22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 BERLİN 17 MAYIS 2009 / SAYI 1208 NEW YORK Havyarlı, ıstakozlu, şampanyalı kriz... AHMET ARPAD aha içeri adımınızı atar atmaz gözleriniz kamaşıyor. Sanki Topkapı Sarayı’nın hazine dairesine girdiniz. Bulgari, Tiffany, Heuer, Chopard... İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. Vitrinler kolye, küpe, yüzük, kol saati dolu. Pahalı mı pahalı. Altın, platin, gümüş. Pırıl pırıl, ışıl ışıl camekânlar. Birkaç müşteri göze çarpıyor. Pek Alman’a benzemiyorlar. Kadınlar alışveriş yapıyor, adamlar sohbet ediyor. Paralı Doğu Avrupalılar olmalı. Bin beş yüz değişik parfümün satıldığı şık Beauty Department’e hiç uğrayan yok. Bir kat yukarıda Gucci, Dior, Chanel. Burada da müşteriden çok personel var. Güzel kızlar elleri önlerinde gülümseyip bekleşiyorlar. Her taraf şık, ışıl ışıl, modern, bakımlı. Satılanlar güzel ve çekici. Gereksinimi olmasa bile bir şeyler almak istiyor insan. Tabii cebinde parası varsa! Günlerden çarşamba, öğle üzeri. Avrupa’nın en büyük satış merkezlerinden Berlin KaDeWe’nin bütün katları bomboş, in cin top oynuyor. Bundan iki yıl önce yüzüncü yaşına basan 60 bin metre satış alanına sahip Müzikle doğan güneş ŞANSIN TÜZÜN ew York’un birbirini büyük bir düzenle kesen caddelerini asi bir 68’li gibi çaprazlayan Brodway’de Mary Poppins’den başka müzikale bilet kalmadığını öğrenince fikrimi değiştirdim; bu şehirde ihtiyacım olacak son şey İngiliz bir dadıydı! Aklıma Kafe Carlyle geldi; Ute Lemper gibi sanatçıların çıktığı kabare havasında özgün bir kulüp olmasına rağmen, pazartesi geceleri klarnet çalan Woody Allen sayesinde bir New York klasiğine dönüşmüştü. Nedense hep ertelemiştim oraya gitmeyi. Sonra düşündüm de, “Woody bizim Klarnetçi Hüsnü gibi kanlı canlı bir şey değil, bir lokmacık nefesi var, ne olur ne olmaz, iyisi mi bir an önce gidip dinlemeli!” Gösteriden önce müzikseverlerin mabedi olan, Chelsea Hotel’e uğrayıp bakayım dedim. Chelsea Hotel benim hayalimde hep yetmişli yılların kumral bir hippi güzeli gibi canlanmıştır. Hatta muzur bir grupie’dir. Oysa yaşlı Chelsea, rock yorgunu bir grupie gibi karşılıyor beni! Sanki üzerinden geçen starlar, bedeninde söndürülen sigaralar, damarlarına şırınga edilen morfinlerden bitap düşmüş ve dumanlı sesi tıpkı Marianne Faithfull gibi. Lobideki eski koltuklardan birine oturuyorum. Karşımdaki boş mermer şömineye baktıkça üşüyorum. Tuhaf ama kendimi 68’lerin duygu morgunda gibi hissediyorum. Bob Dylan 205 No’lu odasında şarkı sözleri için ideal bulduğu bir top tuvalet kâğıdına yeni şarkısını yazıyor; bir başka odada Leonard Cohen, Janis Joplin’le sevişerek şarkısını henüz yaşıyor, “I remember you well in the Chelsea Hotel”. Kafe Carlyle’da Woody Allen ve orkestrası trompet ve klarnet seslerinin, banjo ve piyano ritmleri eşliğindeki önlenemeyen yükselişiyle özellenen keyifli bir Dixie caz dinletisi sunuyorlar. İyice güneye savrulup 1920’li yıllara giderken yavaş yavaş ısınıyor içim. Woody kadife pantolonu spor ayakkabılarıyla gözlerini yummuş, dünyadan kopmuş olarak klarnetini çalıyor. Bir gün içinde bu kadar retro yaşamak bana bile fazla geliyor, “Woody’nin klarnetinin üzerine İlhan Erşahin’in saksafonu iyi bir cila olur!” diyorum; ver elini Nublu. Taksici 62 Avenue C’de aniden durup parmağıyla bir kapıyı işaret ediyor, ben de üzerinde İlhan Erşahin yazan zile sonuna kadar basıyorum. Kulübe daha sonra inen Erşahin, “O bastığınız zil benim kapımın ziliydi de...” diyor. Neyse karanlıkta yüzümün nasıl kızardığını göremiyor. Gecenin bir yarısı adamın evinin zillerini yıkıp durmuşum, Nublu’ya da yalnış kapıdan girmişim! Derken sahneye geçiyorlar; aslında kalabalığın arasında kendilerine bir yer açıp çalmaya başlıyorlar. Böylece zamanımıza hızlı bir dönüş yapıyor ve günün ritmini yakalıyorum. Güneşi müzikle batırmak mı yoksa doğurmak mı güzel olan? Bence güneşi doğurana kadar çalmalı orkestra... G N D Hayata dair bir umut... Her yeni başlangıç yeni bir umudu beraberinde getirir mi? Ülkenizin savaş uçakları militan güçleri bombalayacağım derken evinizi bombalayıp sizi mülteci kampında yaşamak zorunda bırakıyorsa “evet” cevabını vermeniz zor olabilir. Yine de daha ilk günlerinde kamptaki hayata alışmış görünen Pakistanlı kız insanın yüzünde bir gülümseme uyandırıyor. Hayata dair bir umut mu? Yoksa sadece sırada bekleyen onlarca kişinin arasından günlük pirincini almanın mutluluğu mu bilinmez ama Mardan’daki kampta o gün gülen nadir yüzlerden biri bu küçük kıza aitti... mağazada 380 bin çeşit eşya satışa sunuluyor. Sabahtan akşamın geç saatlerine iki bin personel müşteri bekliyor. Katları birbirine altmış dört yürüyen merdiven ile yirmi altı asansör bağlıyor. Kısa süre öncesine kadar gün be gün elli bin insanın ziyaret ettiği söylenen KaDeWe geçmişini mumla arıyor. Şu sıralar sahiplerinin elden çıkarmaya uğraştığı, Batı Avrupa’nın bu dev mağazasını dünya savaşları bile sarsamamıştı. Hitler daha 1933 yılında Yahudi aile Tietz’i satışa zorlayıp, KaDeWe’ye el koymuş, başına da Aryan birini getirmişti! On yıl sonra bir Amerikan savaş uçağının üzerine düşmesiyle harap olan mağaza 10 Temmuz 1950’de yeniden açıldığında tam 180 bin Berlinli coşkuyla kapılarına saldırmıştı. KaDeWe aynı hücumu, onlarca yıllık düşleri sonunda gerçekleşen Doğu Berlinlilerin Kasım 1989’da duvarın batı tarafına geçmesiyle yaşamıştı. Berlin’i ziyaret eden her turistin uğradığı söylenen KaDeWe’nin bugün sadece üst iki katı dolu. Rusya’nın, İran’ın havyarları, Fransa’nın şampanyaları, adını bilmediğiniz ülkelerin şarapları, uzakların narenciyeleri, Pasifik adalarının egzotik yiyecekleri otuz şarküterinin vitrinlerini dolduruyor. Kat kat, dizi dizi peynirler, dev jambonlar, yer mantarları, dört yüzün üzerinde ekmek ve sandviç çeşidi... Parisli Lenôtre’nin vitrinlerinde, sabahın altısında uçakla gelmiş, olağanüstü görünümde ve lezzette pastalar, ağızda eriyen inanılmaz çeşitte fondanlar. Bu kat hiçbir krizden etkilenmeyen insanlarla dolu. Cepleri paralı, giyimleri şık mı şık hanımlarla beyler ayaküstü bir şeyler atıştırıyor, şampanya yudumluyor. Istakozlar, istiridyeler, havyarlar, füme balıklar onları bekliyor. Biz ise en üst kattaki selfservice lokantayı yeğliyoruz. Burasını daha çok turistler doldurmuş. Aşçıların gözünüzün önünde hazırladığı değişik yemekler çekici. Adam başı en az 30 Avro’ya karnınızı doyurduğunuza değiyor. Berlin ayağınızın altında. Az sonra Unter den Linden Bulvarı’ndaki Café Einstein’da masalar dolu. Salzburglu edebiyatçı tanışla Viyana kahvesi yudumlayıp, Sacher Torte yerken o akşam başlayacak Stefan Zweig sempozyumundan söz ediyoruz. Parlamento az ötede. Sorduğumuz garson kız, Başbakan Merkel’in bugün Café Einstein’a uğramadığını söylüyor... G www.ahmetarpad.de MİLANO Monet’nin nilüfer tutkusu ASLI KAYABAL utsuz geçen gençlik yıllarımda öğrendim bahçe ile uğraşmayı. Belki de çiçeklere olan tutkum ressamlığı tercih etmemde etkili oldu... Claude Monet’nin Paris Marmottan Müzesi’nden dışarı ilk kez çıkan nilüfer koleksiyonunu konuk eden Milano Palazzo Grassi’deki sergide okudum ressamın yazdığı bu kısa notu. Görme yeteneğini yitirdiği yaşlılık yıllarında Paris’in 50 kilometre kuzeyinde Normandiya’daki kır evine yerleşen Monet nilüferlere tapıyordu. Giverny’deki evde Monet zamanının çoğunu geçirdigi üç mekân yaratmıştı. Evin hemen önündeki “çiçek bahçesi”, büyük bir aşkla bağlandığı narin “nilüferler” ve sebzemeyve yetiştirdiği ekili alan. Nilüfer sevdası alevlendiğinde ressam evin yakınından geçen bir akarsuyun yatağını değiştirerek bu hassas çiçeklerin yetişebileceği doğal bir su bahçesi yaratmak için kolları sıvadı. Ama güç bir işti bu sulak alanın bakımını yürütmek. Monet’nin Ginevry’deki komşuları onun nilüfer ve ekzotik bitkilere olan tutkusu nedeniyle giriştiği işin çevredeki başka akarsuları kirleteceği ya da zehirleyeceğinden endişe ediyordu. Ama Monet basın kampanyaları ve yerel yoneticilerin desteği ile en büyük M düşünü gerçekleştirdi, doğal bir ortamda muhteşem bir nilüfer bahçesi yarattı. Bu sulak alanın dibine nilüferlerin köklerinin dolandığı bir köprü inşa ettirdi. Japon bahçe sanatında görmüştü ve bu ayrıntı çok etkilemişti Monet’yi. Görme yeteneğini gitgide yitirdiği yaşlılık yıllarında sürekli nilüferleri resmetti tualine. Monet’nin nilüfer bahçesine sabah şafak sökmeden önce geldiği, dostlarına henüz yaprakları kapalı nilüferleri gösterdiği anlatılıyor. En büyük keyfi ise kıyıya bağladığı ahşap sandalında gün boyu nilüferleri resmetmekti. 1914’de I. Dünya Savaşı patlak verince Monet’nin bahçıvanları ressamı terk etti. Ama Monet resmetmeye devam ediyordu nilüferleri. Bahçesinde yetişen sebzemeyveyi ise hastanede yaralı yatan askerlere gönderiyordu. Savaş bitince bahçıvanlar geri dönüyor, ot bürüyen bahçeyi yeni baştan düzenliyordu. Monet’nin görme yeteneğini bütünüyle yitirse de ölümüne kadar nilüferleri düşlediği gibi resmetmeye devam ettiği biliniyor. Milano’daki Monet sergisinden bir küçük ayrıntı; 5 Aralık 1926’da yaşama veda etmeden önce defterine şu kısa notu düşmüş nilüfer tutkunu Monet: “Tabutumun ardında bir tek akrabalarım bulunsun. Lütfen unutmayın cenazemde ne çiçek ne de çelenk istiyorum!” G aslikayabal@hotmail.com C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle