Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 ATİNA 22 KASIM 2009 / SAYI 1235 39 yıl, 9 ay, 15 gün MURAT İLEM B u kadar zamanlık bir özlem. Bir o kadarlık merak. Sevdiklerine, dostlarına, arkadaşlarına kavuşma beklintisi. Sonunda “dökümcü” Toma Ağabey’in hayalleri gerçek oldu. “39 Yıl, 9 Ay, 15 Gün” sonra İstanbul’a ayak bastı. Aslında yıllar sonraki bu gezide ben de ona eşlik etmek istiyordum, olmadı. İzlenimlerini aktarıp, şaşkınlıkları ve sevincine ortak olup sayfalara dökmek istiyordum. Olmadı, bu niyetimi gerçekleştiremedim. Dergi için güzel bir iş olacaktı. Yıllar yılı tanıdığım döküm ustası Toma Ağabey İstanbullu bir Rum dostum. O da tüm Rumlar gibi bizim semtteki Modalı Kosta ve Samatyalı Pandeli’nin işlettiği (çukur) kahvenin mudavimidir. Yunan dostların gelmediği bu kahvedeki sabah sohbetleri meşhurdur. Kâğıt oymamak isteyenler kareler kurulmadan önce illaki İstanbul ya da Türkiye sohbetlerine katılmak zorundadır. Bu sohbetler kimi zaman askerlik anılarını, kimi zaman semt ya da iş anılarını içerir. Hiç bir şey bulamazsak Kasımpaşalı Viron Ağabey ve benim gazımla “Ey gidi İstanbul, bir zamanlar her meyvenin bir semti olurdu” deyip, başlarız hangi semtte hangi meyvenin yetiştiğine. Yedikule ve Bayrampaşa’nın marulu, Mecidiyeköy’un dut ve inciri, Arnavutköy’ün çileği diye. İstanbul’a gidenler dönüşlerinde şehirdeki yeni gelişmeleri kesinlikle aktarmakla yükümlüdürler(!). Müdavimler (akşamcılar) için balık, lakerda, pastırma ve çirozun fiyatları çok ama çok önemlidir. Modalı Avram Ağabey’in geçen günlerde yaptığı seyahat sonrasında verdiği fiyatlar (hemen Avro’ya çevrilir) tartışılsa da, yine de İstanbul’a ilk gidecek olana yukarıdaki dörtlünün sipariş verileceği kayda geçirilir. Bu her zaman böyle olur. Ancak bu yazımızda söz konusu kahve sohbetlerinin detaylı içeriğini bir kenara (baska bir zaman anlatacağım) bırakıp, Toma Ağabey’in yaklaşık kırk yıl sonrasındaki İstanbul seyahatine dönmekte yarar var. Kahveye girdiğimde hemen sağdaki masada her zaman olduğu gibi tek başına otururken buldum onu. Hoş geldin demeden “Sus dedim” çayımı alıp çöktüm yanına. “Bana kırk yıl sonra İstanbul’a ayak bastığında ilk dikkatini çeken şeyin ne olduğunu söyle” diyerek başladım sohbete. Sigarasından bir nefes alıp, gözüne damlasını damlatırken düşündüğünü sezdim. “Saksılar” diye söze başladı. Kırk yıl sonra İstanbul’a giden birinin dikkatini elektrik direklerine bağlı saksılar çekmiş. Tabii şaşırdım kaldım. “Toma Ağabey, benimle dalga geçme” diye ısrarcı oldum. Güldü, “İnan böyle oldu, tamam İstanbul’un insanları, yapısı, yolları çok değişmiş ama benim ilk dikkatimi çeken elektrik direklerine bağlanmış saksılar oldu” diyerek söze girdi. Doğup büyüdüğü Edirnekapı’ya gitmiş, kız kardeşini görmüş, ustası ile hasret gidermiş. Israr ettim “Neden saksıdaki çiçekler?” diyerek. “Bak” dedi, “bir çiçek bir insandır. Bizler yani Rumlar İstanbul’un saksıdaki çiçekleri gibiydik. Her zaman devletimize saygılı, vergisini ödeyen, kimseye zararı olmayan nazik birer çiçektik. 1955 yılındaki 67 Eylül olaylarından başlayarak bizi soldurdular. İstemeyerek saksımızdan (doğduğumuz topraklardan) söküp attılar. Saksıdaki çiçeklere onun için çok önem veririm” diye mırıldandı. Sustum, yerden göğe kadar haklıydı. Utangaç bir şekilde sohbeti başka bir güne bırakarak yanından ayrıldım. Ne dersiniz? Sizce Toma Ağabey haksız mı? G ilem@ath.forthnet.gr STOCKHOLM STUTTGART Öyküye Bir Bakış ve Demir Özlü’nün “Eczane”si OSMAN İKİZ Telefon kulübeleri AHMET ARPAD S K ütüphanenin “Yeni gelen kitaplar” rafında “Öyküye Bir Bakış” adlı kitabı görünce elim kendiliğinden uzanıverdi. Öykü hakkında bir inceleme okumak aklımın köşesinden bile geçmiyordu ama, kapağın grafik düzenlemesi kitabın akademik bir çalışmadan farklı olduğunun ipucunu verir gibiydi. Belki bu yüzden ilgimi çekmişti. İçindekiler bölümüne göz atıp önsözü okuyunca yanılmadığımı anladım. Kültür ve edebiyat dünyasının tanınmış simalarından, gençliğinde gazetecilik yapmış, dergi yönetmiş, çok sayıda kitap yazmış, edebiyatla ilgili konferansların, seminerlerin tanınmış konuşmacılarından Bertil Falk’ın konuşmalarındaki canlı, sıcak üslup önsöze de yansımıştı. Yazarın, anılarına da yer verdiği “Öyküye Bir Bakış”ı, iyi kurgulanmış akıcı bir anlatı gibi kaleme aldığı belli oluyordu. Hele yazarın binlercesi arasından en beğendiği 200’ü arasında Demir Özlü’nün “Apoteket” (Eczane) adlı öyküsünü görünce kitabı aldım. “Öyküye Bir Bakış”ın her satırı, öyküyü bilen, bu konuyu inceleyip kafa yoran, öyküye gönül vermiş birinin kaleminden çıktığını belli ediyor. Kitabı okuduktan sonra telefon edip kendisiyle konuştum. Kitabında da anlattığı gibi, gün boyunca başını kaşıyacak vakti olmasa bile gece uyumadan mutlaka bir öykü okuyormuş. “En az 20 bin öykü okudum” diyor. Kitaptaki konuya angaje, hararetli, güvenli üslup telefonda da hissediliyor. Özgün düşüncelerini hesapsız, kitapsız, söylediklerine inanmanın verdiği güvenli tonla, kitaba da yansıyan hararetli üslubuyla anlatıyor. Favorisi de Mauppassant: “Maupassant çizgisini Çehov ekolüne tercih ettiğim anlamı çıkabilir ama bu gene de okura yanlış sinyal vermek olur. Aslında Maupassant’dan etkilenmiş Çehov muhteşemdir ve benim itirafım çok abartılmamalıdır.” “Dünya öykü seçkisi” diye de tanımlanabilecek “Öyküye Bir Bakış”a İsveç Radyosu Yayınları arasında çıkan “Stockholmsnoveller” (Stockholm Öyküleri) adlı kitapta rastladığı Demir Özlü’nün Türkçe “Eczane” adıyla yayımlanmış olan “Apoteket” öyküsünü neden aldığını Bertil Falk kitapta şöyle açıklıyor: “Bir eczane ile lunapark, bağlantı kurmak için öncelikle akla gelen iki olgu değildir. Ama Stockholm Hikâyeleri kitabındaki Demir Özlü’nün ‘Eczane’ adlı öyküsünde, ilaçların hazırlanması için bir reçetenin döner band ile eczanenin ayrı bir bölümüne gönderilmesi ve hazırlanan ilaçların aynı band üzerinde gelmesi, lunaparktaki aşk tüneline bir ucundan girip diğer ucundan çıkan kayıkları hatırlatıyor.” Bertil Falk, kitabında belirtiyor ama sesinden duymak için “Eczane” hakkındaki görüşünü telefon konuşmamızda da sordum. Kitapta yer alan yukarıdaki açıklamaya ek olarak şunları söyledi: “Yaratıcılık ve dil. Demir Özlü’nün ‘Eczane’ öyküsünü okurken, metaforik yaratıcılığa, fanteziye hayran olmamak mümkün değil. Dil de çok iyi. Bu özellikleri taşıyan bir öykü her zaman en iyiler arasında yer almaya adaydır.” G osman.ikiz@tele2.se açlarını parıltılı bir yeşile boyamış, üzerinde kapkara bir giysi, kulaklarında maden küpeler, ayağında kısa bir etek, altında fileli kara çoraplar. Karşısındaki gençle tartışıyor. O da karalar içinde. Boyalı saçlarıyla, öfkesinden tüyleri kalkmış foksterier köpeği andırıyor. Yanlarında karalara bürünmüş başkaları da var. Hepsi de birbirine benzeyen kızlı erkekli bir grup genç. Ellerde bira şişeleri, çoğu aileleri ile sorunlu, kimi toplumla da karşıt tipler. Kollarda, omuzlarda, yanaklarda dövmeler. Birinin sol kolunu boydan bir kertenkele kaplıyor. Her kafadan bir ses çıkıyor. Yanlarından geçenler tuhaf, biraz da ürkek onlara bakıyor ve hızla yoluna devam ediyorlar. Karalı gençlerin hemen karşısında bir telefon dükkânı! Kentin birçok yerindeki bu dükkânlardan vatan hasreti çeken yabancılar Amerika’dan Afrika’ya, Asya ülkelerine, Türkiye’ye ucuza telefon edip, yakınları ile dakikalarca çene çalıyorlar. Kapısında, çocuklarını sakinleştirmeye çalışan bir Afrika güzeli durmuş. Hemen yanında dizinin dibindeki plastik torbalara göz kulak olan bir türbanlı, az ötede iki kabadayı. Hepsi de birilerini bekliyor gibi. İçerde yan yana, maviye boyanmış altı telefon kabini. Birkaç da bilgisayar var. Her kafadan bir ses çıkıyor. Anlaşılmaz lisanlar kulağa geliyor. Burası bir Cybercafé, bir Babil Kulesi! Tanrı insanların dillerini karıştırmış, kimse kimseyi anlamıyor! Çünkü Almanca konuşulmuyor. Telefon kabinlerinden duyulan Çince, Arapça, Fransızca, İtalyanca ve Türkçeye çeşitli Afrika dilleri de karışıyor. Kasada oturan gençten adam Hintliyi andırıyor. Kurnaz patron bakışlarıyla hiçbir şeyi gözden kaçırmıyor. Dükkânı sabahın erken saatlerinden gece yarısına dek açık. Üç numaralı kabindeki kara tenli kadın çok yumuşak bir sesle, gülümseyerek konuşuyor. Elinden tuttuğu küçük kızı fıldır fıldır gözlerle sağına soluna bakınıyor. Hemen yanındaki kabinde saçı sakalı birbirine karışmış, Güney Amerikalıyı andıran genç pek heyecanlı. Yüzü kıpkırmızı. Ne konuştuğu anlaşılmasın diye dar kabinin kapısını kapatmış. Bir kabin ötedeki genç kız film artisti kadar güzel. Yüksek sesle İngilizce konuşuyor. Çok uzaklardaki annesine bir “Üç Silahşorlar” müzikalinden söz ediyor. Bir numaralı kabinde konuşan sakallı vatandaşımız müthiş heyecanlı. Bereket versin onu tek anlayan benim! Dışarıdaki plastik torbalının eşi olacak. Kasadaki Hintli, çekik gözlü bir kadına değişik telefon ücretleri konusunda bilgi veriyor. Onu anlamayan kadın tekrar tekrar soruyor. Adam sabırlı, yanıtları hep aynı oluyor. Kadın on dakika sonra dükkânı terk ediyor. Hiçbir şey anlamamış olduğu suratından belli. Sıra bende. Elimdeki kâğıdı uzatıp, fotokopi çekmesini rica ediyorum. Tam 170 ülkeden 140 bin insanın yaşadığı ve yüzün üzerinde yabancı dilin konuşulduğu Stuttgart’ta bu telefon dükkânları para basıyor! Her renkten, her kültürden, her dinden insan kapılarını aşındırıyor. Stuttgart tren istasyonunun altındaki pasaj sabah akşam insan kaynıyor. Karalar içindeki, vücutları dövmeli gençler pasajın büyük Schloss parkına açılan girişini kendilerine çoktandır yer edindiler. İş çıkışı otobüse, tramvaya, metroya, trene koşuşturanların kendilerini toplumdan dışlamış o tiplere bakacak zamanı yok. Canları da istemiyor. G www.ahmetarpad.de ZÜRİH Demokrasinin minare sınavı REMZİ GÖKDAĞ İ sviçre ay sonunda önemli bir sınava hazırlanıyor. 29 Kasım’da yapılacak referandumla ülkedeki minarelerin geleceği belirlenecek. Referandumda “evet” oyu çıkması halinde minare yasağı uygulanacak ve İsviçre anayasasına “Ülkede her türlü minare inşası yasaktır” maddesi eklenecek. Reddedilmesi durumunda ise minarelerin şartlarını belirleyen bölgesel yasaların uygulanmasına şu anda olduğu gibi devam edilecek. Ülkede son zamanlarda artan milliyetçilik akımlarına bir de minare krizi eklenince konu diğer Avrupa ülkelerinin dikkatini çekti. Herkesin referandumdan sonra İsviçre’nin diğer “sıradan” demokrasilere benzeyip benzemeyeceğini merak ediyor. İsviçre’deki sistem dünyanın en eski kesintisiz demokrasisi olarak biliniyor. Halkın ülke yönetiminde doğrudan karar verebilme imkânı var. Bunu referandumlar aracılığıyla yapabiliyorlar. Referandumlarda çıkan sonuç ülkeyi yöneten hükümetleri de bağlıyor. Bir konunun referandumla halkın oyuna sunulabilmesi için 100 bin imza yeterli. Tıpkı minare referandumunda olduğu gibi. İsviçre’yi minare referandumuna götüren süreç geçen yıl göçmen karşıtı İsviçre Halk Partisi ve Federal Demokratik Birlik partilerinden bir grup politikacının öncülüğünde gündeme gelmişti. Referandum için yaklaşık 114 bin imza toplandı. Bu sayı konunun sandık başında karara bağlanabilmesi için yeterliydi. Sonuçta mahkeme referanduma gidilmesi konusunda karar verdi ve minare tartışmaları İsviçre’nin siyasi gündemine ilk sıradan girdi. Milliyetçi akımları destekleyen partilerin oy toplama stratejisi olarak geliştirdiği kampanyada, sağcı siyasiler minareleri demokrasinin en büyük tehdidi olarak tanıtıyor. Hazırladıkları posterlerde minarelerin İsviçre bayrağını delen görüntüleri sokaklarda yerini alıyor. Yasağı destekleyenler, minarelerin “İslam’ın yayılmasının işareti” olduğunu ve İsviçre’deki geleneksel düzeni tehdit ettiğini savunuyor. Onlara göre minareler anayasal dini özgürlüğe zarar veriyor ve ibadet için değil, İslam hukukunun bir sembolü olarak yükseliyor. Mücadelelerini İsviçre demokrasisini korumak adına yaptıklarını söylemekten de çekinmiyorlar. Ortaya atılan iddiaların temelinde ise durum biraz farklı. İsviçre genelinde dört camide minare bulunuyor ve yasalara göre bu minarelerden yüksek sesle ezan okunamıyor. Minarelerin yasaklanmasına karşı çıkan grup da yasağın kabul edilmesi halinde İsviçre’de henüz varolmayan bir sorunun zorla yaratılacağı endişesini taşıyor. Her iki tarafın arasında dengeyi kurmaya çalışan hükümet üyeleri ise Arap ülkelerinden İsviçre bankalarına akan paranın hatırına olsa gerek yasağı desteklemiyor. İsviçre hükümeti niteliğindeki yedi üyeli Federal Konsey’in geçen günlerdeki açıklamasında referandumun kabul edilmesi halinde insan hakları ve İsviçre anayasasının zarar görebileceğine dikkat çekilmişti. Konu sadece siyasilerin gündeminde değil. Ülkedeki diğer dini gruplar da ister istemez tartışmaya katıldı. Hıristiyan ve Yahudi cemaatinin önde gelen isimleri de minare yasağının ülkedeki yaygın hoşgörü ilkesini zedeleyeceği görüşünde. Referandumda çıkabilecek evet oyunun dini özgürlüğü kısıtlayacağını söylüyorlar. Referandum öncesinde yapılan kamuoyu yoklamalarında yasağın kabul edilme ihtimali zayıf görünse de minare yasağı tartışmaları İsviçre’nin durgun siyasi gündemini son yıllarda en çok hareketlendiren konulardan biri haline geldi. G remgok@gmail.com C M Y B C MY B