Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
10 MAYIS 2009 / SAYI 1207 3 PAZARIN PENCERESİNDEN Oğlumun adını Yılmaz koymak hataymış... ŞİRİN GÜVEN atoş Güney, ülkenin en karanlık dönemlerinde, zor şartlarda annelik yapmış bir kadın. Yılmaz Güney ile evliliğinden dünyaya gelen oğlu daha 6 aylıkken, hem annelik hem babalık görevi düşmüş ona. Kucağındaki bebeğini hapishane ziyaretlerinde tanıştırmış babasıyla. Oğlu Yılmaz 13 yaşındayken tamamen kaybetmiş kocasını. Bugün geriye dönüp baktığında içindeki acı isyana dönüşüyor: “12 Mart’ın 12 Eylül’ün hesap vermek durumunda olan kişileri ellerini kollarını sallaya sallaya geziyorlar. Peki benim oğlumun F çocukluğunu kim geri getirecek? Yaşadığı acılar ne olacak? Ya benim hayatımdaki yoksunluklar...” Anneler Günü için ne söylemek istersiniz? Ben insana, özüne, ahlaklı olmasına, temiz kalmasına ve birtakım değerleri korumasına inanıyorum. Evladına duyarlı olup da, sokak çocuklarına duyarsız olan birini düşünemiyorum. Sokaktaki çocuklar da bizim çocuklarımız. Toplumumuzdaki sorunlara duyarsız kalmamak lazım... Anneler Günü’nde annelere sesleniyorum. Etrafınızda yardıma muhtaç, okuma imkânı bulamayan çocuklar var... Süsünüzden, makyaj OĞUL YILMAZ GÜNEY Beraber büyüdük... “Doğduğunuz yer ve maruz kaldığınız koşullar, anne kavramını ve buna dair olan duygularınızı etkiler elbette” diyor oğul Yılmaz Güney. Anne denilince, aklına gelenleri yanıtlamak için, bu sözcüğünün yaşamında en çok yer tuttuğu dönem olan çocukluğunu ve bu dönemde annesiyle beraber tanıklık ettiklerini doğru tanımlamak gerektiğini anlatıyor. “Çocukluğumda annemin olur; biri zarar verir diye... Aslında biz de bir nevi evimizde bir cezaevindeydik. Babamı, her hafta sonu kısa görüşlerde görüyordum. Birlikte olurken tekrar kaybediyordum. Bu, anneme daha da sarılmama neden oluyor; hep onu da kaybetme korkusu hissettiriyordu. Bu yaşanmışlıklar annemle ilişkimi mutlaka etkilemiştir.” Sonra Fransa yılları ve babasını tamamen yitirişi... Bu kez annesiyle yeni bir döneme başladılar. İkisi de “yaralı” ve “yalnız”: “Akrabalarımızın yurtdışına çıkma yasağı vardı. Sürgündeki koca yalnızlığımızda, annem bir yandan yaralarını sarmaya çalışırken, bir yandan da bir erkek çocuğunu büyütmekteydi. Bir erkek çocuğunu babasız büyütmek zor. Aslında, biz ikimiz birlikte büyüyorduk. Büyürken de yaralandık; birbirimizi yaraladık. Çok canımız acıdı. Otuz sekiz yaşıma geldiğim şu günlerde, iki yetişkin olarak birbirimizi anlama çabamız var artık. Anne denilince ona duyduğum şefkati hissediyorum. Ve onu seviyorum...” G malzemelerinizden ya da gittiğiniz yerlerden biraz kısarak çok daha yararlı şeyler yapabilirsiniz. Anneler Günü’nde tüm çocuklara sahip çıkın çünkü insan olmanın özü, hangi ırktan, cinsten, dinden, dilden, renkten demeden herkese yardım etmeyi gerektirir. Siz zor günler geçirmiş bir annesiniz... Evet, benim anneliğim Türkiye’nin zor dönemlerine denk geldi. 12 Mart’ın öncesinde hamileydim. Oğlum 6 aylık karnımdayken Mahir Çayanlar bizim evimizde saklandı. Eğer o geceki genel aramada bulunsalardı, çarpışacaklardı. Saklandıkları yer tam bizim yatak odamızın üzerindeydi. Belki biz de ölecektik, ya da ben çocuğumu kaybedecektim. Sonra Yılmaz doğdu. Birkaç aylıkken, yani 12 Mart’ta, babası ilk tutuklanmasını yaşadı. Çok zor günlerdi. Zaten oğlum 6 aylıkken babası hapishaneye girdi ve bir daha 10 yıl boyunca çıkamadı. Arada bir tek 3 ay var... Çocuğunuzu babasız yetiştirmek zorunda kaldınız... Grip de teğet geçecek! SELÇUK EREZ Evet seyircilerimiz, deli dana, kuş gribi, keneler.. ve şimdi de griplerin en domuzu geldi, dayandı kapımıza! Bu gece, dünyada yayılmakta olan bu korkunç illet konusunda Profesör Hami Bey’le bir söyleşi yapacağız... Soru sorabileceğiniz numaramız bakın alttan geçiyor: Üçüçüçaltıaltıüçaltı.. Hocam, domuzun murdar olduğunu biliyoruz. Pekiii, domuz gribine yakalanırsak günah işlemiş olur muyuz? Domuzun sadece kendisi değil, adı da, gribi de günahtır. Ama korkma domuz gribi bize gelmeyecek, teğet geçecektir! Bizim bu güne kadar niçin kadınlarımızın çarşafla gezip ağızlarını, burunlarını kapalı tutmalarını ve el sıkmamalarını önerdiğimizi şimdi anladınız mı? Doğru hocam, bir atasözümüz, “Devletin malı deniz..” diyor; bunu yemeyen domuzmuş. Şimdi devlet malını yemek de, insanı domuz olmaktan kurtarır; değil mi? Evet! Sonra bu mikrop aslında insanları sevmez, domuzları tercih eder. Ancak domuz bulamazsa, domuza benzettiği insanlara konabilir. Hemen pilatese başlayın, zayıflayın ki mikrop sizi domuz sanmasın. Efendim Konya’dan bir telefon var: Buyrun Azize Hanım, sorunuzu sorun... Hocam, dün rüyada kendimi bir domuza binmiş giderken gördüm... Domuz beni sırtına almış koşuyordu... Sonra birden havalandı.. uçmaya başladı... Kaynanam, domuz giribinin yakında beni öteki dünyaya uçuracağını söyledi... Korkma böyle bir şey olmaz. Sadece Yeşilköy’e indiğinizde sen kuyrukta sıraya girip beklerken onu VİP kapısından buyur ettiklerinde bozulma! Peki efendim, biz bu gribi, başka bir yerde, mesela Davos’ta filanken bilmeden, kazara kapsak? Sağlık programlarını izlemiyor musun sen? Her sabah bir avuç mercimeği çiğ çiğ yiyecek, üstüne rezeneli adaçayı içeceksin. Sonra Ebu Sait el Vaiz Efendi söylemişti, Zırgüle makamı bu gibi hastalıklara birebirdir... Bunu da dinleyeceksin.. İmüniten pekişir! Sizce yetkililerimiz bu konuda yeterince önlem aldılar mı? Daha ne yapsınlar? Havaalanlarına termal camlar koydular. Görmedin mi: Ateşi azıcık fazla olanı hemen yakalıyor! Korkma, Zaten dünyada günlük vaka sayısı azalmaya başlamış, yakında dibe vuracak; 2009’u biraz sıkıntılı geçirsek bile 2010’da dünyada domuz gribi filan kalmayacak. Peki bu kadar çok paralara alınmış termal kameralar, renkli camlar salgın bitince ne olacak? Tübitak’a verirler.. Böyle bir şey yapmayıp kullanmaya devam etseler... Olabilir, o zaman başka türlü hastalıkları yakalar. İnşallah! Belki Almanya’dan buraya zulada fener parası taşıyan torbacıları da yakalar da kendisini amorti eder! G erezs@superonline.com Fotoğraf: Vedat Arık Yalnız başına bir erkek çocuk yetiştirmenin zorluğunu anlatıyor Fatoş Güney, hem de yabancı bir ülkede, farklı bir kültürde... Güney’in bugün en büyük pişmanlıklarından biri de oğlunun adını Yılmaz koyması. “Ona öyle bir görev yüklemişiz ki, hiç altından kalkabileceği bir şey değil” diyor. Babasız çocuk yetiştirdim ben, tek başıma. Yalnız başınıza bir erkek çocuk yetiştirmek çok zor çünkü erkek çocuk mutlaka yanında bir baba figürü görmek istiyor. Gerçi onun çok güçlü bir babası vardı. Olmasa da, her an varlığını hissettirirdi. Ama sonuçta sadece hapishane görüşlerinde görebiliyorduk bir tek. Ve zaten 13 yaşındayken de kaybettik. Sonra hem annelik, hem babalık görevini üstlendim. Yabancı bir ülkede, farklı bir kültürde ve tek başıma... Yılmaz’ın kızı Elif de benimle birlikteydi. Çok zor günler geçirdik. Fakat onlara her zaman şunu söyledim: “Ne babanızın ismi, ne manevi mirası ne de şöhretinin ağırlığı hiçbir zaman sizi ezmesin. Siz kendi kişilikleri olan bireylersiniz. Ve hayatta hiçbir kaygıya kapılmadan istediğinizi yapacaksınız.” Nitekim çocuklar kişilikli ve başarılı çocuklar oldular. Yılmaz Güney gibi bir babanın ve sizin gibi bir anenin oğlu olarak baskı mı hissetti? Evet. Üstelik ben onun adını da Yılmaz koymuşum. Ne kadar büyük bir hata, şimdi bu konuda özeleştiri yapıyorum. Ona öyle bir görev yüklemişiz ki... Hiç altından kalkabileceği bir şey değil. Çünkü babası çok farklı dönemlerin, insanı. Onun gibi hiç kimse olamaz. Çok büyük zorluklar yaşadı oğlum da tabii. Ben de yaşadım ama... Ben de hep o baskıyı üzerimde hissettim. Yetenekli biriydim mesela, sinema yapabilirdim. Ama önümde öyle muhteşem, kocaman bir örnek vardı ki... “Ne demek sinema yapmak” diye düşündüm. 12 Eylül’ün hesap vermek durumunda olan kişileri ellerini kollarını sallaya sallaya geziyorlar. Kim geri getirecek benim oğlumun çocukluğunu, yaşadığı acılarını? Benim hayatımdaki yoksunlukları... Mesela Yılmaz Güney gibi bir kocam olmuş fakat ben eşsiz bir hayat sürmüşüm. Hiç yanımda olamamış, hiç onun keyfini çıkaramamışım... Onunla birlikte en ufak bir şey paylaşamamışım, en basit şeyi bile yaşayamamışım... Kim bunları geriye döndürebilir ki? Ülke sorunlarını dert edinmiş ve onlara eğilmiş Yılmaz Güney bugünkü tabloyu nasıl bulurdu? Her şey iyice kötüye gitti. 70’li, 80’li yıllarda umudumuz vardı. Mutlaka güzel günler göreceğiz diyorduk. Bizi ülkeden gitmek zorunda bırakanlar bir gün ülkeyi terk edecekler ve hiçbir zaman geriye dönemeyecekler diyorduk. Ama hiç de öyle olmadı. Bugün bakıyorum da, hiçbir şey çözülmedi. Bugün hâlâ bazı kurumlar Yılmaz Güney filmlerine sansür uyguluyor, göstermiyorlar. Mesela Kanal D ve TRT Şeş’e başvurmuştuk filmlerin gösterilmesi için ama bize olumsuz yanıt verdiler. Sırada TRT var, onlar da aynı şekilde cevap verecek sanırım. Bu rezalet mesela. Türkiye çok garip bir ülke. İnsanlar daha kafalarında özgürleşmeyi tam olarak kanıksayamadılar. Rejimler de bunda etkili olmuş tabii. Her 10 senede bir darbe, insanlar kıyılmış, sindirilmiş, hapislere atılmış, sürgünlere gönderilmiş, işkenceler görmüş... Anlıyorum bunları ama insan beyni özgürleşmelidir, her şeyi aşmalıdır. Hiçbir düşüncenin karşısında engel tanımamalıdır. Özellikle de sanatın karşısında... Bunlar Türkiye’yi çağdışı bir ülke konumuna sokuyor. G yüzündeki yalnızlığı, hüznü ve bana sessiz gülümseyişini hatırlıyorum” diye başlıyor ve devam ediyor: “Babam birçok hapishane değiştirmek zorunda kaldı. Biz de bu yolculukta ona eşlik ettik. Gittiği her cezaevinin olduğu şehire yerleştik. Her şehir benim için yabancı bir yer, yeni yüzler, zorluklar, korkular ve yeni yalnızlıklardı. Annem, bu yabancı yerlerde beni sokağa bırakmazdı. Bana bir şey YAŞANAN ACILAR... Yapmak ister miydiniz yani? Böyle bir kompleksim olmadı. Hayatta hırslarım olmadı. “Kariyer yapacağım, kendimden bahsettireceğim” gibi kaygılarım yok. Aksine hep kaçarım. Ama bazı şeyler benim peşimi bırakmıyor. Anlatmak, onları ifade etmek zorundayım. Hayatımızı, Yılmaz’ı... Çünkü biz gerçekten çok zor şeyler yaşadık. 3 darbe gördüm. 60 darbesinde Yılmaz’ın babası hikâyesinden ötürü ilk “komünist” damgasını yemiş ve hapis yatmış. Ondan sonra 12 Mart ve 12 Eylül... 12 Eylül’de Yılmaz’a dergide çıkan yazılarından ötürü yüz yıl ceza vereceklerdi. Biz de Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldık. Ve bu acıların bedeli ödenmedi. Ergenekon davası diyorlar şimdi ama öbür tarafta Evren cumhurbaşkanı tarafından Köşk’e davet ediliyor. 12 Mart’ın, C M Y B C MY B