Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 24 TEMMUZ 2011 / SAYI 1322 Çiçek gibi bir hayat yaşadım ADNAN B NYAZAR Hayır Demeyi Bilmeyenler Çiçeklerin, çayırlarda otlayan hayvanların, derin duyargalarıyla ışığı toprağın altındayken algılayan böceklerin yüzü hep aydınlığa dönüktür. Doğanın en gelişmiş beynini taşımasına, nice duyularla donatılmış olmasına karşın, özellikle bize benzer kimi toplumlarda, insanın kafası aydınlığı değil, karanlığı yeğliyor... Günahın başka güçlere karşı işlendiği sanılır. Oysa en ağır günah, insanın kendine dönüktür. Günah ise vicdanın dışında hiçbir gücün tartımdan geçireceği bir duygu değildir. Vicdan ise herkeste yok! O yoksa, insan, başkasına karşı işlediği nice günahın üstünü örtebilir de, kendi günahını gizleyecek bir ağaç kovuğu bile bulamaz. Aydınlanma, insan soyunun kültürel bilinçlenme sürecidir. Bilinçlenme de, kişinin, bağımsız aklıyla, varlığını gereken yerde özgürce değerlendirme edimidir. Bu bağlamda, aklını yaşamının kılavuzu eyleyip erdemle donatmamış, kendini bilgiyle beslememiş kişi, et kemik yığınıdır, sıradan bir nesnedir. Goethe’nin deyimiyle, “özgür olmadığı halde kendini özgür sanan tutsaktır”. Kişinin tutsaklıktan kurtulması, en başta “hayır” demesine, özgürlüğünü en büyük değer sayıp bunun sınırını çizmesine, insanlık haklarını kullanma yolunda savaşımdan kaçınmamasına, dayatmalara karşısında başkaldırıp eyleme geçmesine bağlıdır. Bilinç, insanın aklını kullanarak kendine sorular sormasının, sorduğunu irdeleyip çözüme kavuşturmasının en üretken düşünce kaynağıdır. Bilinç yoksununun gözü kördür, beyni kül yığınıdır. Albert Camus, Başkaldıran nsan adlı kitabının daha ilk satırlarında soruyor: “Kimdir başkaldıran insan? Hayır diyen biri! Ama evet diyen bir insandır da, hem de daha ilk deviniminde. Tüm yaşamı boyunca buyruk almış bir köle, birdenbire, yeni bir buyruğu kabul edilmez bulur. Bu ‘hayır’ın içeriği nedir? Örneğin, ‘fazla uzadı bu iş’, ‘buraya kadar evet, buradan ilerisine hayır’, ‘çok ileri gidiyorsunuz’ ya da ‘geçemeyeceğiniz bir sınır vardır’ anlamlarına gelir.” Aydınlanma, aklın kılavuzluğu dışında bütün yönlendirmelere “hayır” deme bilincidir. Bilinç düşünmeyle, okuyup bilgi dağarını doldurmakla olur. Toplumsal yapımız bunun somut örneği: nsanımız bilgi edinme, düşünme gibi evrensel değerlere sırt çevirdiğinin bilincinde bile değil! Yıllardır kendisini karamsarlığın tutsağı kılanları, onu aydınlanmadan yoksun bırakanları baş tacı edip, Kant’ın deyimiyle aklını kullanma cesareti gösteremeyişinin nedeni bu. Onların güdümüne başkaldıramayışının temelinde de bu yatıyor. Oysa bu cesareti gösteremeyenler, yalnızca başkalarının akıllarını kılavuz edinmekle kalmaz, kendi akıllarının da düşmanı kesilirler. Tolstoy uyarıyor: “Kötülere tahammül edildikçe onlar daha da azacaklardır!” diyor. Einstein’ın uyarısı da bu bağlamda: “Dünya kötülük yapanlar yüzünden değil, yapılan kötülüklere seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir.” “Hayır deme” bilinci beyinlere nasıl kazınır? Kültürleşme süreci yaşanarak; bunun okuma ile gerçekleşeceğine inanarak... Okuyunca, yönetenleri düşüncenin ince eleğinden geçirerek seçeriz; neye hayır diyeceğimize, neye demeyeceğimize aklın ışığını tutarız tutarız; insanlık haklarımızın önüne set çekenlere, dayatmalara, emek sömürgenlerine başkaldırırız... O zaman biz de, başka ulusların ürettiklerini aktardığı bir pazaryeri değil, kendi araçlarımızın yaratıcısı oluruz. Sanatı, bilimi evrensel boyutta geliştirip, insanlığa hizmet görevini yerine getirmenin başka yolu yoktur! G binyazar@gmail.com Osmaniye’den stanbul’a kaçtı. Okuyacaktı. Dostlar edindi: Yaşar Kemal, Attilâ lhan, Zeki Ökten, Yılmaz Güney, lhan Selçuk, Edip Cansever, Fethi Naci... Daha ne isimler... Sanata bulaştı, filmler çekti, üretti. “Çiçek” gibi bir hayat yaşamak içindi uğraştı namı diğer Çiçek Arif, Arif Keskiner’in. Yaşadı da. Ortağı Azmi Yılmaz’la Çiçek Bar’ı da dostlarıyla bir arada olabilmek için açtı. Dile kolay, tam 26 yıl sanatın kalbi burada attı. Şimdi, zamana yenik düştü, el değiştirdi. Ancak Çiçek Arif’in içi rahat: “Yine buradayım, ancak bu kez müdavimiyim.” Çiçek Arif’in hikâyesi sadece işletmecilik mi? Hiç öyle düşünmeyin. Öyle bir hayat yaşamış ki.... Gelin onun sözlerinden dinleyelim. ZUHAL AYTOLUN Alev Ebuzziya, Arif Keskiner, Hümeyra Erdoğan ve Hüseyin Baş (Üstte). Zeki Ökten, Rutkay Aziz, Azmi Yılmaz, Hümeyra Erdoğan ve Arif Keskiner (Ortada). Arif Keskiner, Demirtaş Ceyhun’la (Altta). içek Bar, 26. yılına girdi. Beyoğlu’nda bir barın bu kadar uzun süre ve aynı ruhta yaşaması müthiş bir şey. Ortağım Azmi Yılmaz’la açtığımızda bir tek Papirüs ve Kulis vardı. Açılışında sokak baştan sona çiçekle doluydu, insandan geçilmiyordu. Adını, kırmızı sokak olmasından dolayı bar ruhsatı alamayacağımız için Sinema Sevenler Derneği olarak koyduk, namı diğer Çiçek Bar’ın. Kimler geldi, kimler geçti! Ama ne isimler... Gördüğümüz bir sergiyi, okuduğumuz bir yazıyı burada tartıştık günlerce. Burada yazıldı senaryolar, yönetmenler oyuncu buldu, anlaşmalar yapıldı. Sanata politikaya ilgili, çok okuyan gençlerdik. Çok kaybımız da oldu ama. Kemal Sunal, Yaman Okay, Zeki Ökten, Savaş Dinçel... Bir çok arkadaşımızın anısı da havada asılı durur hâlâ. Konuşacak anlatacak o kadar çok şey var ki, insan hangi birini anlatsa, hangisini öne çekse bilemiyor. Ne bir barın, ne müdavimlerinin ne de Çiçek Arif’in yaşadıklarını bir yazıya sığdırmak zor. Yine de konuşuyoruz. Sonra gün geldi. Değişen anlayışa ayak uydurmakta zorlandık. Yorgunluk çağımıza da geldik. Zaman geçiyor, yapacak işlerim, yazacak kitaplarım var. Eski Yeşilçam da dağıldı, yeni bir sinemacı kuşağı oluştu. Ofisleri Cihangir’de Levent’te. Gerçi, eskisi gibi toplu ve birlikte hareket etmek gibi bir alışkanlık da yok zaten. Oysa eskiden burası bir kale gibiydi. Hâlâ da öyle kalacağını düşünüyorum. Yine buradayım, her gün geliyorum. Artık sorumlusu değil, müdavimi olarak. Ortağı Azmi Yılmaz’la çocuklara devretmeyi de Arif Keskiner hiç düşünmemişler. Çiçek Arif’in 32 yaşında bir oğlu var. Fotoğrafla ilgileniyor. Kendi istediği işlerin peşinde koşuyor. Zaten onun da hiç niyeti olmamış barı devralmaya ama Çiçek Arif de istememiş içten içe. Öyle bir bar ki burası... Çiçek Arif’in bar hikâyesi de yaşam hikâyesi de çok ilgi çekici. O yüzden gelin biraz daha gerilere gidelim... Yıl 1954, 17 yaşındayım. stanbul’a kaçarak geldim, okumaya. Osmaniye’de büyük bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Pamuk çiftliği var ancak amcamlar kullanıyor, bize bir şey vermiyorlar. Hatta o çiftlikte, sonradan öğrendim ki Yaşar Kemal de pamuk toplamış. Babam ise nalbantlık yapıyor, amcamlar yılda 8 çuval buğday veriyor bir de. Babam da benim nalbant olmamı istiyordu. Zaten okutacak parası da yoktu. Sonra şartlarımı zorladım. Niyetim okumak ya, bir akrabamızla Adana’ya gittim. Ticaret Lisesi’ne kaydolmaya karar verdim vermesine ama bu kez de yanımda velim yok. Eskiden jimnastik derslerimize giren hocama rastladım, velim olmasını istedim. Bir arkadaşımla bodrum kat bir eve yerleştik, her yanından sular akıyor. lk yılı bitirdik, fakat okunacak gibi değil. Zaten bütün kış çay, zeytin, ekmekten başka bir şey yememişiz. Neden sonra 15 yıl ağzıma zeytin de koymadım zaten. Sonra eve gittim, yaylaya. Gelen buğday çuvallarından birini çaldım, sattım, atladım trene. Ver elini, stanbul. Ablamlarda kalacaktım birkaç gün. Okula kaydımı yaptırmaya gittim, “velini getir” dediler, “kimsem yok, ama illa isterseniz kapıda ayran satan bir adam var, onu ikna edeyim” dedim, kabul etmediler. Sonunda okulun müdürü velim oldu, yazıldım. Ama para yok, pul yok. Bir avukatın çantasını taşıdım, nakliyat işinde çalıştım, çakmak sattım. Hiç de gocunmadım. nsan namusuyla çalıştığında emeğinin hakkını alır, yaşamını sürer. Hayat da beni hiç korkutmadı. Zaten ne zaman düşsem Nutuk’u okurum. Dedim ki ne başarılar alınmış, ben karnımı mı doyuramayacağım? Bu arada, dostlar da ediniyor Çiçek Arif, ama ne dostlar... Bizim kuşak, sanata şiire bulaşanlar olarak zaten müdavimliği iyi bilirdi. Baylan Pastanesi, sanat merkeziydi o yıllar. Akşamüstü, sinemacılar, yazarlar, şairler, ressamlar, artık kim aklınıza geliyorsa, Attilâ lhan’dan, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Demir Özlü, Fethi Naci’ye, Orhan Kemal’den Doğan Hızlan, Cemal Süreya, Edip Cansever’e... Biz de gençtik o yıllar. Eğitimden geçmiş gibi olduk orada. Bir de Kulis günleri var. Beyoğlu’ndaki bu kulübe, bütün dostları orada olsa da giremiyor yaşından dolayı Çiçek Arif. stanbul’un aydınlarının buluştuğu bir diğer yer de Kulis’ti. Hep bakardım kapısından ama giremezdim. Bir gün Yaşar Kemal’le karşılaştık Galatasaray’da. “Gel Kulis’e gidelim” dedi. Giremediğimi söyleyince de kolumdan tuttu götürdü, “Bu benim oğlum, buraya gelecek artık” dedi. Bara da ilk gidişim Yaşar abi sayesinde oldu. Beyoğlu’ndaki hayatımız da böyle başladı. O süreçte film çekimlerine gittik, küçük rollerde oynadım para kazanmak için. Hatta bir kez postacı rolünde oynamıştım Cilalı bo filminde. Film Adana’ya gitti, jenerikte benim adım var. Arkadaşlarım da babamı götürmüş sinemaya. “Bak Hasan amca, oğlun da oynuyor” demişler. Babamın ilk sinema deneyimidir o. Beni görünce de, “Vay eşşoğlueşşek” demiş, “Madem postacı olacaktın niye stanbul’a gittin. Osmaniye’nin suyu mu çıkmıştı?” Böyle devam ediyor günleri Çiçek Arif’in. Yılmaz Güney’in sayesinde de Tatlı Bela filminde yer alıyor. “Çok iyi paraydı benim için o zaman” diyor. Kısa bir oyunculuk deneyiminden sonra da yayınevine giriyor. Sonra gazetecilik günleri geliyor. Ç Gazetecilik yaparken, sveç’e gittim. Orada bir yıl kaldım, hem yazı yolladım oradan, hem bulaşıkçılık yaptım. stanbul’a döndüğümde baktım para yetmiyor, fotoroman işine girdim. Önce prodüksiyonunu yaptım, sonra yazmaya ve çekmeye başladım. Çok para kazandım o işten. Aralarda anılarını da atlamamak lazım. Yılmaz Güney’le çok yakın arkadaşlığı var, hatta 7 ay birlikte de çalışıyorlar. Gazeteci olarak Cannes Film Festivali’nde görevliydim. Yılmaz’ın da Umut filmi davetliydi ama gerekli izinler alınamamıştı. Koydum valize, niyetim belli, kaçıracağım filmi yurtdışına. Yılmaz da yanımda bulunması için 1.500 lira vermişti. Hazırlığı yaptık, çıktım yola. Havaalanında bir hamala 500 lira verdim, valizi geçirmesini istedim. Sonra dedim ki, sana bin lira daha vereceğim, valizin uçağa bindiğini göster bana. Sonra baktım uçağa bindi valiz, bütün tedirginliğim geçti. Tam yürürken seslendi biri. Bir de baktım ki Yılmazlar gelmiş, bana el sallıyorlar. Paris’e gittiğimde film komitesine teslim ettim filmi. Çok da güzel geçmişti. Cannes dönüşü, onun için tam bir dönüşüm oluyor. Çünkü kendi filmini yapmaya niyetleniyor. EKTA adında bir şirket kuruyorlar dört arkadaş. Başlıyorlar çekimlere. Kemal Sunal’ı Arzu Film’den koparıp Kapıcılar Kralı’nı yapmıştım o dönem. Namus Borcu’nu çektik. Sonra da Maden’i. Çok ses getirdi bu filmler. Bir de Türkan Şoray’lı bir film yapmak istemiştim. Cengiz Aytmatov’la tanışmışlığımız vardı önceden. Hatta ona demiştim ki, senin hikâyelerinden birini çekersem, adını afişe yazacağım. Kolay mı bir komünistin ismini yazmak o dönem! Sonra Selvi Boylum Al Yazmalım’a niyetlendik Atıf Yılmaz’la, çektik de. Kıyamet koptu, çok beğenildi. Cengiz Aytmatov’un adını da afişe yazdım, söz verdiğim gibi. Bu süreçte pek çok filme gerek yapımcı gerek yönetmen olarak imza atıyor Çiçek Arif. Sonra da 1980 yılında Anadolu Uygarlıkları’nı çekmek için çıkıyor yola. Belgeselcilik serüveninde 10 bölümden sonra da batıyor. Şimdilerin Çiçek Bar’ı o zamanlar Çiçek Film tabii. şsiz kaldıktan sonra yazıhanesinde oturuyor, gelen dostlarıyla rakısına tavla oynanıyor bahçede, akşamları büyük masalar kuruluyor. Çiçek Film’in Çiçek Bar’a dönüşmesi fikri işte o zaman yeşeriyor. Bulduğum bir demirci ustasıyla başladık çalışmaya. şte bugünün Çiçek Bar’ının temelleri 26 yıl önce böyle atılmıştı. Hatta TRT’ye tüzük değiştirerek ilk dış yapım işi de Bay Alkolü Takdimimdir olmuştu. Dizinin gelirini de bara aktardım. Çiçek Arif, kafasına koyduğunu mutlaka yapıyor. Yaparım, asla vazgeçmem. Peki, hiç mi olmadı içinde kalan, yapamadığı bir iş? Olmaz mı! Mecburiyetlerin belimi büktüğü de çok oldu. Attilâ lhan’a yazdırdığım Sarışın Kurt adındaki Atatürk filmini çekemedim. Amerika ile 60 milyon dolarlık bir sözleşme yapmıştık. 17 Ağustos depremi oldu, Türkiye’den yardım talep edemedik, kaldı o iş. Bir de Osman Necmi Gürmen’in Kılıç Uykuda Vurulur hikâyesini filme çekecektik, Costa Gavras’la. Bir adada yaşayan iki ayrı ırktan insanların nasıl dağılmaya yüz tuttuğunu anlatan bir hikâyeydi, Kıbrıs’la ilgili. O dönem Yunanistan’da Albaylar Cuntası devrildi. Melina Merkuri Costa Gavras’a filmi çekmemesini istediğini söyledi. şte bu iki projeyi de yapamadık. KADINLARLA K M LG LENECEK? 73 yaşında Çiçek Arif. Nasıl bir hayat yaşadınız sorusuna yanıtı da yine kendi dilinden oluyor. Çiçek gibi bir hayat yaşadım, düştüğümde hep kalkmasını bildim. Hayatını, anılarını, yaşadıklarını anlatan üç de kitap yazdı Çiçek Arif: “Çiçek Gibi”, “Yine mi Çiçek?”, “Elbette Çiçek”. Şimdi yeni kitabının hazırlıklarını yapıyor, onun da adı “Akşam Çiçekleri”. Bar hikâyelerini ve buraya gelen insanların portrelerini anlatacak son kitabında. Bu arada sorduğunuzu duyar gibiyim, neden bu kadar “çiçek” her şey? Benim her zaman dilimdedir. Nasılsın derler, çiçek gibiyim derim. Herkes de bilir benim bu sözümü. O yüzden zaten yeni bir film şirketi kurarken arkadaşıma sordum, ismi ne olsun diye. Tabii ki “Çiçek Film” dedi. Sonrası da öyle geldi işte. Kadınlarla ilişkisi de dillere destan bu arada. Sovyetler’de bir festival sırasında tanıştığı Rus kıza âşık olup, tekrar Moskova’ya giderek onunla evlenmiş. 17 yıl önce de boşanmış Çiçek Arif. Namını duyduğum için belki ağzından laf alırım diye tek büyük aşkınız o muydu diye soruyorum. “Yok canım” diyor. Başka büyük aşklar da yaşadım, ama ne aşklar! Hatta size bir anımı daha anlatayım. Adana’da bir festivale gitmiştik, barda oturuyoruz. Yaşar Abi geldi, başladı lhan Selçuk’a anlatmaya, “Abi” dedi, “biliyor musun? Biz yıllar evvel bir amaç uğruna atladık gittik stanbul’a. Hatta ben Orhan’a sormuştum. Ben röportajlar yapacaktım, Orhan roman yazacaktı, Abidin Dino resim yapacaktı, sen gazeteci olacaktın, Turan karikatürist. Yılmaz da film yapacaktı. Sonra düşündük, bu bizim Arif’in durumu ne olacak diye. Orhan da “Hepimizin işi gücü var, kadınlarla kim ilgilenecek? Onlarla da Arif ilgilensin” dedi, diyerek anlattı hikâyeyi. lhan abinin de yanıtı: “Yaşar, Arif’in hakkını teslim edelim. Gerçekten görevini layıkıyla yerine getirdi.” şte böyle zengin bir hayattı onunki. Çok güzel isimler tanıdı, güzel işler yaptı. Son 26 yıl da üssünü Çiçek Bar’a kurmuştu. Dostlarıyla orada buluşuyor, sohbetler ediyor, yaşadıklarını da kitaplarında anlatıyordu. Evet, yazmaya devam edecek. Ancak bir dönem kapandı gibi görünüyor. Çünkü artık Çiçek Bar’ın sahibi değil, müdavimi olarak her akşam orada olacak. G C MY B C MY B