22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

15 KASIM 2009 / SAYI 1234 7 TİYATRO MAAN DÜNYALI YAZILAR Bu sahne bizim imparatorluğumuz ZUHAL AYTOLUN Kapitalizmin Amerika maceraları ZÜLAL KALKANDELEN merika’daki sağlık sigortası tartışmalarını büyük bir dikkatle izliyorum. Çünkü dünyanın en gelişmiş ülkesinin, 21. yüzyılda 47 milyon vatandaşını sigortasız yaşatma hikâyesi gerçekten ilginç... Ben bu yazıyı yazdığım sırada, Amerika’da bu konuda önemli bir gelişme oldu. Temsilciler Meclisi, sağlık sigortasında reform yapan tasarıyı onayladı. 435 üyeli Meclis’te 215 ret oyuna karşılık 220 kabul oyu verildi. Ama tasarının yasalaşması için, Senato’nun onayından da geçmesi gerekiyor. 100 üyeli Senato’da çoğunluk 60 kişiyle Demokratların, fakat oradan tasarıyı geçirmenin çok da kolay olmayacağı görülüyor. Çünkü Demokratların bir kısmı tasarıya karşı... Temcilciler Meclisi’ndeki oylama, tahminimce medyaya Obama’nın büyük başarısı olarak yansıyacak. Doğrusu, sağlık sigortası konusu Amerika’yı birbirine kattığı için öyle yorumlanması fazla şaşırtıcı değil... Fakat işin bir başka gerçeği de, o oylamada 39 Demokrat Partili üyenin aleyhte oy vermiş olması... Üstelik bunların arasında Ohio temcilcisi Dennis Kucinich de var. Kucinich, daha önce sağlık sigortasında “singlepayer” (tek ödeyici) denilen merkezi devlet sorumluluğundaki sistemi öngören bir değişiklik önergesi hazırlamıştı. Bu önerge, iki partinin de katıldığı bir komisyonda oylanıp tasarıya eklenmişti. Kucinich’in yeni kabul edilen tasarıya karşı çıkmasının nedeni, bu değişikliğin metinden çıkarılması... Kanada ve Avustralya’da örnekleri uygulanan bu sistemde, merkezi ya da federal hükümet, bütün sağlık harcamaları için ortak bir fon kullanıyor ve ihtiyacı olanların sağlık harcamaları da o ortak havuzdan, tek bir elden karşılanıyor. Bu sistemin en önemli özelliği, aradan özel sigorta şirketlerinin çıkarılması. Eğer Kucinich’in önerisi kabul görseydi, hem hastanelerin sigorta şirketleri ile uğraşmak için harcadıkları zaman ve paradan tasarruf edilecek, hem de böylece vatandaşa yansıyan fatura azalacaktı. Şu anda Amerika’da sağlık için harcanan her 1 doların 31 senti, bu tür bürokratik işlemlerin yapılması için sigorta şirketlerine gidiyor... Demokratların Temcilciler Meclisi’nde 256 üyesi var ama kamu finansmanının kabulü için gereken 218 oyu bulamadılar. Sonuçta, Obama baktı ki olmuyor; çoğunluk oyunu sağlamak için ciddi ödünler verdi... Obama için zafer olarak görülen tasarı, bana göre, Amerikan solu ve Demokratlar açısından bir geri adımdır. Çünkü Obama, devletin her vatandaşa sağlık sigortası sağlayacağı sözünü vermişti... Oysa yeni tasarıya göre, her Amerikan vatandaşı, devletin ya da özel şirketlerin sunduğu sigorta planlarından birisini satın almak zorunda. Kamu finansmanı, ancak yoksulluk sınırının belli bir oranda altında kalanlar için söz konusu olabiliyor... İlerici Demokratlar, bu sistemin yaklaşık 21 milyon Amerikalı’yı özel sigorta almak zorunda bırakacağını, ödenecek primlerin artacağını ve kazananın halk değil, özel sigorta şirketleri olacağını söylüyor... Bu durumda, Kucinich’in dediği gibi, sağlık sisteminde bir reformdan çok, sigorta şirketleri için bir tür kurtarma paketinden söz edilebilir... Kapitalizmin Amerika’daki ilginç maceraları devam ediyor... Bir temel insan hakkı olan sağlıklı yaşam, dünyanın en zengin ülkesinde bir hayal... Obama yönetiminin, sağlık sigortasında kamu finansmanının zorunlu olmadığını söylediği günden bu yana da, borsada sigorta şirketlerinin hisseleri yükselişte... Bu tasarıyla sigortasız sayısı bir ölçüde azalacak olsa da, perde arkasında dönen asıl dolap budur... G B ir oyun düşünün ki fuayede başlıyor. Algılamakta zorlanıyorsunuz etrafınızda olanları, sonra ister istemez dahil oluyorsunuz. Hiç bitmeyecek gibi gelen dar ve karanlık bir koridordan geçerek giriyorsunuz salona. Sonra yarı basık bir dekor karşılıyor sizi. “Karanlığın” içindesiniz artık. Şimdi yüzleşme zamanı. Kolay değil, nefessiz bırakıyor insanı. Oyunun bir parçası olan dilenciler etrafınızda dolaşıyor, yanınıza oturuyor. Kimi zaman yoklarmış gibi yapıyor izleyici, kimi zaman göz göze gelmemek için şekilden şekle giriyor. Burası tam bir yeraltı dünyası. Tiyatro Maan’ın yeni oyunu “Üç Kuruşluk Hayat Dersleri”nden söz ediyoruz. Yılmaz Onay ile Dilruba Saatçi’nin John Gay’in “Dilenciler Operası”ndan esinlenerek yazdığı oyunu, dört transseksüel, Gül Tekcan, Sevgi Yılmaz, Gülden Ünlü, Didem Soylu sahneye koyuyor. Saatçi’nin yönettiği oyunda bir de modacı Barbaros Şansal’ı görüyoruz. Oyun, bir dilenci çetesini anlatırken, suç ve ahlak kavramları üzerinden düzeni de sorguluyor. Bunu yaparken gerçekten de düzenin içinde yer alan argümanlardan besleniyor. Dört transseksüelin kendi cinsel kimlikleri dışında bir rolü canlandırmaları da bunun bir göstergesi. Her şey bir sinema projesiyle başlıyor aslında. Dilruba Saatçi (altta), yaklaşık bir buçuk yıl önce sinemada rol almak istediği için oturuyor masa başına. Kendine bir rol yazmaya niyetleniyor. Kimi canlandırmak istediğini sorguladığında ise “transseksüel” rolü canlanıyor zihninde. Araştırmaya başlıyor. Lambda’nın kurucularından Belgin Çevik’le de tanışınca, yolu Lambda’nın “gacı toplantıları”na düşüyor. Amacı onları tanıyabilmek, anlayabilmek. Güven oluşturması iletişime geçmesi çok güç oluyor. Derken başka bir taraftan yakalamaya çalışıyor. Bir duyuru asıyor; “Tiyatro dersleri verilir”. Katılımcılarla ağır beden eğitiminden tiyatro edebiyatına kadar yaklaşık 7 aylık hızlı bir eğitim süreci başlıyor. Kimi vazgeçiyor, kimi de uzanan ele hırsla, umutla, disiplinle sarılıyor. Saatçi’nin de sinema projesi somutlaşmaya başlıyor bu dönemde. Gittiği Tevfik Başer Sinema Yazarlık Kursu’nda ise ağır ithamlar ve hakaret dolu eleştirilerle karşılaşıyor birlikte ders aldığı arkadaşlarından. “Türkiye’nin başka derdi yok mu?” diyen mi ararsınız, “İbne hikâyesini kim ister?” diyenler mi... “Türkiye gerçeği bu mu, bu masa, bu insanlar mı?’ diye sormadan edemedim” diyor Saatçi, “Ne kadar büyük bir sorumluluk üstlendiğimi fark ettim.” A Lambda’daki tiyatro eğitimlerinin ardından doğuyor Grup Opal. 9 kişiden oluşan bu grup, artık bir tiyatro oyununun da başrolleri. Bu oyun ne bir transseksüel hikâyesini anlatıyor ne de onların dünyasına giriyor. Bir transseksüel hikâyesini transseksüellerin canlandırması elbette kolaya kaçmak olurdu. Onlar daha da zoru başararak kendi bireysel değerleriyle sahnede boy gösteriyor. O yüzden Gülden Ünlü, “İşler beyinle yapılıyor, cinsellikle değil” diyor. Gül Tekcan ise oyun için “İnsanların acımasızlığını, haksızlıklarını, nasıl ezildiklerini ve yok sayıldıklarını anlatıyor” diyor. Ünlü ise tam da bu noktada sözü tekrar alıyor: “Aslında biz de görmezden gelinen bir grubuz. Oyun toplumdaki çatlaklıkları gösteriyor.” Tiyatro Maan’ın yeni oyununda, cinsel kimliklerinden değil, bireysel değerlerinden dolayı bir tiyatro oyununun içinde yer alan dört transseksüel “Üç Kuruşluk Hayat Dersleri” veriyor. Tüm ötekileştirmelere meydan okuyarak. AMACIMIZ ŞAŞIRTMAK Oyun dekoru, makyajı, ışığıyla o karanlık dünyayı birebir verse de müzikli, şarkılı tarafıyla da o karanlığa boğmadan anlatıyor yeraltı dünyasını. Saatçi’nin amacı şaşırtmak ve ters köşeye yatırmak. “Tüm bu dekordaki etki, oyunu güçlendiren, izleyiciyi irkilten bir yapıya sahip. Amacımız yeraltı dünyasına sokmak ve korkutmak. İzleyicinin ‘korkmuyormuş’ gibi yapması asıl tokattır. Alışılmış bir tiyatroya gitmek istiyorsanız burası yeri değil” diyor. Oyunculuk, onlar için yeni bir fırsat, yeni bir kendini ifade alanı. Gül Tekcan, çocukluktan itibaren oyunculuk yapmak istediğinden ve ailesinden izin alamadığından söz ediyor: “O sevgi içimde hep kaldı. 41 yıl sonra karşıma çıktı.” Ünlü ise tutulmayan sözlerden dolayı uzun süre güvensizlik hissetmiş, inancını yitirmiş. Hatta bu oyunla ilgili görüşmeye gittiğinde dahi transseksüeli canlandıracağını düşünmüş. Rolünü ve oyunun içeriğini öğrenince bir umut ışığı belirmiş: “Anladım ki bireysel yeteneklerimizden dolayı buradayız. Ben de bu eli bulmuşken bırakmam. Artık kendimi daha farklı ifade edebilirim.” Barbaros Şansal için ise durum biraz daha farklı. O hem yazmaya niyetlendiği tiyatro oyununa altyapı sağlamak hem de destek olmak için oyuna dahil olmuş. “Türkiye’de cinsel kimlikler çokça sorgulanıyor. Bu oyunu bir transseksüel oyunu olarak sunmaya çalışanlar da olacak. Ben, bir insanın özgür cinsel seçimleriyle toplumun içinde var olmasının göstergesi olarak katıldım. Projedeki hedefim de bu arkadaşlarımızın bu işten ekmek yemesini sağlamak” diyor Şansal ve ekliyor, “Nasıl toplum ‘bizi dinlemek ve bize inanmak zorundasınız, kadın kılığında gezmeyin’ diye dikte sunuyorsa, bu platformda da kendi karşı diktemizi sunabiliyoruz. Burası bizim imparatorluğumuz.” Şimdilerde pek çok hikâye dönüyor her birinin zihninde. Bir şeyler yazmak, yaratmak, canlandırmak adına. Didem Soylu’nun cinayet işleyen birinin kendi vicdanıyla hesaplaşmasını anlatan bir hikâyesi var yazmaya başladığı. Sevgi Yılmaz da henüz ilk adımda olduklarını ancak devamının geleceğini dile getiriyor. Ünlü ise bugüne kadar yüzlerine kapanan kapıları sanat yoluyla açacaklarını belirtiyor. Her birinin bedeninde kendine güvenden gelen haklı gücü görmek mümkün. Grup Opal, bu anlamda yeni projeleriyle de hayli ses getireceğe benziyor. Dilruba Saatçi’nin sinema filmi senaryosu mu? O da çekmecesinde. Yakında onu da projelendirmeyi planlıyor. G Bize neler oluyor? AYLİN KOTİL B Aylin@kotil.web.tr www.zulalkalkandelen.com / kzulal@yahoo.com C M Y B C MY B ize neler oluyor derken sadece ülkemizi kastetmiyorum, tüm insanlığı sorguluyorum. Gerçi örnekleri daha çok kendi ülkemizden vereceğim çünkü maalesef malzeme çok bol. Beni bu soruya iten bir gazete haberiydi. Anne baba boşanırken her ikisi de çocuklarını istememişler ve “Sosyal Hizmetler alsın çocuklarımızı” demişler. Oysa aynı anne baba, mal paylaşımı için önceden mallarını kendi kardeşlerinin üstüne geçirmişler. Çok trajik ve düşündürücü. Tıpkı Bilge köyü katliamı ve Cem Garipoğlu olayı gibi. Bilge köyü katliamı sanığı da “pişman değilim, az bile yaptım, ciğerini söküp almadığıma yanıyorum” diye bir demeç vermişti. Bir insanı bu noktaya getiren, onu bu kadar acımasız yapan nedir? Bir anne babayı, bir genci? Nasıl sevgisiz bir ortamda büyüyor ki bu insanlar, bu noktaya gelebiliyor ve vicdanlarını bu kadar kapatabiliyorlar. Ben açıkçası bu noktaya takılıyorum. Bu tarz olaylara çok sık rastlanıyor. Gazetede yazılmasa da geçen gün bir arkadaşımın 70 yaşındaki akrabasının başına gelen de daha az trajik değil. Kapıyı iki kişi çalıyor, domuz gribi için bakanlık tarafından geldiklerini söylüyorlar. Kapı açılınca yaşlı kadını dövüp, üstündeki küpeleri alıp, tecavüz edip gidiyorlar. Bir insan bu hale nasıl gelir? Bu kadar şiddeti bir arada nasıl yapar? Ve sonra gidip nasıl evinde, yatağında uyur? Evet, ceza verilmeli bu kişilere. Ancak bunu neden yaptıkları da sosyolojik ve psikolojik olarak araştırılmalı. Bir insanoğlunu bu noktaya getiren durum ve durumlar nelerdir ortaya konmalı. Ben kimsenin böyle olmayı seçtiğine inanmak istemiyorum. Defalarca yazdım belki ama, tekrar yazıyorum: Herkes anne baba olmamalı. Herkesin çocuk yetiştirmesi gerekmiyor. Bu iş bir denetimden geçmeli... Sağlıklı bireyler için sağlıklı anne babalar olmalı önce. “Herkes 3 çocuk yapmalı” diyen bir Başbakan’dan, ben önce bu sözleri duymak isterdim. Ya da anne baba okulları ile ilgili bir atılım beklerdim. Gerçek anlamda sevgi vermenin ne demek olduğunu topluma anlatabilmek için... İyi pazarlar. G
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle