Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12 ASLI ERDOĞAN son kitabı “Taş Bina ve Diğerleri”nde insanları “masum” olmayan parçalarıyla yüzleştiriyor. 22 KASIM 2009 / SAYI 1235 Herkes taş binanın içinde ESRA AÇIKGÖZ E n çok acıyı döküyor Aslı Erdoğan satırlarına. Bütün kelimelerini içini deşerek çıkarıyor ama anlattığı sadece onun değil, hepimizin hikâyesi. Everest Yayınları’ndan çıkan “Taş Bina ve Diğerleri”nde bize işkenceyi, hapsedilmeyi, suçluluğu anlatıyor. Kırık dökük, bir türlü bütün olamayan karakterler, kahramanları. Ne de olsa şiddet dokunduğu her şeyi eksiltiyor, parçalıyor. Söz artık Aslı Erdoğan’da... Kitapta işkence, hapsedilmek, suçluluk ağır basan duygular. Niye bunları seçtiniz? Konularımı ben seçmiyorum, genelde onlar beni seçiyor. Bir imge, ses beni yakalıyor, bazen sonuna gidemeden bırakıyor, bazen de bırakmıyor. O zaman hikâye çıkıyor. Kitabın asıl metni “Taş Bina” 1999’da yazıldı, Radikal’deki bir köşe yazısıydı. Bir şekilde beğenildi. Ben de çok sevdim ve ona geri döndüm, hikâye şekillendi. Hep yapılanın aksine işkenceyi, ele veren ve işkence gören üzerinden anlatmanızın özel bir nedeni var mı? Ben edebiyatın alanı olabilecek ama daha karanlık bir yerden girmek istedim. İşkenceyi metaforik olarak ele aldım. Sonuçta bazen hayat da bir işkence çığlığı ya da bir taş bina. Hepimizin içinde bir ihbar eden ve bir ihbar edilen olduğuna inanıyorum. Hayatın bir yerinde kazık yedik, bir yerinde attık; cinayet işledik, öldürüldük... Şiddetin en korkunç yanı bence kurbandaki bu yarılma. Taş Bina’da da bunu anlatıyorum. Mesela toplama kampından sağ çıkan yazarlarda intihar oranı çok yüksek. Şiddet niye sağ kalanda suçluluk yaratıyor? Primo Levi; gerçek kurbanlar kamplarda öldü, biz, geride kalanlar hiçbir zaman tam kurban olamadık, der... Hepimizin bir yanı taş binada ve o en iyi yanımızdı. Siz taş binalarınızla yüzleştiniz mi? Çalıştım. Başkasının acısını duyup sağ kalmanın suçluluğunu çocukluğumdan beri bilirim. Brezilya’dayken çevremde insanlar patır patır öldü ve ben yürüyüp geçtim gibi... Kitapta anlatıcı sürekli değişiyor, “Bu, herkesin hikâyesi” demenin bir yolu mu? Kitaptaki “A.” ile ilk kez kendime bu kadar yabancı bir sesle konuştum. O, “Hayat” Yazmak, bir anlık mutluluk Fizik ve bilgisayar mühendisliği eğitimi aldınız. Avrupa Yüksek Enerji Fiziği Laboratuvarı’nda (CERN) çalışırken her şeyi bırakıp yazmaya başladınız. İlk kitabınızın üzerinden 15 yıl geçti. Bu kadar sözünüz olduğunun farkında mıydınız? Yazar olmak için yola çıkmadım. CERN’de günde 15 saat çalışıyor, sabah 6’ya dek yazıp, 23 saat uyuyup, işe gidiyordum. Kariyer için buna dayanılmaz. Yazmak benim için gerçek bir ihtiyaç. İlk kitabınız “Kabuk Adam”... O kitabı sevemiyorum, çok acele yazdım. Ama en çok sevilen kitabınız da o oldu. Vaktim olsa adam edecektim, ama o son dokunuşu yapamadım. Sanırım Afrikalılarla yaşadığım dönemde bir Afrikalıya duyduğum aşk kitaba sızdı. Onun için kitabın benim bile göremediğim bir parıltısı var, sevilmesi de bundan. Bulabildiğim tek açıklama bu. Çok acele yazdığım için sansürleyemedim. Sansür ve sizi yan yana getiremedim. Acınızla, arızalarınızla, neşenizle hep kitaplarınızda olduğunuzu düşünüyorum. Haklısınız, ama göründüğümden daha kontrollü bir yazarım. En azından kendimdeki duyguyu deşme, acıyı konuşturmada. Ama benim de tabularım vardır, büyük olasılıkla da farkında bile olmadığım tabular. Yine de olabildiğince çıplak yazmaya çalışıyorum. Okura da, kendime de acımam yok. Bu yüzden çok keyifle okunan biri değilim. Yazarken içine girdiğiniz duygu nedir? Tanımlamak zor, her anına göre değişiyor. Mutlulukla hiç ilgisi yok. Nefretle, öfkeyle Fotoğraf: Vedat Arık yazmıyorum. Tersine nereden geldiğini bilemediğim bir sevgiye benziyor. Dünyaya, sözcüklere, dile bir tür sevgi duyuyorum. 15 yıla dair pişmanlığınız var mı? Keşke daha çok yazsaydım. Pek çok iyi metni bitiremedim, yayımladıklarımın dört mislidir. Bir gün bir ruh haliyle duyduğunuz ses sonra yakalanmıyor. Çok kırılıp alındım, alınacağım çok şey de vardı, ama keşke tepkilere bu kadar açık olmasaydım. Geleceğin 50 genç yazarı arasında gösterildiniz. Bu ne ifade ediyor? Herkes iyi yaptığında takdir edilmek ister. Her yazar kitabıyla ilgili yazı çıkmasını bekler. Bunları görünce kendimi yarı deli gibi hissetmekten kurtuluyor, yazdıklarımın insanlara bir şey verdiğini anlıyorum. Ancak bana bu hissi Türkiye vermedi, ne sutyenim kaldı, ne de kıllarım, bir ay ben tartışıldım ama kimse kitaplarıma değinmedi. G sözcüğünün, anlatıcının ya da Aslı’nın A’sı olabilir. Ele veren, verilen, ölen, sağ kalan, çığlığı duyan ve atan hepsi birbirine karıştı. Belki hepsi aynı kişi... A’nın şansı ya da şanssızlığı, geçmişinin olmaması ama o geçmişi, acısını hatırlamak istiyor. Bunun için kendini keserek, iz bırakmaya çalışıyor. Hikâyelerinizde hep acı var. Acıyı anlatmak biraz tehlikeli de. Samimiyet gerektiriyor ancak denge şaşarsa acı malzeme haline de gelebilir... İnsanlık durumuna girecekseniz acının etrafından dolaşamazsınız. Hayatımın en kalıcı duygusu buymuş ki, bunu yazıyorum. Seni alt edeni yazmaya çalışıyorsun. Bazen onu yazarken alt ediyor, çoğu zaman da edemiyorsun. Ancak acının çok alıcısı olduğunu da sanmıyorum. Sizinle ilgili sık sık yapılan iki yorum var: Çok hüzünlü göründüğünüz ve bu dünyadan değilmiş izlenimi verdiğiniz... Siz de kendinizi böyle görüyor musunuz? Aslında korkunç komik de olabilirim, gürültülü kahkahalarım da vardır, gerçi uzun zamandır atmıyorum... Bu dünyadan değilmiş söylemini ben de çok duydum. Bu kadar çok söylendiğine göre doğru olmalı. Bir tür saflığım var, “Bir Delinin Güncesi”ndeki kız bana çok benzer, her şeyi yorumlar, analiz eder ancak gerçeği tamamen ıskalar. Adam onu arzuluyordur haberi bile yoktur, iktidar ilişkilerinden anlamaz... Ben bir yanıyla insan hayatının hep yenilgi olduğuna inanıyorum. Taş Bina ve Diğerleri’nde de böyle bir cümleniz var: “Sonuçta her insan hayatı bir yenilgidir, ama bazılarınınki daha görkemli bir yenilgi”. Yazmak yenilgiyi görkemli hale getirmenin yolu olsa gerek. Yazar olmanın maalesef öyle bir ayrıcalığı var. En yenilmiş halimde bile işte bunu yazdım demenin, utanç verici bir gururu var. Ancak yazarlık böyle paradokslardan uzak duramaz. Yoksa susarsınız. Yazamamaktan korkuyor musunuz? Elbette. Dünyanın benle konuştuğunu hissederdim. 20022004 arasında o ses birden sustu. Çok korkutucuydu... Ben yazmak için yaşıyorum demem, yaşamak için yazıyorum. Yaşayan bir ölüye, boş kabuğa döndüğümü düşündüm. Gerçi bu yabancı bir his değil. Kendimi son on yıldır boş bir kabuk gibi hissediyorum çoğu zaman, içimde sözcükler çınlıyor, yankılanıyor. Bazen hayat çınlasın diye umuyorum. O da sadece yazarken olur. Peki yazdıktan sonra size kalan ne? O kabuğa geri dönmeden önce çok kısa bir an var, bir duvarın yıkıldığı bir an... Bu bir tamamlanmışlık hissi gibi. Mutluluğa çok benziyor, ancak çok anlık.G İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Miyase İlknur Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli/İstanbul (0212) 343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdürü: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörleri: Hakan Çankaya / Neşe Yazıcı Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı (0212) 251 98 74/ 75 (0212) 343 72 74 (554555) Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri / Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt / İstanbul Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. (cumdergi@cumhuriyet.com.tr) PAZAR SÖYLEŞİLERİ Romandan sinemaya “Kıskanmak” ATAOL BEHRAMOĞLU Şu günlerde gösterimdeki filmin konusunu Nahid Sırrı Örik’in bu adı taşıyan romanı oluşturuyor. Daha çok “Sultan Hamit Düşerken” romanıyla tanınan Nahid Sırrı Örik “Kıskanmak”ın Zeki Demirkubuz tarafından sinemaya uyarlanmasıyla yeniden gündeme geldi. 1895 doğumlu yazarın (vefatı 1960) ilginç bir yaşamöyküsü var. Galatasaray Lisesi’ndeki (o zamanki adıyla Mektebi Sultani) öğrenimini yarıda bırakıp bir süre sonra da ülke dışına çıkarak yaklaşık on beş yıl Tiflis, Berlin, Paris, Viyana, Roma, Kopenhag vb. kentlerinde yaşamış... Liste kendiliğinden ilginç... Bu genç adam bu sürelerde buralarda neler yaptı, neler öğrendi, nelerle ilgilendi, neler yaşadı... gerçekten ilgiye değer... “Eski Zaman Kadınları Arasında” adıyla kitaplaştırdığı anılarını bulup okumalı... Ülkeye döndükten sonra bir süre Cumhuriyet gazetesinde çalışan, sonra da uzun bir zaman Milli Eğitim Bakanlığı’nda çevirmenlik yapan Nahit Sırrı Örik’in “Kıskanmak”ı 1937’de Tan gazetesinde tefrika edildikten sonra 1946’da kitap olarak basılmış. Bu son bilgiyi, kitabın Oğlak Yayınevi’nce yapılan 2008 tarihli yeni basımına Enis Batur’un önsözünden öğrendim. Enis Batur’un önsözü, “Kıskanmak”ta işlenen (akıcı ve yalın anlatıma karşın oldukça karmaşık) konuyu anlamada okura ipuçları sunuyor. Romanı filme aktarırken sanırım Zeki Demirkubuz’a da bu önsözün katkıları olmuştur. Zeki Demirkubuz bugün artık genç kuşaktan orta kuşak olmaya yönelen sinemacılar kuşağının en başarılı yönetmenlerinden. “Kıskanmak”ta da başarı grafiğini sürdürüyor ve bence belli ölçülerde yükseltiyor. Filmin, romanda beşinci bölüm olarak yer alan balo bölümüyle başlaması çok doğru bir seçim. Çünkü böylece öykünün geçtiği zaman dilimi (Cumhuriyetin ilk on yılı) ve toplumsal ortam (Zonguldak, yeni burjuva ve memur çevresi) doğrulukla yansıtılabiliyor. “Dönem” filmi diye adlandırılsa da, yönetmenin amacı, dönemi değil insanı anlatmak. Çünkü yazarın amacı da budur. Romanın (ve filmin) baş kahramanı sayılması gereken Seniha, (Batur’un önsözünde sözü edilen yakınlıklara ek olarak) bir Dostoyevski kahramanı gibidir... Nitekim, yönetmen bir yerde onu “Suç ve Ceza”yı okurken göstermekle buna işaret ediyor... “Suç ve Ceza”nın öyküsü Petersburg’da geçmiştir. Romanı o kentin atmosferinden, o dönemin toplumsal ortamından ayrı düşünemezsiniz... Fakat Raskolnikov her dönemde, her ortamda vardır ve bu yüzden de roman kahramanı olarak ölümsüzlük kazanmıştır... Tıpkı Seniha gibi... Filmde bu tipi canlandıran Nergis Öztürk’ün, özellikle savcıya ifadesinden sonraki süreçte giderek yükselen oyunculuk grafiği 2009’un Altın Portakal’ını kuşkusuz hak etmiştir. Demirkubuz’un bu süreci yönetmedeki başarısının altını ayrıca çizmek gerekir. Seniha’nın iç dünyası (romandakinden farklı olarak) filmde birdenbire değil, süreç içinde belirginleşiyor... Bazı soru işaretleri, nedensiz gibi görünen ya da romanı okumamış izleyicinin farklı nedenlere bağlayabileceği olgular (Mükerrem’in Nüzhet’le ilişkisini bilmesine karşın Seniha’nın bunu bilmezden gelmesi, vb...) sonraki süreçlerde birer birer açıklığa kavuşarak yerli yerine oturuyor... Başka bir deyişle, konuyu (kitabın sorunsalını) en başta açıkça ortaya koyan yazardan farklı olarak, yönetmen, bir satranç oyunu kurar gibi öyküyü önceden soru işaretleriyle oluşturuyor ve ancak bir yerde sonra bu soruları (izleyiciyle birlikte) yanıtlamaya, düğümleri çözmeye koyuluyor... Nergis Öztürk’ün başarısından söz etmiştim. Berrak Tüzünataç (Mükerrem), Serhat Tutumluer (Halit) ve öteki oyuncular da rollerini başarıyla oynuyorlar. Fakat ben, ilkin bir dizide tanıdığımız çok genç bir oyuncudan, “Kıskanmak”taki Nüzhet tipiyle sinema izleyicisi karşısına ilk kez çıkan Bora Cengiz’den özellikle söz etmek isterim. Romanda bu çok ilginç (genç, şımarık, küstah, yakışıklı, ama eninde sonunda çocuk) tipe ilişkin betimler okunduğunda, Demirkubuz’un film karakteri için nasıl başarılı bir oyuncu seçimi yapmış olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır. Bütün bu özellikleriyle “Kıskanmak”, içinde bulunduğumuz sezonun kaçırılmamaması gereken bir filmi... G ataolb@cumhuriyet.com.tr C M Y B C MY B