Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 PARİS WASHINGTON 4 EKİM 2009 / SAYI 1228 “Fransız Ergenekonu” safsatası UĞUR HÜKÜM slında Türkiye’de ele alınan haliyle “Fransız Ergenekonu Salatası” demek daha doğru olur. Zira Türkiye’nin en “büyük” gazetesinin iki en “büyük” muharriri aynı gün, aynı sayfalarda aynı konuya ilişkin zıt ayrıntılar yazarlarsa, varın siz geri kalanların her şeyi nasıl bir “keşmekeş”e çevirebileceğinin hesabını yapın. Hassas; dolayısıyla ihtiyatlı olunsun olunmasın, manşet olacak kadar emin olunsun olunmasın gazeteci ve hiyerarşisi bir haber yapıyorsa veya bir olaydan, bir “dava”dan herhangi köşe yazarı ahkâmlar kesip, kendi okuru ve kamusuna dersler çıkartacaksa bu mesleğin “araştırmasoruşturma” diye asgarisi konmuş bir etik ölçütü var mıdır yok mudur? Vardır tabii ki... Ama takan kim? Bir gün önce bir başka “en iyi” gazete “Fransa’da mini Ergenekon”u manşet yapmıştır. Ondan aşağı kalınır mı? Ayrıca: Maalesef bazı durumlarda farklı bir ülkenin, dili, kültürü ve gündemindeki sıcak bir haberi ve/veya ardındaki geçici bile olsa o haberin ortamını, yerinde (!) izleyen adam bulundurmakla veya oranın dilini bilmekle bile kavrayamayabiliriz. Daha da vahimi “tavşanının suyunun suyu bilgi” ile haber veya makale yazmak. Ancak Türkiye’de her gün bunun tersini A kanıtlamaya çalışan onlarca köşe yazarı ve haberi var. Biraz daha ileri gidelim. Fransa’da yaşayan bir temsilci olmak, Fransızca bilmek, acaba “Clearstream Davası” gibi bir olayı yargılamaya yeter mi? 15 yıldır Fransız basın kartı taşıyan, 20 yıldır doğrudan bu basının içinde yaşayan biri olarak mahkemenin başladığı hafta Türk basınında yazılıp çizilenleri, aynı eda ve çok bilmişlikle yazmaya cesaret edebilir miydim? Hayır! 1) Öncelikle ne demek “Mini / Le Petit Ergenekon”? Okur ilk bakışta ne düşünecek? “Bak işte Fransa’nın da bizden farkı yok. Bir örgüt (yani muğlak bir askerprofesörgazetecisendikacı vb tozduman bulutu) mevcut iktidarı veya bir kesimini devirmeye çalışmış...” Peki sözüm ona bu “örgütlenmeyi” kotaran veya davalı, hatta tanık sıfatıyla dinlenen kişi kim? O günkü iktidarın ta kendisi, Başbakan Dominique de Villepin. Atfedilen olası zan da kendi hükümetinde bakan, Nicolas Sarkozy’ye ‘çamur’ atıp, onun siyasi kariyerini karartmak. 2) Bu “çamur”, Fransa’nın 1991’de Tayvan’a sattığı fırkateynlerden alınan komisyonun yolsuz biçimde paylaştırıldığı iddia edilen, Clearstream Bankası’nda hesabı olan kişiler listesine bir dizi kişilikle birlikte Sarkozy’nin de adını koydırmak yoluyla atılıyor. Sonra da sahte listeler ihbarla adalet ve basına sızdırılıyor. Hangi hatanın altını çizelim? Clearstream banka değil, listedeki isimler hesap sahipleri değil, Sarkozy sayın başyazarın yazdığı gibi o tarihlerde İçişleri Bakanı veya aynı sayfadaki diğer başyazarın gazetenin Paris temsilcisine dayanarak belirttiği gibi ekonomi, finans ve endüstri Bakanı hiç değil. Sarkozy o tarihlerde ana muhalefet partisi, RPR’in gençlik ve eğitimden sorumlu ulusal sekreteri ve Paris banliyölerinden Neuilly’nin belediye başkanı. 3) Türkiye’nin “en çok” satan (basan demek daha doğru) gazetesi ise fırsattan istifade “Ergenekon’a Fransız Kalmak” başlığıyla Fransa’daki durumu muhabiri aracılığıyla ayrıntılı anlatıp Ergenekonumuzun eşsizliğini savunuyor. Ancak bu meslekdaşımız da bir şeyi unutuyor. Clearstream 5 yıllık bir araştırmanın ürünü olarak derli toplu ortada. Ergenekon ise bazı gerçekleri içerse de ilkel bir kurnazlıkla kotarılmış bir yamalı bohça. “Çamur at izi kalsın” devrindeyiz, fakat ünlü Fransız yazar Beaumarchais’nin tiyatro kahramanlarından Figaro’ya dedirttiği gibi, “Kınama özgürlüğü olmazsa övgünün değerini nasıl anlarız?” G ugur.hukum@gail.com Obama’nın ırkçılıkla sınavı ELÇİN POYRAZLAR arack Obama’nın ABD’nin ilk siyah başkanı olarak tarihe geçmesi ülkedeki pek çok kişi için bir dönüm noktasını temsil ediyor. Bu çevrelere göre ülke tarihinde derin yaralar bırakan ırkçılık, gündemini yitirmiş bir delilik. Obama’nın ezici bir zaferle başkan olması da bunun tek ve en önemli kanıtı. Gerçekten de öyle mi? Öncelikle ırkçılığın Obama’nın seçilmesiyle birlikte “gömüldüğü” görüşü fazlasıyla aceleci ve safça bir yaklaşım. Aksine kimi aşırı uçlar her gün televizyonda gördükleri siyah bir başkana baka baka bıçaklarını biliyor. Obama’nın seçilmesinin hemen ardından muhafazakâr kanatta silah satışlarının patlaması ya da neonazi gruplara katılımın artması da masum tesadüfler değil. ABD ölümcül bir depreme neden olabilecek ırkçılığın fay hattından henüz kurtulmuş değil. Obama ırkçılıkla ilgili ağzını ne zaman açsa ülkede bir tartışma yangını çıkıyor. Tepkilerin bir siyah adam konuştuğu, yoksa mümkünse renksiz olması gereken bir başkan konuştuğu için mi çıktığını anlamak kolay değil. Obama’nın Harvard Üniversitesi’nde görevli siyah profesör Henry Louis Gates’in kendi evinde beyaz bir polis memuru tarafından tutuklamasına yönelik yorumu buna en çarpıcı örneklerden biri. Obama, Beyaz Saray’da sağlık reformuna yönelik düzenlediği bir basın toplantısında Gates’e yönelik bir soruyu yanıtlarken kendi evinde olduğuna ilişkin kanıt gösteren birini tutuklayarak “polisin aptalca davrandığını” söylemişti. Bu sözlerin üzerine B BRÜKSEL Türkiye karşıtı bir kitap ÇİMEN TURUNÇ BATURALP Çamurlara basmadan... DirtJump çimento, çamur ya da balçık türü bir zeminin üzerinde herhangi bir tekerlekli araçla yapılabilen bir gösteri sporu. Yine de Japon Daisake Suzuki’nin Zürih’de yaptığı gibi birçok sporcu bisikleti tercih ediyor. Ortaya çıkan görüntüden sonra bize de hayretle izlemek düşüyor... B u kitap, Türkiye’nin AB’ye üyeliği meselesine kafa yoran herkes tarafından fanatik yayıncısına para kazandırmak pahasına mutlaka, ama mutlaka okunması gereken kitaplardan biri. Kitabın adı “Fazla Uzak Bir Köprü.” (İngilizcesi, A Bridge Too Far.) Irkçılıkla suçlandığı için adını değiştirerek yoluna devam etmek zorunda bırakılan Vlaams Belang üyesi Belçikalı iki siyasetçi, Philip Claeys ve Koen Dillen tarafından yazıldı. Her ikisi de kitabın İngilizcesi piyasaya çıktığında Avrupa Parlamentosu üyesiydi. Philip Claeys hâlâ parlamentoda. Avrupa Komisyonu’na, neredeyse günaşırı, Türkiye aleyhinde soru önergesi veren masum yüzlü gençten bir adam. Kitabın arkasındaki fotografında gülümsüyor. Ama ben yüzünü gülerken hiç görmedim. Claeys ve Dillen’e göre “Pek de uzak olmayan bir gelecekte, Avrupa ülkesi bile olmayan bir ülke, Avrupa’nın en büyük ülkesi olacak” ve bu ikilinin birçok Avrupalı gibi bu fikre hiç tahammülleri yok. Kitap ilk defa 2004’te Flamanca basıldı. Kasım 2008’de ise İngilizcesi raflara yerleşti. “Fazla Uzak Bir Köprü” sokaktaki Avrupalının kolayca anlayabileceği dilden. Ortalama bilgiyle donanımlı Avrupalıyı kaygılandırmak, ‘amanın Türkler geliyor’ dedirtebilmek için, “Midnight Express”in önlenememiş başarısına özenilerek kaleme alındığı izlenimi veriyor. Türkiye’nin AB’de istenmemesine mazeret olarak gösterilen bütün maddeler büyük bir açıklıkla tek tek sıralanmış. Fransa Cumhurbaşkanı Valery Giscard D’Estaing, Alman Şansölyesi Helmut Schmidt, komisyon üyesi Franz Fischler gibi eski siyasetçilerin cimenbaturalp@skynet.be www.ahmetarpad.de C M Y B C MY B Türkiye’nin üyeliğine dair sözlerinden alıntılarla desteklenmiş. Yurtseverliğinden bir gocunması olmayanlar için, yerine göre tansiyon çıkartabilecek, yerine göre de “biz neymişiz be abi” detirtebilecek satırlarla dolu. Öte yandan Türkiye’deki iç çatışmaların, siyasi tartışmaların eksiksiz bütün taraflarını memnun edecek saptamalarıyla böyle bir kitabın varlığı bizatihi bir “ironi.” Kitabın önsözü Yunanlı zengingazeteci Taki Theodoracopulos’a yazdırılmış. “Lafı gevelemeyelim” diye söze başlıyor Theodoracopulos; “Türkiye’yi AB’ye almak, genç ve güzel bir gelinle evlenen bir adamın balayında Don Giovanni’yi evine davet etmesine benzer. Bu aptallıktan öte bir şeydirintihardır.” Çok yakında TürkiyeAvrupa Birliği tartışmaları tekrar alevlenecek. Türkiye’yi AB vesayetine geçirmeye çalışan kimi AB’liler, Türkiye karşıtlarına Türkiye’yi vesayete almanın ne kadar akıllıca olduğunu gösterecek örnekler sunacaklar. Genişlemeden sorumlu komiser Olli Rehn de dedi zaten. AB’nin ileri sürdüğü koşullar olmasaydı “Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk özgür bir adam olmayabilirdi”. Avrupa Parlamentosu Türkiye raportörü Ria Oomen Ruijten de “Ermeni açılımı” ile ilgili bir açıklama yaptı. Basına gönderilen açıklamasına kendi hazırladığı AP Türkiye raporundan “Ermenistan’a sınırlar açılsın” dediği bölümü de kesip yapıştırmış. Resmen, “Ben dedim, Türkiye de yaptı” demeye getiriyor. Kimilerine göre Türkiye vesayet altında “doğru yolu bulacak”, Claeys ve Dillen gibilerine göre ise her şey bir tarafa “Müslüman bir Türkiye” asla bir AB ülkesi olmamalı. G öylesine büyük bir medya çılgınlığı yaşandı ki Obama sonunda sözleri için pişman olduğunu söylemek ve polis memuru ile profesörü Beyaz Saray’ın bahçesinde bira davetinde bir araya getirmek zorunda kaldı. Obama’nın o akşam sağlık reformuyla ilgili verdiği mesajların hemen hepsi de çöpe gitmiş oldu. Obama ekonomik kriz, sağlık reformu, Afganistan ve Irak gibi konularda üzerinde giderek artan baskı karşısında ırkçılık konusuna girmeyerek şu sıralar yoğurdu üfleyerek yiyor. Eylül ayı başında Kongre’de sağlık reformu konusunda önemli bir konuşma yaparken Cumhuriyetçi milletvekili Joe Wilson başkana “yalan söylüyorsun” diye bağırdı. Bir başkana yönelik ABD tarihinde görülmemiş bu çıkış yine ırkçılık makinesini çalıştırdı. Eski Başkan Jimmy Carter, Wilson’un bu tutumunun temelinde ırkçılığın yattığını söyledi ve bu olayın ülkedeki bazı kimselerin siyah bir adamın başkan olmaması gerektiği yönünde “kendi doğalarında var olan” bir duygudan kaynakladığını savundu. Kongre’deki konuşmasının ardından Washington’da on binlerce kişinin Obama’yı sağlık politikaları nedeniyle nasıl protesto ettiği ise ülkedeki ırkçılık üzerine soru işaretlerine yenilerini ekledi. Göstericiler Obama’yı Marksist, komünist, sosyalist olmakla “suçluyor”, ellerinde Hitler ve Batman filminin kötü karakteri Joker resimlerini taşıyorlardı. Tüm bu tartışmalara girmenin patlayıcı etkisini öğrenmiş olan Obama ise gösterilerin ardında ırkçılığın yatmadığını söyleyerek ortamı yatıştırmaya çalıştı. Geçenlerde CBS kanalındaki eğlence programı David Letterman şova katılan Obama “Ben seçimlerden önce de siyahtım” diye şaka yaptı. Beyaz bir sarayda yaşayan siyah bir başkan ırkçılık ateşinin yanından parmak ucunda ilerlemeyi seçebilir de, Obama olamayan azınlıklar ne yapsın. G elcin.poyrazlar@gmail.com STUTTGART Masaların üstünde dans eden Japonlar AHMET ARPAD H oplayıp zıplıyorlar. Eller havada. Dans ediyorlar, masaların üstünde. Şarkılar bağıra çağıra. Kimse yerinde duramıyor. Kadını erkeği, yaşlısı genci. Sahnede yirmi kişilik orkestra bütün gücüyle üflüyor trompetlere. Şarkıcı kadın gırtlağını yırtıyor. Dans edenler ünlü panayır melodilerine hep bir ağızdan eşlik ediyor. Garson kızlar zor yetiştiriyor masalara bira ve kızarmış yarım tavukları. Litrelik kadehler havalarda. Güney Almanya’da Stuttgart ve Münih bira bayramları panayır coşkusunda. İki haftada on milyon insan akın akın dolduruyor çadırları. Sadece Münih’teki bayramda bir günde içilen bira tam yarım milyon litre! Her Alman yılda 110 litre birayı kafasına dikiyor. Dev çadır ayakta, on bine yakın insanın coşkusu sonsuz. Az ötede birkaç Japon. Danslara uymaya, şarkılara eşlik etmeye çalışıyorlar. Yan masadan sokulan yaşlıca kadın Japonlardan birini yakaladığı gibi hızlı bir dansa başlıyor. Görenler alkışlıyor, laf atanlar da var. Kadın bir hamlede uzun masanın üzerine fırlıyor. Japon peşinden. Danslarına masada devam ediyorlar. Öteki Japonlar bağıra çağıra kahkahalar atıyor, flaşlar yanıp sönüyor. Kocaman sahnenin önünde üç Afrika güzeli, dekolteleri bakışları çeken, danteller ve çiçeklerle süslü, beyaz köylü giysilerine bürünmüş, şen şakrak, el çırpıp Bavyera şarkılarına katılıyorlar. Kısa deri pantolonlu, gri keçeden sivri şapkalı çapkınlar çevrelerini sarıyor. Kızlar oynak mı oynak, kıvrak mı kıvrak. Saatler ilerledikçe insanlar birbirlerine yakınlaşıyor, sohbete dalıyor, dans ediyor, sarılıyor, öpüşüyor... Her yer rengârenk, ışıl ışıl. Sonsuz bir ışık denizi uzanıyor. Atlıkarıncalar, uçan sandalyeler, salıncaklar, çarpışan otomobiller. Onlar hep var, çocukluğumuzda da vardı, bugün de var, aradan onlarca yıl geçse de. Panayırlar ne kadar büyürse büyüsün, zamana ayak uydurup ne kadar modernleşirse modernleşsin, dönme dolaplar hep dönüyor, çarpışan otomobiller hep çarpışıyor... Onlar nostalji. Dünyanın taşınabilir en büyük dönme dolabı ışıklara bürünmüş. Yüksekten korkmayanlar altmış metre tepeden aşağıda olup bitenlere bakıyor. Tombalacıların, baloncuların önü kalabalık. Kıyıntı büfelerinin önünde kuyruklar. İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. Ülkede işsizlik almış başını yürümüş, geçim zorlaşmış, para kıtlaşmış. Ancak bir gün için de olsa bu sorunlar insanların umurunda değil. Her şeyi unutmak için akıyorlar dünyanın bu en büyük iki panayırına. Arpa suyunu kadeh kadeh deviriyorlar, boş veriyorlar yaşamın dertlerine! Almanya’nın en pahalı birası, en leziz kızarmış tavuğu Münih’in, Stuttgart’ın bira bayramlarında. Sanki hiç kimse cebindeki parayı umursamıyor. Önemli olan, bir kaç saatliğine olsa da, sorunları unutmak, panayırın coşku dolu havasıyla kendinden geçmek. Onlar sokakta karşınıza çıkan Almanlar değil, değişivermişler, keyifli ve güleç tümü. Neşenin sınır tanımadığı bira çadırları da sanki Almanya değil. Ne güzel olurdu günlük yaşamlarında da hep böyle olsalardı! Hayır, olmuyor, ertesi sabah uyandıklarında, her şey yine eski hamam, eski tas! Renkli giysiler içinde bir adam saksofon çalıyor, geçmişten hüzünlü melodiler. Omzuna oturmuş tüyleri alacalı bulacalı bir papağan, sabırla onu dinliyor. G