Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
22 ŞUBAT 2009 / SAYI 1196 9 Akademide mevsimlik işçi olmak Eylem Ö. Tufan * İnsan zarafetle isyan etmeli… Ama nasıl?... Bütün gün yürüyorum. Yürüdüğüm yolları düşünerek. Bütün gün kitapların arasında dolaşarak, kaybolmak isteyerek, batıp çıkarak yaptığın işi düşündün. Herkes gibi bir işin yoktu. Keşke de öyle olsaydı. Bir şeyi bir şeye monte etmek, elektronik bir şeyi tasarlamak ya da marangoz olmak gibi… Çocukluğundan beri hayal kurarak ve okuyarak bir iş yapmak istedin. En sonunda öğrencilerinle hayal kurabileceğin işe sahip oldun. Buna ulaşmak için neredeyse hiç tanıdığın olmadığı için çok ama çok uğraştın. Şimdi sana yazan öğrencinle beraber ikinci dönem çekeceğiniz fotoğraflar ve görüntülerin anlamı üzerine olan dersin hayal kırıklığına bakıyorsunuz. Çünkü o ders olmayacak, mevsimlik bir işçi gibi kabul edildiğin başka bir dersin öğrencileri ile kaynaşacaksın. Öğrencilerin yenileri ile yer değiştirecek mevsimlik bir işçi en azından topladığı fındık, buğday tahıl ne varsa onun ürünleriyle değerlendirilirken sen biriktirdiğin ürünle eş sayılmayacaksın. Her dönem her tarlada başka yöntemler var, ona göre başka bir yere doğru göç edeceksin. Akademide yarı zamanlı öğretmen olmayı mevsimlik işçi olmaya yakın tutan planları çok büyük “senin gibilerden çok var diyen” zihniyetle yakından alakalı… Bugün sebeplerine kendisinin bile şahit olamadığı bir durumun kendisinden, işinin akıbetini öğrenemedin. Çünkü son anda neden öğretim listesinde çıkarıldığının başka bir cevabı var. Başka bir plan senin tarafından öğrenilmeyecek ama yalnızca bir planın parçası olmak zorunda kalmak yeni ekonomik planlar gibi, kendini yarı akıllı ve tam değersiz öğretmen hissetmekten alıkoyamıyor. Ne yazık ki, birlikte isyan edebileceğin diğer mevsimlik işçilerle beraber olmak gibi de şansın yok, zira herkes bir yerlerde yarı zamanlı mevsimlik iş yapıyor… Sistem kendini yeniliyor, genişliyor, hem de kalp ve hayal kırıklıkları üzerinden… Bilgiyi hayatının esası yapıp akademisyen olan, zamanını ve emeğini bilgi üzerine kuran binlerce kişiyi “yarı zamanlı” olarak çalıştırmak da bu yenilemenin ürünü! İşte bilgisini paylaşması değil, pazarlaması istenen bir akademisyenin itirazları… Akademide dışarıdan belki çok saygın görülen tanımlamaları, mevsimlik işçi olmak kadar zorlayıcı hale getiren düşünceleri çok büyük, seni çok küçük gösteren, ‘senin gibi üniversite okuyup yüksek lisans yapanlardan çok var….” düşüncesi… Bünyesinde bir sürü ağır iş işçisi çalıştırmaya ve istediğinde onları çıkarmaya muktedir özel sektör fikriyatının çok da ilerisinde değil, bu düşünme sistemi… Bu düşünceler durmadan düşündürüyor, en azından bir üniversitede ders verebiliyorsun ve yoluna devam edebileceksin fikri rahatlatıyor. Üstelik o kadar zor geçilen yollar ki, okuma uğraşıyla edinilen işlerin geçtiği yollar, her seferinde isyanın büyüyor. Yabancı ülkelerde kendini okuma ve anlama uğraşına adamış kişiler iyi sayılabilecek destekler görüyorken bizde böyle uğraşları iş Desen: Zeynep Özatalay edinmiş kişilerin işleri keyfiyetten edinilmiş işler gibi görülüyor. Oysa ki insan yalnızca el ya da becerisi ile değil düşüncesi ile de bir iş edinmeyi tercih etme hakkına sahip olmalı. Eğer büyülendiğin şey sana Baudelaire’in şiirlerinin arka yüzünü anlatan hocanın söyledikleri ise, düşünürlerin dünyanın dışına çıkmaya çalışan ruh halleri ya da hiç bilmediğin hayatlarsa, insan yüzlerine yapmak istediğin sinemaları yaşamak istiyorsan… Bu hali yaşamaktan ve bilginle, aklınla yoğrularak yolunu yürümekten başka çaren olmadığını hissediyorsan, bu yollar bu kadar zorlayıcı olmamalı. Başka türlü bir iş ile var olmayı isteyen, bu yüzden akademisyenliği seçen insanların işleri bu kadar zorlaştırılmamalı. Bugün söylediği manasız parça ile ünlü ve paralı olmayı başaran, yaptığı güzel vücutla iyi para kazanabilen insanlara ne kadar şans veriliyorsa, bu şansın bari onda biri akıl ve entelektüel düşünme biçimine dayanan işleri yapmak isteyenlere de tanınmalı.. Düşüne düşüne edindiğin yol dipsiz bir kuyuya dönüşüyor. Yaşadığımız yerde akademi dünyası diye tarif edilen yere yükselebilmek için yalnızca kendini geliştirmenle değil, ne kadar ego sahibi olabileceğinle doğrudan alakalı... Binlerce biçim var ve bu biçimlere girmek oldukça zor, ekonomik planlarla beraber alınan master ve doktora programlarının daha çok yurtdışında yapılanları makbul ve bunlar da herkes için mümkün değil. Yeterli çalışmayı yapabilecek kadar ne enerjin ne de ekonomik planın olabiliyor. Eğer akıllı sayabileceğin birisiyle çalışabileceksen şanslısın ama çoğunlukla kabul edilen tek bir sistem üzerinden yürümek zorundasın… Yer kapabilmek için daha çok yükselebileceğin ufuklar değil daha büyük bir boşluğun havasında olmalısın… Yine de kök salmak istiyorsun, okuyarak düşünerek… Düşüncelerini anlamaya, anlatmaya çalıştığın öğrencilerinin şimdiden bitmiş, sönmüş gençlik hayalleriyle… Çünkü onlar da tek tip kalmış üniversite sisteminin içinde en az senin kadar zor nefes alıyorlar… Başka türlü olmalı!.. Başka türlü… G * yarı zamanlı anlatıcı Yaşar ile Müberra Aydoğan çifti büyük şehrin kapalı, sıkıcı havasından kalabalıklar içindeki yalnızlıktan kaçarak Datça’ya yerleşti. Bankacılığı bırakıp ipekböceği yetiştiriciliğine başladılar. İzledikleri, Can Yücel’di… Mekânımız Datça olsun! Yazı ve fotoğraf: Yunus Keleş aşka türlü bir şey benim istediğim/Ne ağaca benzer ne de buluta benzer/ Burası gibi değil gideceğim memleket/ Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava/ Nerede gördüklerim, nerede o/ beklediğim kız/ Rengi başka, tadı başka… (Can Yücel ) Can Yücel’in tutkuyla, özlemle aradığı ve sonunda bulup ölümüne kadar yaşamını sürdürdüğü şiirdeki gibi bir kasaba Datça… Bir öğlen üstü. Gökyüzü güneş ışıklarıyla içimize neşe akıtıyor. Datça’nın şehir merkezi ve çarşısı, İskele Mahallesi’nde. Çarşı boyunca uzanan cadde ve aralara dağılmış birkaç küçük sokakta dolaşıyoruz. Çarşının içinde uzanan büyük caddenin başından sonuna kadar, her iki tarafında palmiye ağaçları uzanıyor. Daima cıvıl cıvıl, sevimli, küçük bir iskelesi var. Tertemiz, her sene mavi bayrak alan muazzam koy ve büklere sahip. Yeni Datça’nın merkezinden dolmuşa binerek eski Datça köyüne doğru yol alıyor, birkaç dakikada köye ulaşıyoruz. Köy meydanındaki kahvehaneye giriyoruz. Can Yücel’in yarım bıraktığı şarap şişesi duruyor hâlâ. Yedi sekiz kişi kahvehanenin girişindeki küçük bahçede masalara dağılmış. Herkesi cümleten selamladıktan sonra Can Yücel’in evini soruyoruz B Yerli halkla içli dışlılar. Hatta birçok konuda köylüye öncülük edip köyün kalkınmasına yardımcı olmuşlar. Onlar da artık Datçalı. Aydoğan atölyede, “El sanatları olarak; gümüş, sedef kakması işlemeciliği, gümüşten yüzük, kolye, çeşitli takılar ve süs eşyalarını yapıyoruz. Desen olarak geleneksel motiflerden yararlanıyoruz. Ahşap oymacılığı, cam altı halk sanatı ve vitray çalışmalarını yapıyoruz” diyor. Yerli turistlerin el sanatları ürünlerine yeterince ilgi göstermemelerinden, ürünlere Çin mallarıymış gibi bakılmasından da şikâyetçi. Yabancı turistlerin ilgisi daha çok. “Her sene Hollanda’dan bir grup sırf bu ipekler için buraya geliyor. Çünkü bu değerler onlarda yok, onlar için bulunmaz nimet. Keşke, biz de kendi değerlerimize onlar gibi sahip çıkabilsek” diyor. Aydoğan çifti çok yönlü ve maharetli insanlar, elleri her işe yatkın. Gören önce herhangi bir güzel sanatlar okulundan mezun olduklarını düşünüyor, oysa onlar ekonomi üzerine lisans eğitimi almış, İstanbul’da Cafer Ağa Medresesi’nde el sanatları eğitimi görmüşler. Datça’da da bankadaki rutini sürdürüp işe saat 08.00’de başlayıp akşam 16.00’da paydos etmişler. Bizim bildiğimiz ipekböceği yetiştiriciliği ve ipek dokuma sadece Bursa’ya özgü değilmiş. Datça’da bu iş yaklaşık yirmi yıldır terk edilmiş. Yaşar Aydoğan. Can Yücel Sokağı’na girer girmez tabelasında el sanatları atölyesi yazan, renkli bir dükkân dikkatimizi çekiyor. Dükkânın önündeki nesnelerden tabelasına kadar her şey çok ilginç. Tıpkı biraz sonra tanışacağımız sahiplerinin hikâyeleri gibi. Eski bir taş bina olan dükkâna giriyoruz. Cam vitrinlerin içinde gümüşten ve sedef kakma takı ve süs eşyaları duruyor, diğer vitrinlerde cam altı halk sanatı çalışmalarının çerçeveleri asılı. Dükkânın sahibi Yaşar Aydoğan. O ve eşi Müberra yıllar önce büyük şehrin kalabalığından, gürültüsünden sıkılmış, kirli havasından boğulmuşlar. Sıkışık trafiğinden bezmişler ve her şey üstlerine gelir gibi olmuş. Gözleri bu curcuna arasında sıcak, samimi insan yüzleri arar olmuş. En sonunda sakin doğası daha bozulmamış bu şirin kasabaya sığınmışlar. Gerisini onlardan dinliyoruz: “2001’de eşimle Datça’ya tatile gelmiştik. Burayı, özellikle eski Datça köyünü çok beğendik. Burada yaşamak için emekli olup ömrümüzün sonunu beklemeye gerek olmadığını düşünerek, tıpkı Can Yücel gibi mekânımız Datça olsun, dedik. İstanbul’a dönüp bankadaki işimizden istifa edip buraya yerleştik. Eski fırın olan binayı restore edip atölye haline getirdik ve el sanatları işine başladık.” Müberra Aydoğan. Yaşar Aydoğan 2007’de Datça Kaymakamlığı’nın da teşvikiyle yeniden ipekböcekçiliğini canlandırmış. İşi bilen yaşlı köylü kadınları da buna öncülük etmiş, “Şu anda Datça’nın birkaç köyünde ipekböceği yetiştiriciliği yapılıyor” diyor. Bir zamanlar Can Yücel’in yürüdüğü küçük bahçeleri olan, taş evlerin arasına dağılmış, taş döşemeli sokaklardan yürüyerek dokuma atölyesine varıyoruz. Atölye eski ve taştan. “İpekböcekleri mayıs ve temmuz ayları arasında yetiştirilir. Kozadan çıkarıldıktan sonra kaynatılıp iplik halini alır ve dokuma işlemine başlanır. Geçmişten günümüze gelen âdetlere göre, burada gelinlerin çeyizine ipekten yapılmış ev eşyaları konur” diyor. İpekten şal, fular, perde, kumaş ve yatak örtüleri işliyorlar. Aydoğan çiftiyle vedalaştıktan sonra daracık taş döşemeli sokaklardan yürüyerek köy meydanına ilerliyoruz. Bir bahçede, bu öğlen üstü birkaç arkadaş mangala balık vurmuş, cızırtısı, kokusu çevreye hükümranlık kurmuş. Aklımızda yine Can Yücel’in dizeleri: “Başka türlü bir şey benim istediğim, ne ağaca benzer ne de buluta benzer”… G C M Y B C MY B