Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 PAZAR YAZILARI 4 EKİM 2009 / SAYI 1228 Romanı öldürmek... ADNAN BİNYAZAR Hırçın kral sinemada E ric Cantona futbol sahalarından emekli olalı çok oldu. O artık bir aktör; yeteneklerini beyaz perdede sergiliyor. Başrolünü üstlendiği “Hayata Çalım At” adlı film, Film Ekimi Festivali’nde sinemaseverlerle buluşacak. 1998’de Elizabeth isimli filmde Cate Blanchett’le birlikte rol aldıktan sonra bu kez Ken Loach’un yönetmenliği altında hayatı tepetaklak olan Manchesterlı postacı Eric Bishop’ın karşısına çıkan “melek” olarak izleyeceğiz kendisini. Cantona için aslında yabancı olduğu bir rol değil bu. Sadece beş yıl birçok futbolcunun, bir menajerin, bir kulübün hatta bir kentin kaderini değiştirmesine yetmişti. 2008’in soğuk bir kasım akşamında İngiltere’nin güneyindeki liman kenti Southampton’da iliklere kadar işleyen yağmur ve soğuk insanları dışarıya davet edecek cinsten değildi. Yine de St. Mary’s Stadı’nın sol köşesini dolduran sadık Manchester United kalabalığının keyfi yerindeydi. “Kırmızı Şeytanlar” Southampton karşısında daha ilkyarıda maçı koparmış ve kalan dakikaları taraftarları için eğlenceye çevirmişti. Araya Sırp defans oyuncusu Nemanja Vidic için bestelenmiş “Katil Nemanja” ya da Koreli Ji Sung Park’a adanan “Ülkende köpek yiyor olabilirsin ama daha kötüsü de olabilirdi. Liverpoollu olup belediye binasında fare yerdin” temalı melodiler sıkışsa da, en yüksek ses “Kral Eric için içelim” ve “Cantona’nın on iki günü” şarkılarında çıkıyordu. Eric Cantona, Old Trafford’da geçirdiği beş yılda silinmesi zor izler bırakmıştı. Eric Cantona artık bir aktör. Henüz 31 yaşındayken futbolu bıraktı. Sonra ne yorumcu ne teknik direktör olarak yeşil sahalara adım attı. Şimdi Ken Loach’ın yönettiği “Hayata Çalım At” isimli filmle sinemaseverlerin karşısına Ken Loach “Hayata Çalım At” ile Cantona’yı Manchester’a döndürüyor... E binyazar@gmail.com C M Y B C MY B nver Aysever, Remzi Kitap Gazetesi’nin eylül sayısında “Edebiyat Ölmelidir!” başlıklı bir yazı yazdı. Yazısının başında edebiyatın neden ölmez bir sanat olduğunu inandırıcı kanıtlarla vurgulayan bir yazarın böyle bir başlık atması şaşırtıcı görülebilir. Ama yazısının sonlarında, yayıncıların hiçbir toplumsal kaygı duymaksızın, neoliberal kültüre eklendiğini; bilişim olanaklarının tehdit edici bir hal aldığını; gazete köşelerinde fetva veren tiplerin, romancı diye yutturulup, toplumun da bunu kabule can attığını; güzel olmak, seksi görünmek gibi “yazınsal” ölçütlerle, kitapçı raflarının gasp edildiğini acı biçimde gördüğünü belirterek... hangi kaygılarla böyle bir başlık attığını gerekçelere bağlamış oluyor. Aysever, üstünde “roman” yazan her kitap görünümlü kâğıt paketinin roman, etiketinde “yazar” yazanın yazar olmadığına değinince konu daha da aydınlanıyor. Toplumda okuma isteksizliğine bir de yazılanların düzeysizliği eklenince sorun güncel bir boyut kazanıyor. Bu bağlamda konunun düşünsel uçları, “değer” olmayanın değer sayılması olgusuna değin uzuyor. Bunun sanatsal alanda nasıl bir değerler karmaşasına yol açtığının örnekleri sayılamayacak denli çok. Sanatsal kurumlaşmalar sağlamlaştırılmadıkça bunun önüne geçilemeyeceği de bir gerçek. “Kitsch”, “beğeniden yoksun” sanat ürünleri için kullanılan bir terim. Beğeni yoksunluğu hem sanatsallığa, hem sanatsallığa bel bağlayanlara büyük zarar veriyor. Dünyaya gözünü açan insan kötüyle karşılaşınca, doğal olarak, beğeni değerleri kötüye göre biçimleniyor. Kötünün kitleselleşmesi de daha kolay oluyor. Çünkü kitlesel akışımda, bireyin zihinsel bir emek vermesine gerek yok. Ancak yaratıcı uğraş, nitelikli olanın kavranmasında bir ölçüt olabilir. Beğeni yoksunu kişinin böyle bir kaygısı da yoktur; o, önüne konulanın “değer”li olduğuna inanmaya her an hazırdır. Toplumun, romancı diye yutturulanları can atarak kabul etmesi, bireysel düzeysizliğin sonucudur. Onun açısından sanatsallık bir değer değildir. Bu açıdan, “güzel olmak, seksi görünmek gibi yeni ‘yazınsal’ ölçütlerle, kitapçı raflarının gasp edildiğine acı biçimde tanık olan” Aysever’in böyle bir edebiyatın ölmesi gerektiğini düşünmesinden doğal ne olabilir... Yazarın, son yıllarda giderek cıvıklaşan romanı sorgulamaya her an hakkı vardır. Cumhuriyet Kitap’ın 17 Eylül 2009 günlü sayısında, Hikmet Temel Akarsu, “Tek bir haysiyetli sanat yapıtı, tek bir değerli edebiyat yapıtı girebiliyor mu çok satanlara?” diye soruyor yazısında. Ardından da, donanımsız bırakılmış, baskılanmış, popüler kültür bombardımanıyla budalalaştırılmış, düşünsel erki elinden alınmış, kültürsüz, cahil kitlelerin hormonlu yapıtları süpermarket alışverişi yapar gibi alıp tükettiği gerçeğini dile getirerek, Aysever’in temel kaygılarının nereden kaynaklandığına ışık tutuyor. Akarsu, “hormonlu süpermarket nitelikli yapıtların” alınıp ne yapıldığının yanıtını da veriyor: “Eve gidince yapıtın kapağına şöyle bir bakılır, bir kenara fırlatılıp atılır...” İşte, “Pekos Bill” okumaya “okuma” diyen, operayakonsere gitmeyi günah sayan, soy sanatın “içine tüküren” bilgisiz yöneticilere oy yağdıran halkımızın 21. yüzyılın başlarındaki kültür portresi!.. G çıkmaya hazırlanıyor. Manchester Untied’da geçirdiği beş kısacık yılda yaşadıkları ve yaşattıklarıysa futbolseverlerin gözünde en inanılmaz hikâyelerden biri olmayı sürdürüyor... DENİZ ÜLKÜTEKİN EMEKLİ BİR KRAL Oysa Manchester United’a katılmadan iki yıl önce neredeyse futbol hayatı sona ermek üzereydi. Ülkesi Fransa’dan adeta dışlanmıştı. Nasıl dışlanmasın ki? 1987’de Auxerre’deki takım arkadaşı Martini’ye yumruk atmış, ertesi yıl Nantes’lı Zakarian’ı sakatlayarak ceza almıştı. Elbette sabıka dosyası bunlarla sınırlı değildi. Doğduğu kentin takımı Marseille’ya gittikten sonra bir hazırlık maçında oyundan alınınca adeta çıldırmış, formasını yere atıp taraftarların üzerine top fırlatmıştı. Birkaç ay geçmeden Fransa teknik direktörü Henri Michel’e canlı yayında ağır hakaretler savurması da milli takım kariyerini sekteye uğratacaktı. Franz Beckenbauer’in Marseille’dan ayrılmasıyla Cantona da Nimes’e gönderilecekti. Bir maçta hakemin üzerine top fırlatacak, üç ay ceza alacak ve futbolu bıraktığını açıklayacaktı. Tam bir yıl futbol oynamadı. Neyse ki Michel Platini devreye girdi ve Cantona İngiliz kulüpleriyle görüşmeler yapmaya başladı. Manchester United’ın ezeli rakibi Liverppol’un hocası Graeme Souness “takımdaki arkadaşlık havasının bozulacağını” öne sürerek Platini’nin teklifini reddetti ve belki de İngiliz futbol tarihini değiştirecek kararı verdi. Sheffield Wednesday ise Cantona için on günlük deneme süresi talep etmiş dolayısıyla baştan kaybetmişti. Cantona, Leeds United’da kendisine bir yer buldu. Maçlara genelde yedek olarak başlamasına karşın takıma önemli katkılar yaptı. Ancak 1992 Aralık’ında Leeds United, Fransız oyuncusu Eric Cantona’yı en büyük rakibi Manchester United’a satıyordu. O ana kadar United’da işler yolunda döndü. Fransız hem golleri hem de arkadaşlarına yarattığı fırsatlarla takımın en önemli ismi haline geldi. Yine de beladan uzak duramadı. Büyük protestolar altında oynadığı Leeds United deplasmanında bir taraftara tükürmekten ceza aldı. Sezon sonunda United yıllardır beklenen şampiyonluğu kazandığındaysa her şey unutulmuştu. Sonraki sezon United şampiyonluğun yanına bir de FA Cup eklemiş Cantona’ysa kulübün efsane isimleri arasındaki yerini almştı. George Best ve Dennis Law’dan sonra beklenen 7 numara bir mesih gibi Old Trafford’a inmişti. an önce kurtulmak istiyordum. Derin anlamları olduğu düşünülebilecek bir şeyler söyleyerek toplantıyı terk ettim. Açıkçası o sözler hiçbir şey ifade etmiyordu.” Cantona’sız geçen dokuz ayda United, önce şampiyonluğu Blackburn Rovers’a kaptırdı, sonraki sezon yılbaşına Newcastle United’ın on puan ardında girdi. Cezası bitince İngiltere’den ayrılacağı söylenen Cantona, Alex Ferguson’un ısrarıyla takımda kalmıştı ama nasıl bir performans göstereceği belirsizdi? Ancak United birçok maçını Cantona’nın attığı tek golle 10 kazanarak Newcastlle’ı yakaladı ve belki de İngiliz futbolunun en çılgın sezonunda rakibini son haftalarda geçmeyi başardı. Sonraki yıl United bu kez kolayca şampiyon oldu. Fakat sezon sonunda Cantona’nın beklenmedik emeklilik kararı kulüpteki herkesin sevincini kursağında bıraktı. Futbolun Rimbaud’su kısacık beş yılda bir kulübün tarihini değiştirmişti ve artık gitme vaktiydi. Sonrasında onu reklamlarda ya da plaj futbolu oynarken gördük. Çoğu United taraftarı için Alex Ferguson’un yerini alacak kişiydi ama kulübü satın alan ABD’li işadamı Malcolm Glazer görevde olduğu sürece Old Trafford’a dönmeyeceğini açıkladı. Ona göre kulüp Glazer’la birlikte işlevsel ama ruhsuz bir hale bürünmüş, yetenekli ama kişiliksiz futbolculara yatırım yapmaya başlamıştı. Yine de Old Trafford kalabalığı 1966’yı İngiltere’nin Dünya Kupası’nı kazandığı yıl olarak değil, Cantona’nın doğduğu yıl olarak hatırlamayı sürdürüyor ve hâlâ yakasını asla kıvırmayan krallarının dönüşünü bekliyor. G KUNG FU CANTONA gitmiyordu. Sekiz sezondur takımın başında olmasına karşın yıllardır beklenen şampiyonluğu getiremeyen İskoç menajer Alex Ferguson için birçoklarına göre görevi bırakma zamanı gelmişti. Cantona’yla birlikte kulübün talihi tersine Cantona’nın karakteristik özellikleri Manchebter United’a bire bir uyuyordu. Onu United’ın lideri yapan tüm bu özelliklerinin üzerine eklediği tartışılmaz futbol yeteneğiydi ve lider takımını yalnız bıraktığında başarısızlık kaçınılmazdı. 25 Ocak 1995’te belki de kariyerinde tüm gollerinden daha fazla akılda kalan karesi ortaya çıktı. Crystal Palace deplasmanında kendisine ırkçı sözler sarf eden bir taraftarı ustaca kung fu darbesiyle yere serdi. Bu dokuz ay futboldan men edilmesi demekti. Olay sonrasında basın toplantısındaki sözleri yıllarca gizemini korudu: “Martılar, sardalyaların denize atılacağını düşündükleri için balıkçı gemilerini takip eder.” Fransız yıllar süren sır perdesini birkaç ay önce katıldığı bir televizyon programında araladı. “İyice bunalmıştım ve basından bir Çelişkiler ülkesi... AYLİN KOTİL eçen hafta basında yer alan bir haber, ülkemizin hazin durumunu çok açık bir şekilde ortaya koydu. 29 yaşındaki bir kadın 19 yaşındaki bir erkekle arabanın arkasında sevişiyordu. Ön koltukta oturan koca, karısına mikrop bulaşmasın diye prezervatif veriyordu. Bu korkunç duruma seyirci kalan kocaya bunu neden yaptığı sorulduğunda, otistik çocuğunun tedavisi için para bulamadıklarını ve bunun artık son çareleri olduğunu ifade etmiş. Bu korkunç durum AKP iktidarında gerçekleşmiştir. Bence işin en can alıcı noktası budur. Giderek daha çok insan geçimini, AKP’nin dünya görüşüne ters olan yollardan kazanmak zorunda kalmıştır. G Bu gerçeklerle yaşarken, ramazan ayı boyunca aklınıza gelen her kanal dini sohbetleri arttırmış ve vatandaşı kaderciliğe iten yayınlara ağırlık vermiştir. Eskiden sadece birkaç kanalda ve daha kısa süreli olan bu yayınlar şimdilerde her kanalda ve uzun uzadıya yer bulmuştur. Ancak bununla beraber, Hüseyin Üzmez olayı da bu iktidarla aynı ideolojiye sahip kişilerin bir parçasıdır. Ve bu sadece basına yansıyan tarafıdır. Daha da fazlası dilden dile dolaşmakta ve yaşanmaktadır. Ardından Başbakan, çocukluk günlerinin fakir edebiyatını yaparken, en zengin başbakanlar listesinde nasıl üst sıralara geldiğini halkıyla paylaşmaz. Bu formulü kendine saklar! Bunlar daha iyi günlerimiz. Çünkü bunları yazamayacağımız ve hatta kendi aramızda bile konuşamayacağımız günler gelecek. Bütün sinyaller bize bir bir veriliyor. Kürt açılımının temelinde fikir özgürlüğü vardır. Fikir özgürlüğü olmadan bu işe kalkışmayı anlatmaya kalkarlarsa, külahımızı masaya koyarız... Fikir özgürlüğümüzün giderek kısıtlandığı bir ortamda, hangi açılım adımı bizi tatmin eder, siz karar verin. Gittikçe artan çelişkiler içersinde yol almaya, büyümeye çalışan bir ülke ne kadar başarılı olur? Ya da kendi ülkesinde dilediğini konuşamayan bir vatandaş ne kadar mutlu olabilir? Söyleyin tüm bu çelişkiler içersinde, nasıl büyük düşünebiliriz? “Sen Türkiye’sin büyük düşün” söylemleri sadece pankartlarda yer bulabilir. Büyük düşünebilmek için önce özgürce konuşabilmek gerekir. İyi pazarlar. G Aylin@kotil.web.tr