Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
15 KASIM 2009 / SAYI 1234 3 MALMÖ MİLANO Ölüm korkusu... ASLI KAYABAL D omuz gribinden kaynaklanan kaygı, medyanın gündemine oturan ölüm haberleri ile korkuya dönüşünce İtalya’daki edebiyat dünyasında ölüm olgusu, yaşamın sonuna doğru çıkılan yolculuk gibi konulara değinen romanların sayısında bir artış gözledim. Domenico Starnone, yaşama veda olgusunu kaleme alabilme cesaretini gösteren yazarlardan biri. Starnone, felsefeci. Einaudi yayınevinden henüz çıkan “Spavento/Korku” adlı kitabında ölüm korkusunu, yaşamdan ayrıldıktan sonra bir daha bu kaygıyı kaleme alma şansımız olmadığı için yazmaya karar verdiğini anlatıyor. Roman karakterlerinden 60’lı yaşlarındaki senarist Pietro Tosca, kanser şüphesi uyandıran birçok bulguya sahip olsa da, doktora gitmeyi ve tedavi görmeyi reddediyor ve eşine sürekli gerçek dışı bilgiler veriyor. Starnone romanında okura çıktığı ölüm yolculuğunda eşlik etse de, aslında ölümün bir önceki aşaması olan hastalık olgusu üzerinde duruyor. Bu süreçte seçtiği modeller Thomas Mann, Susan Sontag. Ama “Korku”da en çok Tolstoy’un “İvan İlyiç’in Ölümü”nden etkilendiğini saklamıyor. Bir dönem Starnone’nin kendisi de ciddi bir hastalıkla mücadele ettiği için romanın anlatımı yazarın doğrudan yaşadığı deneyimle, Tosca’nın hayali korkuları arasında gidip geliyor. İki farklı hasta, yaşamın anlamını farklı tercihlerle yorumlamaya çalışırken sahneye bir üçüncü kişi giriyor. Bu hasta, ölüm döşeğinde can çekişen bir mühendis. Yazarın yanındaki yatakta ölümü bekliyor. Eşi ve iki çocuğu olmasına karşın bir sabah güç bularak sevgilisini çağırıyor yanına. Starnone, hasta bedenlerin yaşamla ölüm arasında çıktıkları yolculuğu ve mücadele etme biçimlerini üç farklı karakter aracılığıyla anlatıyor. Tosca tedaviyi reddederken, yazar tedaviden yana davranıyor, mühendis ise ölüm döşeğinde bile yaşamın hazzını yitirmek istemiyor. Ancak yazarın tanık olduğu üzere hayata bu denli bağlı olmasına karşın sonunda en sarsıcı ölümü mühendis yaşıyor. Yaşanan deneyimler birbirinden çok farklı olsa da felsefeci Starnone şu gerçeği fısıldıyor bizlere, “Hayat, gerçekte yaşamın ölüme isyanı...” G aslidenizkayabal@gmail.com Türk çoban köpeklerine İsveç’ten övgü ALİ HAYDAR NERGİS İ TORONTO Sonbaharda açan gelincikler UĞUR GÜNDOĞMUŞ K anada’da gelincikler kasım ayında açıyor. Ama Türkiye’de hep gördüğümüz gibi yol kenarlarında ya da ekin tarlalarında değil, kadın erkek, yaşlı genç hemen herkesin yakasında (!)... Başbakanın, bir süredir Kanada’nın değişik şehirlerini ziyaret eden Prens Charles’ın, milletvekillerinin, belediye başkanlarının, televizyon sunucularının, otobüs şoförlerinin, öğrencilerin, öğretmenlerin, işçilerin, patronların, çalışanların, çalışmayanların... Kasım ayında herkesin ortak noktası, yakalarındaki kırmızı gelincikler. Kasımın ilk gününden itibaren yakalara iliştirilen gelincikler, savaşlarda ölen, özellikle 1. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında yitirilen milyonlarca asker ve sivili simgeliyor. İngiltere ve İngiliz Uluslar Topluluğu’na üye Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerde de törenlerle anılan “Remembrance Day”, 4’ü dışında Kanada’nın bütün eyaletlerinde resmi tatil. Kanada’daki anma törenleri, 1. Dünya Savaşı’nın resmi olarak sona erdiği 11. ayın 11. gününde, saat 11.00’de 2 dakikalık saygı duruşuyla başlıyor ve gün boyu devam ediyor. Ne ilginç rastlantıdır, Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü, “Remembrance Day”den 1 gün önce, 10 Kasım’da anıyoruz. O nedenle benim için, “Remembrance Day”in bir başka anlamı ve önemi var. “Birçok zaferler kazandım. Fakat, bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında ölen askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum” demiş bir liderle gurur duymamak, onu hatırlamamak, anmamak mümkün mü? Ya Çanakkale’de yaşamını yitirmiş Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerler için söylediği şu sözlere ne dersiniz: “Bu memlekette kanlarını döken kahramanlar; burada bir dost ülkenin topraklarındasınız. Huzur ve sükun içinde uyuyunuz! Siz Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar; gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu topraklarda canlarını verdikten sonra artık bizim de evlatlarımız olmuşlardır.” Evet, kasım ayı, gelincik ayı. Alışveriş sonrası süpermarketten çıkıyorum. Kapıda, 1012 yaşlarında, askeri üniforma giymiş, dünya tatlısı bir çocuk. Önünde küçük bir kutu, kutunun içinde gelincikler... “Gaziler için, bir gelincik almaz mısınız?” diye soruyor. Elbette alırım. Alır ve hemen yakama takarım. Ya siz? Siz almaz mıydınız? G ugur@gundogmus.com sveç parlamentosunda, büyük ve küçük baş evcil hayvanların, vahşi hayvan saldırılarından korunması konusu görüşülürken gündeme gelen Türk çoban köpeklerinin üstün yeteneklerine övgüler yağdırıldı. Folk Parti (Halk Partisi) Milletvekili Brigitta Ohlsson, ormanlardan sorumlu bakanın yanıtlaması için verdiği soru önergesinin gerekçelerini açıklarken, evcil hayvan sürülerinin vahşi hayvanlardan korunması için, caydırıcı özelliklere sahip, başarıları kanıtlanmış Türk çoban köpeklerinden yararlanılmasını istedi. İsveç’te, yasak avlanma nedeniyle, kurt, ayı, tilki, çakal gibi vahşi hayvanların nesli azalıyor. Yasak avlanmaların en önemli nedeni ise, vahşi hayvanların, büyük ve küçük baş evcil hayvan sürülerine zarar vermeleri... Brigitta Ohlsson, hem vahşi hayvan katliamının önlenmesi, hem de evcil hayvanların korunması için önerilerde bulunurken, Türk çoban köpeklerini övdü. Anadolu köpeği olarak adlandırılan bir cins çoban köpeğinin, yüzyıllardan beri Afrika’da, evcil hayvanların leopar saldırılarından korunması amacıyla kullanıldığını ve başarılarını kanıtladığını söyledi. Brigitta Ohlsson, “Başarıları kanıtlanmış, üstün ve caydırıcı özelliklere sahip Türk çoban köpekleri, İsveç’te de yetiştirilmeli ve sürülerin vahşi hayvan saldırılarından korunmasında kullanılmalıdır” dedi. Ohlsson, bu önerinin yaşama geçirilebilmesi için İsveç Parlamentosu’ndan karar alınmasını istedi. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde, Türk çoban köpeklerinin bir türü olan Kangal köpeklerini anlatırken, bu köpeklerin, “aslanlar kadar güçlü, korkusuz ve iri görünümlü” olduklarını yazıyor. Anadolu’da, atın ve çoban köpeğinin iyisini tanımlamak için, “Atın rahvanı, köpeğin iyi havlayanı” deyimi kullanılıyor. Gerçek bir çoban köpeğinin gözlerinin, “karanlık gecede, kara taşın üzerindeki kara kuzuyu görecek” kadar keskin, dişlerinin bir kurdu veya ayıyı boğacak kadar sivri, burnunun ise kilometrelerce uzaklıktaki kurdun kokusunu alacak kadar güçlü olması gerekiyor. Soyunun özelliklerini koruyan iyi bir çoban köpeği, sahibine ve güttüğü hayvan sürüsüne çok bağlı olur. Bir yerlerden et kokusu aldığında, sürüyü terk edip gitmez, sahibinden başkasının vereceği yiyecekleri yemez. Geçtiğimiz yıllarda, Eskişehir’in Sivrihisar ilçesinde bilim adamlarınca keşfedilerek Amerika’ya götürülen Akbaş cinsi bir çoban köpeği, orada beslendi, büyütüldü, eğitildi; düzenlenen bir yarışmada “yılın en akıllı köpeği” seçildi. Kendi gözümüzde köpeklerimizin bile köpekler kadar değeri yok... Onların önemini eller biliyor, bir biz bilmiyoruz... G alinergis@yahoo.se NEW YORK Fareler ve insanlar IŞIK CANSU CANAYAK olumbia Üniversitesi’nin oralardayım. New York’un güzel, zengin, gelişmiş mahallelerinden biri yani. Ve hiç şaşırmadığıma şaşırarak izliyorum yanımdan geçen dev fareyi, bizdeki adıyla sıçanı. Sadece ben değil, kimse aldırmıyor, süslü püslü kızlar çığlık atmıyor, kendisi sanki bir kedi ya da köpek edasıyla dolanıyor etrafta. İnanması belki güç ama bu pek ünlü, pek sanatla dolu vesaire şehir, bir yandan da Fareli Köyün Kavalcısı’nda fena halde istilaya uğramış olan Almanya’daki Hamelin köyüne benziyor. Ama maalesef her şeyi varsa da gerçek hayatta kavalıyla fareleri nehre süpüren bir adamı yok New York’un... Kişi başına en az bir fare düştüğünü söylüyor resmi makamlar. Bu da en iyimser tahminle. 2008 yılında bir “fare haritası” bile yapılmış; isteyenlerin online sipariş verip nerede ne kadar fare olduğunu, hangi mahallelerin daha riskli olduğunu görebilecekleri. Gelen her şikâyetin anında işlenmesi de sürekli yeniliyor bu haritayı tabii. Gene 2007 yılında C buranın en popüler ve pahalı mahallelerinden biri olan West Village’taki Taco Bell isimli fastfood restoranında resmen bir fare istilası yaşanmış, televizyonlara çıkan, gündemin tepesine yerleşen. Bu da New York’taki sağlık müfettişlerinin görevlerini ne kadar iyi yaptıkları konusunu gündeme getirmiş ve bu sektördeki çılgın rüşvet ağını da ortaya çıkarmış... New York, bakmayın bunlara, denetimleri sıkı tutan, kimsenin sağlık sigortası olmadan yaşayamadığı, yangından ölümüne korkan, başları ağrıyınca depresyona giren, herkesin günde yüz avuç vitamin yuttuğu son derece tedirgin bir zihniyetin şehri. Ama işte onun da zayıf noktalarından biri fareler... Kimin aklına gelirdi bu devirde? Şimdi biz burada ister istemez onlarla beraber yaşamaya alıştık ya, bu bana onlara objektif bakabilmeyi de getirdi. Aslında sessiz, sosyal, sevgi dolu hayvanlar olduklarını da duyup okudum. Sonra üzülmeye de başladım onlar adına. Hep karanlıkla, hastalıkla, fakirlikle, lağımla özdeştirilmişlerdi. Evet, bizim üstünde olduğumuz şehirlerin tam da altında yaşıyorlar, bizimle paralel yiyip içiyorlardı, cansucnyk@hotmail.com C M Y B C MY B karanlıkta ortaya çıkıyor, çöpleri karıştırıyorlardı, ama bu onlardan nefret etmemizi mi gerektirmeliydi? Onların doğal habitatı buysa n’apabilirdik? Tamam, ben buradakiler fareye alışkınlar diyorum ama evlerini onlarla paylaşmak isteyecek kadar değil tabii. Bu yüzden ev tutan herkesin ilk sorularından biri farelerle alakalı, anında aranıp şikâyet edilecek telefon numaraları bile var, herkesin evinde bir fare kapanı da var acil durumlar için. Peki neden New York’ta bu kadar çok fare var, hem de en az 8 milyon kadar diyorsanız, onun net bir cevabı yok. Ama tahminler buranın kanalizasyon ve lağım borularının yüz yıldan da eski olması, metro ağının hemen tüm şehri sarıp farelere şehrin tam altında sıcak ve düzenli bir başka şehir sunması yönünde. Çünkü yapılan bir araştırmaya göre fareler düzensiz şehirlerde yönlerini şaşırıyor, rahat yaşayamıyorlarmış... Yani güzel bir altyapı kursan bir türlü, kurmasan bir türlüymüş.. Bunu da New York’un Norveç cinsi farelerinden öğrenmiş olduk... G