16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 OCAK 2010 / SAYI 1242 5 Armanın peşinde tek başına Deplasman yapmanın zorluğunu hayatının bir dönemini tribünde geçirenler bilir. Kimi zaman beş kuruşsuz bilinmedik bir şehrin ortasında kalmak, hayatta hiç karşılaşılamayacak insanlarla muhatap olmak. Kenan bunların hepsini tek başına yaşıyor. Çünkü tuttuğu takım İstanbulspor yıllardır yalnızlığa alışmış. O her yere sarısiyah bayrağını götürüyor, takıma yalnız olmadığını gösteriyor. Tek bir tezahürat yapamadan, gol sevincini paylaşamadan... K DENİZ ÜLKÜTEKİN imisi futbolu bir spor olarak görür, tuttuğu takım varsa da galibiyet sevincini doksan dakikaya sığdırır. Kimisi için futbol bir tutkudur, tuttuğu takım da öyle. Onun için futbolu yaşamak, mensup olduğu kitleyle beraber ağlayıp gülmek hayat tarzı haline gelmiştir. Kenan Özvaran da bu ikinci gruba dahil. Ancak bir farkla; tuttuğu takım İstanbulspor. Bunun ne demek olduğunu anlamak için İstanbulspor’un geçmişine göz atmak gerekiyor. İstanbul Erkek Lisesi içinden çıkan kulüp altmışlı, yetmişli yıllar boyunca hemşerisi olan üç büyüklere kafa tutmayı başarır. Yetmişlerin ortasından itibaren ise düşüşe geçer. İstanbul’un birçok semt takımı gibi sarısiyahlılar da alt liglere doğru yol alır. Sonrasıysa uzun süren bir sessizlik. Ta ki Cem Uzan dönemine kadar. Uzan paralarını fut İki İstanbulspor İstanbulspor’un İstanbul Büyükşehir Belediyespor’la birleşerek yeniden Süper Lig’e döneceği konuşuluyor. Belediyespor Başkanı Göksel Gümüşdağ ortaya böyle bir laf attı. Şimdiki başkanımız da satmak istemediğini, satarsa da 10 milyon dolar istediğini söyledi. Asıl İstanbul Erkek Lisesi üç yıl önce kendi takımını kurdu ve şu anda takım İstanbul Süper Amatör Ligi’ne yükselmek için oynuyor. Eğer kendi hakkıyla 3. Lig’e yükselirse ben de lisenin takımını desteklerim. Ancak kurdukları takımı sezon sonunda belediyeye devredecekleri konuşuluyor. bola yatırmaya kararlıdır. İstanbulspor Oğuz, Aykut, Sergen gibi isimlerin yer aldığı kadroyla Süper Lig’in üst sıralarına yeniden tutunur. Ancak güzel futbolun dolduracağı sanılan tribünler hiç dolmaz. Dahası takım yıllarca yaşadığı göçebelikten yine kurtulamaz. Kimi zaman İnönü’de kimi zaman Bayrampaşa’da kimi zaman Saraçoğlu’nda ya da Güngören’de oynar maçlarını. Kulübün şirketleşip kendisinden uzaklaştığını gören liseliler de küserler. Uzan’ın büyük düşüşüyle birlikte TMSF, ardından Saffet Sancaklı yönetiminde geçen yıllar gelecektir. Teknik direktör olarak takımın başına geçen Aykut Kocaman’ın binbir yokluk içinde oynattığı güzel futbol gönüllerde bir sempati kıvılcımı doğurur ama destek gelmeyince Kocaman takımı bırakır. Hızla alt liglere doğru inişe geçer İstanbulspor. İstanbulspor’la tanışıklığı babası sayesinde çocukluk yıllarından ama kendi başına maçlara gitmeye başlaması “hâlâ taparcasına seviyoruz” dediği Aykut Kocaman’ın teknik direktörlük zamanına denk geliyor. Takımın düşüşü hızlandıkça Kenan’ın sevdası büyüyor ama sevgisini daha da önemlisi gittiği onca kilometreyi paylaşacak kimseyi bulamıyor. Bugünlerde İstanbulspor şehrinize gelirse ve misafir takım tribününde birkaç sarısiyah bayrak ve arkalarında atkısını açmış birini görürseniz o Kenan’dır. İstanbulspor’un peşinden kaç il gezdiğini o da bilmiyor. Bir çırpıda hatırlamaya çalışıyor “İzmir, Kırıkkale, Sakarya, Kırşehir, İzmit, Ankara, Manisa, Giresun, Gaziantep, Eskişehir” diye. İlk deplasmanını 2003’te Konya’ya yapmış. O gün bu gündür İstanbulspor’un peşinden Türkiye’yi dolaşıyor. Gidenler bilir; Türkiye’de deplasman yapmak bin kişi olsanız bile zordur. O, bu zorluklarla tek başına mücadele ediyor. “En büyük sıkıntı pankartla dolu büyük bir çantayla dolaşmak. O pankartları tek başına asmak da büyük zorluk çıkarıyor. Ayrıca her deplasman için neredeyse 200 lira harcıyorum bu da büyük bir külfet.” Bahsettikleri her maçta yaşanan şeyler. Bir de başına gelenler var. “Bir keresinde Eskişehir’de deplasman tribününde pankartları asıyordum. Eskişehirli birkaç kişi de kendi pankartlarını almak için benim olduğum tribüne girmiş. Çantamdan paramı ve atkımı çalmışlar.” Bu olay Kenan’ı yıldıramamış ama gerçekten yılma noktası geldiği bir anı gayet iyi ha Kenan çevresindeki boş koltuklara alışık. O gün de maç olmamasına karşın bizim için boş stada gitti ve yine pankartlarını astı. Fotoğraflar: VEDAT ARIK tırlıyor. “Kırşehir’deki maç için gece 12’de otobüsüm vardı. Bileti önceden aldığım için ‘biraz kestireyim’ dedim. Uyandığımda saat bir olmuştu. Hemen otogara gittim ama hiçbir firmada bilet yoktu. Çaresiz eve döndüm ama inat ettim sabaha kadar Kırşehir’e giden otobüs aradım. O anda aklıma Ankara üstünden gitmek geldi. Sonuçta iki şehir arası bir saat. Ancak otobüs Ankara girişinde bozuldu. Maçın başlamasına iki saat kala Ankara Otogarı’na yeni ulaşmıştım. Orada düşündüm ‘acaba ben manyak mıyım’ diye. Kırşehir’e ulaştığımda maç başlayalı on beş dakika olmuştu. Bir de benim için en büyük dertlerden biri misafir takım tribününü açtırmak. Bir kişi için tribün açmak istemiyorlar ben de beş bilet alarak bu problemi halletmeye çalışıyorum. Kırşehir’de kulübün genel menajerini aradım, sağ olsun maç oynanırken sahadan çıkıp benim için tribünü açtırdı.” Kenan’ın böylesi yıldığı, vazgeçmek istediği anlar çok. Peki hâlâ armanın peşinden onca yolu kat etmesini sağlayan ne? “O anda bir şey oluyor. Kulüpten biri arayıp hatırımı soruyor ya da artık maçlarla ilgilenmeyen babam ‘maç ne oldu’ diyor. O da bütün İstanbulsporlular gibi takımını unu tamıyor ama unutmak istiyor. Zaten istanbulspor bir bağımlılıktır.” Biraz mazoşist bir bağımlılık diye ekliyorum, onaylıyor. Aslında işler her zaman bu kadar dramatik değil. Bakın demin bahsettiği Kırşehir maçının devamı nasıl geliyor. “Uzatma dakikalarında bir gol attık, bütün takım benim üzerime koştu. Hayatımdaki en mutlu anlardan biriydi.” Zaman zaman yediği küfürlerden şikâyetçi ama çok güzel dostluklar da kurmuş. Daha geçenlerde Göztepe’nin Yalı Grubu Başkanı, Kenan’ı havaalanında karşılayıp stada kadar kendi götürmüş. Kişisel dostluklar iyi de tüm rakip tribünle arkadaş olmak, Kenan bunu da yaşamış. “Antalya’nın şampiyonluk maçı vardı biz de küme düşmüştük. Maçtan önce Antalyalı arkadaşlar bana ulaştılar, o gün deplasman tribünü açılmayınca onların arasında maçı izledim. Takımım küme düşmüşken oradaki şampiyonluk kutlamalarına katıldım. Benim için travmatik bir durumdu.” Diğer tribüncüler gibi Kenan’da da anı bitmiyor. Ancak o bir gol sevincini yanındakiyle paylaşmak gibi şeyleri hiç yaşamamış. “Tezahürat yapmak zaten futbol kültürümde yok” diyor. İstanbulspor’u “Saati 12’yi bir geçen külkedisi”ne benzetiyor. G Böylece sen de Süper Lig’e yükseleceksin. Ben yükselmeyeceğim. Eğer öyle bir şey olursa seneye liglerde iki İstanbulspor olacak. Ancak o zaman ben şimdiki takımımı bırakmam. Çünkü lisenin kurduğu takım belediyenin takımı olacak. Bence TMSF bizi belediyeyle birleşmeye zorlamak için bilerek küme düşürdü. Bizim ne bir milletvekilimiz, ne belediyemiz, ne stadımız ne de tesisimiz var. Bir belediyemiz var, biz düşmeme mücadelesi yaparken Ataköy’deki tesislerimizi yıktı. Çok kritik maçlarımıza Florya Ormanı’nda antrenman yaparak hazırlandık. G Pankartları okul projesi diye yuttururdum İstanbulspor özel hayatını nasıl etkiliyor? Annem bu durumu bilmiyordu. Babam biliyordu ve destekliyordu. Formamı sürekli yatağın altında saklıyordum. Pankartları anneme okul projesi diye yutturuyordum. Mesela sabah yola çıkmam gerekiyorsa geceden pankartları kapının önüne bırakıyordum. Kapı komşumuz vardı, akşamdan onda kalıyordum. Bir de ses kaydı bırakıyordum, annem aradığında dinletsinler diye. “Anne lavabodayım akşama döneceğim” diye. Sonra da maça. Annem okula gittim sanıyordu. Artık annen de biliyordur. Evet biliyor ama futboldan korkuyor. Gerçekten korkutucu olaylar oluyor ama basının abartması da var. Bence kadınların maça gelmemesinin en önemli sebebi bu abartma. Arkadaşların bu durumunu nasıl karşılıyor. Çoğu İstanbulspor sevgimi bilmiyor zaten. Galatasaray ya da Fenerbahçe gibi bir durum değil. Söylersem yadırgarlar diye korkuyorum. Bilenlerden tribünle uğraşanlar helal olsun diyor. İlgili olmayanlarsa deli gözüyle bakıyor. Nasıl bir İstanbulspor hayal ediyorsun? Taraftarımız olsun, birlikte deplasmana gidelim isterdim. Bir de stadımız olsun, ismi de Boğa Arena. G [email protected] Atabek’le Maltepe günlerimiz... E rdal Atabek insan yaşamındaki onlu yıllar demetinden birini daha bu gün geride bırakıyor… Bu demetlerden yaşamlarımızda kaç tane var? Onu az geriden izleyen bir kardeşi olarak bu sorunun yanıtını bir yana bırakıyor ve Atabek’le Maltepe günlerimizden bu yana geçen yılları hesaplamaya çalışıyorum… 1982’de tutuklandığımıza göre, 28 yıl oluyor… Fakat onunla tanışıklığımızın tarihi daha da öncelerdedir. “Cumhuriyet”in ikinci sayfasında Wilhelm Reich üzerine yazısı bugünmüş gibi aklımda ve gözlerimin önündedir. Reich’ın ülkemizde bugün bile hakkıyla tanınıp değerlendirildiğini sanmıyorum. Atabek onun önemini ilk saptayanlardandır. Tanışıklığımızın ve dostluğumuzun başlaması da böylece Reich üzerindendir… Erdal Atabek’in kişiliğini birkaç cümleye ya da birkaç çizgiye indirgeyerek betimlemek olanaksızdır. Onunla konuşurken o anda da fikir oluşturmakta olduğunu duyumsarsınız… Oluşturmakta ve geliştirmekte olduğunu… Atabek çünkü çerçevesi çizilip tamamlanmış, kalıplaşmış fikirlerle akıl yürütmez… Bu da belki bir çeşit “hiperaktivite”dir… Konuşmaktan çok düşünen, aynı ölçüde de üreten ender insanlardandır. Tek başına bir fabrika gibi üretken olduğunu söylemek yanlış olmaz… Maltepe Cezaevi denilen cephanelikten bozma taş mekânda, koğuşların açıldığı koridora derme çatma da olsa çalışma masalarımızı koydurmayı akıl eden ve başaran ilk kişiler yanlış anımsamıyorsam ikimizdik. Böylece, başka arkadaşların da katılımıyla, taş mahzeni bir süre sonra bir üretim ortamına dönüştürmeyi başarmıştık… Atabek’in aklı gibi zekâsı ve mizah duygusu da sanki hep hareket halindedir… ATAOL BEHRAMOĞLU Buna mayalanma, kaynama da diyebiliriz... Zekice bir buluştan bir başkasını, bir espriden bir ötekini yaratır… Ve bütün bunların arkasında insana ve topluma dair derin kaygılar bulunduğunu; karşınızdaki kişinin sorular, arayışlar ve yaratıcı tasarımlar içinde olduğunu sezinlersiniz. Ciddiyet ve mizah birlikteliği bir insan kişiliğine ancak bu kadar yakışabilir. Bu iki özellik onda birbirini besler. Birinden ötekine hızla geçişleri baş döndürücüdür… Ve bu arada pek çok şey öğrenirsiniz… Erdal Atabek’le Maltepe ve sonrasında Sağmalcılar cezaevinde toplam on ay kaldık. Kader ve rastlantılar benim yaşamımı yurtdışı sürgünlüğüne yöneltti. İçlerinde Atabek’in de bulunduğu birçok arkadaşımızı ikinci bir tutukluluk ve Metris’le Sağmalcılar’da birkaç yıl daha sürecek ikinci bir tutsaklık dönemi bekliyordu. Atabek’le Maltepe ve Sağmalcılar’daki tutukluluk günlerimizin anıları bir yazıya sığmaz. Eğer ülkemizden büsbütün umut kesmiyorsak, bu her şeye karşın, bu toprakların ve bu kültürün onun gibi insanlar yetiştirebilmesindendir… Sevgili Erdal ağabey! Yaşamlarımızın kaçıncı on yıllık demetini geride bıraktığımızın pek fazla önemi olmadığını sen benden daha iyi biliyorsun. “Ne kadar değil, nasıl yaşadığımız önemlidir” sözünü, klişeleşmiş de olsa, burada tekrar etmek istiyorum… Nasıl yaşadığımıza gelince… Yaşam, tıpkı tragedyalardaki gibi yazgıya meydan okumaksa eğer, bunu sen şaşırtıcı bir ustalıkla yapmayı başarıyorsun: Aynı anda onu ciddiye almayı ve onunla şakalaşmayı başararak... G [email protected] C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle