptığı çalışmalar üzerine sorgulamaların yer aldığı kitap dikkat çekici. Biz de halen New York’ta yaşamını sürdüren Avşar’la hem gidişini hem de çalışmalarını konuştuk. şte anlattıkları... Rampa, adınıza özel bir sanatçı kitabı yayımladı. Öncelikle bu kitap, sizin için ne ifade ediyor? Bu kitap benim için hem ilk kapsamlı kitap olduğu için hem de Türkiye sanat ortamına dönüşümü işaret ettiği için önemli. Kitabın içeriği ve kalitesi açısından memnunum. Biraz geriye gidersek, Türkiye’nin ilk güncel sanatçılarından birisiniz. Ancak öyle bir an geldi ki Türkiye’den ayrıldınız, New York’a yerleştiniz? Neydi gidişinizi tetikleyen? 1995’te Türkiye’den ayrılışım biraz zorunlu bir seçenekti. Ankara garında düzenlediğimiz gar sergisi açıldığının ertesi günü yetkililer tarafından kapatıldı. Ben de New York’a gitmek üzereydim. Ancak bu ZÜLAL KALKANDELEN Acı Bayram Bu ülkede gazetecilik yaparak hayatını kazanan ve meslek etiğine bağlı bir insanın bugün nasıl hissedebileceğini düşündünüz mü hiç? Bugün 24 Temmuz; Türk basınından sansürün kaldırılışının 103. yıldönümü. 1908’de Padişah Abdülhamit dönemindeki ttihatçı isyanını bastırmak için ilan edilen 2. Meşrutiyet’in sonuçlarından biriydi bu. Böylece 1876 Anayasası’ndan kalma sansür kararnamesinin sonu da gelmişti. 25 Temmuz 1908’de çıkan gazeteler, sansür memurlarının denetiminden geçmeden basıldı. Gazeteciler, ilk kez diledikleri gibi gazete çıkarma özgürlüğünü yaşamış, bir bayram havası esmişti. O günden sonra gazete satışları arttı, daha fazla gazete yayımlanmaya başladı. Tarih kitapları bunları ayrıntısıyla yazıyor. Peki nesnel tarih kitapları Türkiye’de 2000’lerin medyasını nasıl yazacak? Sansürün kaldırılışının 103. yılında bu ülkede tutuklu gazeteci sayısının 60’tan fazla olduğunu yazacak. Bu sayıyla dünya rekoru kırıldığını belirtecek. Tutuklu gazeteciler arasında Uluslararası Basın Enstitüsü Dünya Basın Kahramanı Nedim Şener’in de olduğunu söyleyecek. Türkiye’de gazetecilerin hapis cezasına çarptırılması ile sonuçlanabilecek tahminen 1000’e yakın dava bulunduğuna dikkat çekecek. Gazetecilerin çoğunun Terörle Mücadele Yasası ya da TCK’nin silahlı örgüt kurmak, yönetmek ya da üyesi olmak suçundan tutuklu olduğunu, yani antiterör yasası nedeniyle içerde bulunduklarını yazacak. Bu gazetecilerden birisi olan ve halkın oylarıyla milletvekili seçilen Mustafa Balbay’ın 870 gündür hapiste tutulduğunu, 147 gündür hücrede tek başına kaldığını söyleyecek. Savcıların çok uzun hapis cezaları istediği bu davaların ülkenin basın özgürlüğünü yok ettiğini vurgulayacak. Polisin Ahmet Şık’ın “ mamın Ordusu” adlı basılmamış kitabının kopyasını yok etmek için çalıştığı Radikal gazetesine girdiğini; Şık’ın Gülen cemaatinin devlet içinde, özellikle polis teşkilatında örgütlenişini ortaya seren basılmamış kitabı nedeniyle hapse girdiğini aktaracak. ATV ve Sabah gazetesinin de dahil olduğu Türkiye’nin en büyük medya grubuna TMSF tarafından nasıl el konulup, sonra Başbakan’ın damadının genel müdürü olduğu sermaye grubuna devredildiğini anlatacak. ktidarı eleştiren birçok gazetecinin işsiz kaldığını, bu duruma düşmek istemeyen gazetecilerin birer birer dönüştüğünü, böylece 2002’den itibaren de iktidara her koşulda destek veren “yandaş medya” anlayışının türediğini yazacak. Gerçekler karşısında aldıkları tavra göre değil, iktidar nezdindeki konumlarına göre saflarını belirleyen ve ikiye bölünen gazeteciler arasında karşılıklı utanç verici hakaretlerin köşelere yansıdığını vurgulayacak. Türk basınındaki özgürlüklerin giderek kısıtlandığı böyle bir ortamın Avrupa Birliği ve Amerika’yı bile endişelendirir hale geldiğini belirtecek. Şimdi diyeceksiniz ki, bu ülkede basında hep olmadı mı bu sorunlar? Askeri darbe dönemlerinde de sivil dönemlerde de devletten gelen sansürün yanında, korkudan kaynaklanan otosansürün de açıkça hissedildiği oldu mutlaka. Ancak o baskıcı dönemleri eleştirmiyor muyduk biz? Bu iktidar özgürlükleri genişletip AB standartlarını getirmeyecek miydi? ddiaları bu değil miydi? Öyleyse neler oldu Türk medyasında? Gerçekleri yazma özgürlüğünden, editoryal bağımsızlıktan tamamen vaz mı geçtik? 103 yıl önceki sansür memurlarının yerini alan sansür telefonlarına direnme gücümüz var mı? “Basın bayramı”nda gazetecilerin yanıtlaması gereken sorular bunlardır.. www.zulalkalkandelen.com / [email protected] Vahap Avşar’ın Son Uyarı adlı karışık teknik çalışması 1993. yaşadıklarım ruh dünyamda New York’ta kalma kararımı tetikledi. Peki neydi hissettiğiniz? Yaptığınız işlerin o dönemde Türkiye’de anlaşılamadığını mı düşündünüz? Yaptığım işlerin Türkiye’de anlaşılıp anlaşılamaması sorunu değil bu. Benimki anlaşılamamaktan ziyade kabul görememe sorunu. 1990 başlarındaki sanat dünyası büyük ve tamamen dekoratif yapıda bir sanat üretimini desteklediği için benim ve o dönemde kavramsal bazlı sanat üreten birkaç diğer sanatçının işleri doğrudan geri çeviriliyordu. Güncel sanatı anlayan ya da kabul eden ne galeri, ne müze, ne küratör ne de koleksiyoncu olduğu için, biz sanatçılar işlerimizi ancak kendi organize ettiğimiz sergilerde bir avuç diğer sanatçıya gösterme fırsatı buluyorduk. O dönem tepki çeken işlerim, hep göz ardı edilmiş önemli sosyal fenomenleri araştırma, sorgulama ve görünür kılma amacı üzerine yapılmışlardı. Bu noktada sanatla ifade etmeye çalıştıklarınız nelerdir? Sizi en çok ne etkiler, neyi aktarırsınız? Daha açık sormak gerekirse, nedir hayatla kavganız? Hayatla derdi olmak meselesi, bence sanatçının üretmesinin en önemli noktası. Sanatçının en önemli görevlerinden biri de görülmeyeni, gizli saklı olanı görmek, incelemek ve ortaya çıkarmaktır. Hayatla derdiniz yoksa sanatçı da olamazsınız. Diğer yandan çalışmalarınıza teknik olarak bakarsak, farklı üretim biçimlerini de görüyoruz. Resim, fotoğraf, yerleştirme, video... Peki bunların arasından sizi en çok doyuran hangisi oluyor? Benim için malzeme değil, fikirler daha önemli. O yüzden mümkün olduğunca malzemenin cazibesine yakalanmayıp, önce bir fikirden hareket edip sonra malzemeye varmaya çalışıyorum. Yapıtın kavramını en iyi ifade edecek malzeme ve teknik neyse onu seçiyorum. Bu bazı durumlarda resim, bazı durumlarda fotoğraf, heykel ya da video olabiliyor. Zaten sanatçı için en büyük tehlike de malzemenin fetişine kapılmaktır. Ona kapılmadan çalışmayı bilmek gerek. Peki Türkiye’ye dönme, stanbul’da yeni bir sergi açma planınız var mı? Bazen iki günlüğüne, bazen iki haftalığına da olsa düzenli olarak hemen hemen her ay Türkiye’ye geliyorum. Yakında Berlin’de iki sergi açacağım, bazı işleri yapmak üzere de stanbul’a geleceğim. stanbul’da Rampa Sanat Galerisi’nde 2013 yılında bir kişisel sergi açmayı planlıyorum. Son olarak, sanat için New York’a gittiniz ama sonrasında da kendi giyim markanızı yarattınız? Bu serüvenden biraz bahsedelim. Ayrıca size neler kattı bu süreç, nasıl bir giyim anlayışı yansıyor ürünlerinize? New York’ta yaşadığım son 16 yıl ve iş deneyimim, hem hayatıma hem de sanat üretimime çok şey kattı. Tasarım ve iş alanındaki deneyimim hem yapılması hem de uzak durulması gereken şeyler hakkında çok tecrübe edinmemi sağladı. Yarattığım Brooklyn Industries markası da kimliğini ve yolunu sağlam çizdiğimiz için şu anda kendi başına iyi bir çizgide gidiyor. Marka, yavaş yavaş dünyaya yayılıyor. leride Türkiye’ye gelmesi de söz konusu. Ancak bu benim dışımda gelişecek. G V 1992, tuval üzerine yağlıboya. Ahmet Kaya, srailli müzik grubu Adama Emsemble, Emir Kusturica ve Aynur, hepsi de bu topraklarda yaşanan tahammülsüzlük örneğinden nasibini aldı. Tahammülsüzlük sahne aldı da ayrımcılık ve tahammülsüzlüğün cehaletle özdeşleştirilemeyeceğini göstermiyor mu? Türkiye’de ayrımcılık ve tahammülsüzlüğün halk kitlelerinden değil halkı cahil, kendilerini aydın sanan orta ve stanbul Caz Festivali’nde Aynur’a bir Kürtçe türküyü çok üst sınıflardan kaynaklandığını düşünürüm öteden beri. gören kalabalık oraya birdenbire düşmüş insanlardan Kendilerini ülkenin gerçek sahipleri sanan, eğitim düzeyleri oluşmuyordu. Belki günlerdir yapılan şehit haberlerinin etkisi ülke ortalamasının çok üstünde olan bürokratik elitler, altındaydılar ama aynı kalabalıklar yıllar önce Ahmet burjuva kesimler, geniş bir üst tabaka, kendi yaşam Kaya’ya toplumsal linç girişiminde bulunmuş, srailli biçimi ve görüşleri, ideolojik bakışı dışında doğru müzisyenleri Filistin adına protesto edip bu tanımaz. “Cahil halkı” adam edip doğruyu buldurma topraklarda sanatını icra etmekten mahrum etmiş, misyonuna sahip olduklarına inanırlar. Başkalarının da yaşayan en büyük yönetmenlerden Emir kendi değerleri, inançları olabileceğini Kusturica’nın siyasi fikirlerini beğenmeyip kabullenmezler. “gelmesin” buyurmuştu. Sanatçıların siyasetten Son zamanlarda tartışılan bir konu toplumdaki muaf insanlar olduğunu söyleyemeyiz. Kimisinin kutuplaşma. Bu tip ayrımcılıklar bahsedilen icrasına fikirleri de yansıyabilir. Ancak sahneye Oya Baydar kutuplaşmanın bir yansıması mı? çıktıklarında onları bekleyen kalabalık tarafından bir Hep var olan ayrımcılık, sözünü ettiğiniz toplumsal ideolojinin temsilcisi gibi karşılanıp, öyle kutuplaşma sürecinde büsbütün pekişti. Bunu devletin uğurlanırlarsa... Türkiye’de son zamanlarda sahnede yaşanan derinliklerindeki bazı odaklar, statü ve ideolojilerinin devamını bu işte. Tahammülsüzlük kendini “tam da” farklı olanla en çok DEN Z ÜLKÜTEK N sağlayabilmek amacıyla bilinçli olarak da tırmandırdı. Farklı etnik kökenlere ya da “öteki” kavramına karşı toplum olarak nasıl bir durumdayız? Gelecekle ilgili toplumsal bir uzlaşma beklentiniz var mı? Çok kötü, hatta kaygı verici durumdayız. Araştırmalar, özellikle etnik ve dinsel konularda Türkiye’de tolerans sınırının çok düşük olduğunu gösteriyor. şin bir başka yönü daha var: Egemen dinsel grup (Türkiye’de Sünni Müslüman) ve egemen ulus (Türk), azınlık dinsel grup ve mezheplerine ve etnik farklılıklara karşı ayrımcılıkta ve “ötekileştirme”de, açık ara önde gidiyor. Mağdur olan, yani ötekileştirilen, bir raddeye kadar savunmada kalıyor; diyaloğa açık, ayrımcılığa karşı oluyor. Ancak kimliğinin bilincine varıp kimlik mücadelesine başladığında aynı ayrımcılığın kıskacına kapıldığını görüyoruz. Yaşanan acı olayların ardındaki karmaşık ve derin nedenler, Kürt ve Türk milliyetçiliğinin birbirini körükleyen tehlikeli tırmanışı gelecekle ilgili toplumsal uzlaşma beklentilerimi uzunca bir süre için yok etti. Sezen Aksu gibi ben de “açık bir yara gibi” dolaşıyorum son günlerde. G iletişim kurulabilecek yerde gösteriyor. Sosyolog Oya Baydar, toplumsal uzlaşı umudunu iyice kaybettiğini söylüyor. Sizce insanlar tepkilerini neden sanatçıların kimlikleri üzerinden göstermeyi tercih ediyorlar? “Bu tür tepki verenler soyut insanlar değil, siyasiideolojik önyargılarla şartlanmış fanatik gruplardır. Milliyetçi ve dinsel fanatizm, toplumdaki en derin aidiyet damarlarına dokunarak geniş taban bulmaya elverişlidir. Sanatçı; sözünü yaygınlaştırabilen, geniş kesimleri etkileyebilen kişidir. Sanatçı kimliğini hedef alan tepki de geniş kitlelere ulaşır. Kaç gündür Aynur’a yönelen saldırı konuşuluyor ve şoven Türk milliyetçiliği gücünü gösterdiğini sanıyor. Ahmet Kaya örneğini hatırlayalım. Bugün herkes o ayıbın altında eziliyor, kimileri açıktan kimileri örtük özür diliyor. Referandum öncesinde, evet oyu vereceğini açıklayan Sezen Aksu’ya zmir’de yapılan saygısızlığı da hatırlatmadan geçemeyeceğim. Kültürsanat etkinliklerinin ekonomik ve sosyal yönden üst tabakaya hitap eden mecralar olduğunu söyleyebiliriz. Bu Toplumsal kutuplaşma ve tahammülsüzlük Sansür sadece devlet tarafından yasalarla değil farklı kavramlarının kültürsanat alanına taşmasını nasıl aktörler tarafından tehdit, korkutma, saldırı gibi değerlendiriyorsunuz? yöntemlerle gerçekleştiriliyor. Fakat bahsettiğiniz Kültürsanat alanı toplumdaki çelişkilerden bağımsız durumun bir algı eksikliği sorunu olduğunu değil. Bu kavramların, diğerlerinde olduğu gibi, kültür düşünmüyorum. En kitlesel protestonun internet sansürü sanat alanı içinde de yeşerdiğini olduğundan hareketle; internete uygulanacak düşünüyorum. En barizi, yıllardır milliyetçi sansürle, Kürtçe şarkı söylediği için bir sanatçıya referanslarla Kürt sanatçıların sistematik yapılan saldırı arasındaki ilişkiyi kuramamak olarak yasaklanmaları ve engellenmeleri, ancak politik bir tercihtir. Ayrıca, sansürün hem de sadece resmi politika gereği devlet güvenli bir alan olarak tanımlanabilecek tarafından değil, Türk aydınları, sanatçıları uluslararası bir caz konserinde uygulanıyor tarafından da, kültürsanat alanının olması, Aynur’un sahneyi terk etmek zorunda kurtarılmış bir alan olarak tarif edilmesini kalmasına karşın konserin devam edebilmesi, zorlaştırıyor. devletten çok devletçi davranarak icat edilen Pelin Başaran/ Sansüre karşı çıkan pek çok insan da hassasiyetler doğrultusunda yapılan sansürün PARC Direktörü ve bazı türkülerden ve dillerden rahatsız keyfiliği ve fütursuzluğu, bu politik tercihin bir Siyah Bant oluyor. Bu sizce bir ikiyüzlülük mü? uzantısıdır. G projesinin yöneticisi Sanat kurtarılmış bölge değil C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle