Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
25 EKİM 2009 / SAYI 1231 3 PAZARIN PENCERESİNDEN İnsana dayanma gücü veren sevgidir Masallar gerçek olabilir Bir masal kitabınız var. Röportajlarda da sık sık masallardan konu açılıyor... Nasıl bir bağ var masallarla aranızda? Bu hafta ikincisi çıkıyor: “Siyah Pelerinli Kız”... Masal hayatımda hep vardı. Samed Behrengi’nin kitapları hâlâ başucumdadır, “Bir Şeftali Bin Şeftali”, “Küçük Kara Balık”, “Püsküllü Deve”... Biz gerçekten güzel şeylerin olabileceğine inanan bir ortamda yetiştik. Okuduklarımızın gerçek olabileceğine inandık. Bugün beni hâlâ ayakta tutan o zamanki ruh halim... Şanslıyım. İyi insanlarla çevrili olduğum için, masallarıma tutunabildim. Çocukken “masal gibi, destan gibi bir aşk”ınız olacağını düşünürmüşsünüz... Şimdi? O zamanlar karşılaştığım erkeklere de masalsı anlamlar yüklüyor, sonra “Bu benim masalım değil” dediğim için, yarım kalıyordu hepsi. Şimdi mi? Mutluyum. Hiç yazılmamış bir masalın içindeyim çünkü... Onlarca aydının imzaladığı “Pınar Selek’e Tanığım” kampanyası sizin için ne ifade ediyor? Arkadaşlarım benim için bir site açmış, herkes kendi tanıklık hikâyesini anlatıyor, pinarselek.com adresine tıklıyorum ve yolumun kesiştiği yüzlerce insanın benimle ilgili yazdıklarını okuyorum. Hani ölsem de gam yemem denir ya... Öyle. Başına ne gelirse gelsin sevgi ortamında olunca dayanıyorsun. Bazen bir romanın içinde yaşadığımı hissediyorum ve hikâyemin yazarı beni hep şaşırtıyor. Bundan sonra neler olacağını bilmiyorum ama zorluklara rağmen beni sevgi dolu bir hayatın içine soktuğu için ona müteşekkirim. G Heykel boyacıları SELÇUK EREZ S ESRA AÇIKGÖZ PEN Duygu Asena Ödülü’nü bu yıl “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” kitabıyla Pınar Selek aldı. Uğradığı haksızlıklara rağmen kadın hakları ve barış için çalışmaya devam etmesinin takdiri bu ödül. Aslında başka türlü yaşamayı bilmiyor Selek. Güzel şeylerin olabileceği inancı hâlâ diri. P EN Türkiye Merkezi Yönetim Kurulu, 2009 PEN Duygu Asena Ödülü’nü Pınar Selek’e verdi. Üstelik ödül kadar anlamlı bir açıklamayla; “uğradığı büyük haksızlıklara rağmen kadın hakları, demokrasi ve barış için yılmadan çalıştığı ve yeni eseri ‘Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ ile uluslararası alanda da ilgi uyandırdığı için”. Selek için açıklamanın da ödülün de önemi büyük. O anlatıyor... 2009 PEN Duygu Asena ödülü sizin için ne anlam ifade ediyor? Pınar Selek: Karmaşık duygular... PEN Türkiye Merkezi’nin mücadelemi onurlandırması çok önemli. Bir yandan da sanki ablamdan hediye almış gibiyim. Haberi aldığımda Berlin’deydim, bir konferansın yorgunluğunda. Kimseye doğum günüm olduğunu söylememiştim. Mahsundum biraz. Sanki beş yıl önce kaybettiğim annemle Duygu öbür dünyada buluşmuş, “Şu kızın yüzünü güldürelim” demişler... Duygu Asena ile ilk tanışmanız? Duygu, yıllar önce, ben cezaevinde iken, annemle, “teyzem” olarak görüşüme gelmişti. Konuşmaya başlar başlamaz yakınlaştık, kısa zamanda birbirimizi çok sevdik ve arkadaş olduk. Bambaşka deneyimler içinde benzer şeyler yaşadığımızı heyecanla hissettik. Gazeteden atıldığı günleri, sonra nasıl toparlandığını hiç unutmuyorum. Ben onun doğallığını, sevecenliğini, ateşini çok sevdim. Ama erken kaybettim! Annemin acısı daha dinmeden... Size nasıl bir etkisi olmuştu? Cesareti, yumuşaklığı, aldığı oklardan, taşlardan dolayı hiç istifini bozmaması beni etkilerdi. Kendini o kadar ciddiye alıyordu ki ona değen taşlar kırılıyordu sanki. O hayatıyla şu mesajı verdi: “Başına ne gelirse gelsin, direneceksin. Ayakta kalacaksın. Hayallerinden kopmayacaksın. Kendin gibi olacaksın. Önemli olan sürekliliktir.” Duygu’ya bakarak, ancak kendisine saygısı, başkalarına sevgisi olan insanların hayatta bir yol açabileceklerini bir kez daha anladım. Ödülü, erkek kimliğini askerlik üzerinden ele aldığınız “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” kitabınızla aldınız. Niye erkekliği askerlik üzerinden incelemeyi, anlatmayı seçtiniz? Sünnetle de başlayabilirdim. Çarpıcı bir erkeklik ritüeli... Kadınlar, artık bir insan üretebilecek seviyeye geldiklerinde regl oluyor, ama bu utanç sayılıyor. Oğlan çocukları ise, pipilerinden küçücük bir parça kesilecek diye asker ya da padişah kıyafetine büründürülüyor... İkinci ritüelse askerlik. Türkiye’de erkeklerin nasıl “adam” edildiklerine, “adam olmak” için nasıl ezildiklerine, zorlu sınavlara sıkışarak içlerinde büyüttükleri korkudan nasıl bir şiddet çıkardıklarına, şiddet uygulamayı nasıl öğrendiklerine ve hangi mekanizmaların bu süreçte rol oynadığına baktım. Erkeklerin, toplumsal hayatlarından uzaklaşıp baş başa kaldıkları bu kapalı alan, tıpkı bir laboratuvar gibi. Erkekler, burada farklı bağlamlarda şekillenmiş hemcinslerinin deneyimlerini öğreniyor ve onlarla aynı kalıpta pişiyor. Bu yüzden askerlik deneyimlerine büyüteç tutmanın, toplamsal hayat hakkında önemli şeyler söyleyeceğini hissettim. Görüşmelerin büyük kısmı Hüseyin Deniz ve İrfan Uçar sayesinde erkek erkeğe oldu. Binlerce sayfalık arşi AMARGİ Kadın Kooperatifi’ne bağışladım. “Bir bebekten katil yapan zihniyeti sorgulama çağrısıyla başladı yolculuğum” diyorsunuz... Bu sorgulamada en çok ne şaşırttı sizi? Sadece katilleri değil, şiddet uygulaması meşru olan, ne bileyim çocuğunu döven, bağıran, taraftar ortamında vurdulu kırdılı konuşan adamların içyüzünü anlamaya çalıştım. Şiddetin nedeni güç mü? Sonunda basit ama yakıcı bir cevap çıkardım: Erkekler, güçlü oldukları için şiddet uygulamıyor. Dışarıda hayat başka İyi bir babakız ilişkisinin olduğu, mevcut erkekkadın öğretilerinden uzak bir çocukluk geçirmişsiniz... Hatta aile dışına çıktığınızda size sunulan role alışmakta zorlanmışsınız... Çok şanslı bir çocukluk yaşadım. Çok basit söyleyeyim; yemek yapmak ya da ev işi yapmak bizim evde kadın işi değildi, babamın varlığından dolayı. Kadınerkek ilişkisindeki genel rolleri evde öğrenemedik. Bu anlamda kadınlıkerkeklik meselesini geç keşfettim. Biraz büyümeye başlayınca şunu gördüm: Dışarıda hayat başka. İstediğim gibi davranamıyorum, gece geç saatlerde erkekler gibi sokakta oynayamıyorum. Babamla birlikte balıkçılarla zaman geçirirdik. Babam yokken, onların arasına girmeye çalıştığımda, bakışların farklılaştığını gördüm. Neden sosyoloji eğitimi almayı seçtiniz? Politik bir ortamda yetiştim. Adalet ve özgürlük idealleriyle verilen zorlu mücadelelere tanık oldum. 12 Eylül sonrasını, duvarların yıkılmasını, o ara dönemi acı bir şekilde yaşadım. Tüm yıkımlara rağmen, adalet ve özgürlük hâlâ bir ihtiyaçtı. Ama kafamda binlerce soru vardı. Nasıl bir özgürlük, nasıl bir adalet? Cevap aramak için sosyolojiyi seçtim. En çok da evimize sık gelen, hatıralarını aklıma yazdığım Behice Boran’dan etkilendim. Bir de Sabiha Sertel vardı. Çocukluğumun güzel kahramanının sosyolog olması da çok önemliydi. Dışlananlar, ötekileştirilenler üzerine çalışmaya sizi ne yöneltti? Çünkü dışlananlar dışlayanların aynasıdır. Hep birlikte bu hayatı yaşıyoruz. Ama herkesin durduğu yerden hayat başka görünüyor. Adaletsizliklerle, ayrımcılıklarla ve şiddetle dolu bu dünyayı anlamak için sadece kabul edilenlere değil, çöpe atılanlara da bakmalısınız. G Tersine, en büyük şiddet yetersizlik duygusundan kusuluyor. Parçalanan bedenin, parçalanan ruhun kendini koruma hamlesi olarak... Korkunun, güvensizliğin ve kendine saygısızlığın yarattığı şiddeti durdurmak çok zor. Askerlik de, erkeklik kimliğinin “güçlü”, “savaşçı” yanını şişirirken, bir yandan da itaat etmeyi öğretiyor... Egosu sürekli şişirilen ve egemenlik mitleriyle özdeşleşen, bunlara yaklaştıkça alkışlanan erkekler, gerçek yaşama tosladıkça parçalanıyor. Yani sürüne sürüne öğrenilen erkeklik, iktidar vaadiyle iktidarsızlığın bir arada deneyimlendiği bir süreç oluyor. “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” başlığı, erkeklerin tüm hayatlarını özetliyor. Aslında, alıştığımız için göremediğimiz fakat tüm hayatı belirleyen ciddi bir erkeklik kriziyle karşı karşıyayız. Vurdu mu kıracak, açılmayan kapağı açacak, höt dedi mi korkulacak, yanında birine laf atılırsa müdahale edecek ve saldıracak, her an koruyacak, evini geçindirecek... Her yerde sürekli bir erkeklik ispatı isteniyor ondan, erkeklik hep tehlikede çünkü... Şizofrenik bir varlık üretiliyor. Yine de erkekler, mevcut erkeklik kimliğinin yarattığı mağdurluğun farkında değil. Erkeklik üzerine araştırma yapıp, kafa yoranlar bile kadınlar. Neden? Kadınlar, konumlarını kabullendikleri için sorunlarını daha çok paylaşıyor. Erkek ise, bırakın başkasına anlatmayı, kendine bile itiraf edemiyor. Çünkü eğreti erkeklik, küçük sarsıntıda parçalanabilir. Acınası hal, ama erkek egemen konumda ve bundan vazgeçmediğinden sürünüyor. Peki, sürünmeden nasıl erkek olunur? Ağlayarak... Önce toplumun dayattığı kalıplardan kurtulmalıyız. Bunlar aşkı da, dostluğu da engelliyor. Kitabın sonunda “erkekler de ağlar...” diyorum. Diyorum ki, bu sürece sürüne sürüne geldiniz, sizden sürekli kendinizi ispat etmeniz istendi, bazen yapamadınız, dayak yediniz, gözyaşlarınızı içinize akıttınız. Boşuna hava atmayın, yaşadığınız gerçek bu ve ağlamaya başlayın. Ağlarsanız, o katılık eriyebilir, kendinizi bulursunuz. G osyete dergilerinin eleştirmenleri her hafta birkaç güzeli yerden yere vururlar: N. B. açılışa genç yaşına yakışmayacak bir kıyafetle gelmişti... Masa örtüsünü omuza atmış gibiydi. Kıyafetindeki desen cümbüşü de yamuk bir görünüm veriyordu. İğrenç Chanel mantar topuklu ayakkabılar, Obama baskılı kıro gözlükler ve kocaman bir Hermes... Üstelik güneşte saatlerce durmuş, derisi pastırmaya benzemiş. Botoksla şişirilmiş dudaklara bir de pembe ruj eklemiş. Zavallı N. B. bu yazıyı okuyunca kim bilir ne üzülmüş, belki ağlamış, “Bundan sonra böyle açılışlara gidersem...” diye hayıflanmıştır... Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek, Ulus’taki Atatürk anıtını yaldızlı altın rengine boyattığında yazılanları okuyunca ben bu genç kıza yönelik eleştirileri düşündüm. Yok “magandalık”mış, “Aklıevveller, estetik terbiye almamış, sanat fukaraları, düşünmeden böyle işe kalkışmışlar”mış vb. Melih Gökçek’i böyle eleştirenler önce Doç. Serdar Tuna’nın 2007’de AÜ Eğitim Bilimleri Dergisi’nde yayımlanmış makalesini okusalardı belki biraz daha insaflı olurlardı: “Yaşadığımız şehirlerdeki görsel çirkinliklerin sebeplerinden biri de bireylerdeki estetik kaygının yeterince gelişmemiş olmasındandır” demişti. Peki ne yapmalı? “Kaliteli ve etkili bir sanat eğitimi, bu problemi çözecek en önemli unsurdur” diyordu Tuna Hoca ve ekliyordu. “Davranışımızdan giyim kuşamımıza, yaşadığımız çevreye bakışımızdan, onu düzenlemeye kadar.. estetik beğeni ve algılarımızı kullanırız. Bu nedenle bireyin estetik beğeni ve algılama yetisi küçük yaşlardan başlayan eğitimle geliştirilmelidir.” Öyleyse Ulus Anıtı’nı sarı yaldız boya ile boyamaya kalkanı böyle eleştirmeden lütfen düşünün: Ona ilkokulda mı, ortaokulda mı, hangi düzeyde estetik beğenisini geliştirecek dersler verdiniz ki seksen yıllık heykelleri soba borusu gibi boyamağa kalkmasın? Geçenlerde okudum: Eleştirmenlerin “Zevksiz, görgüsüz” diye nitelendirdikleri ABD’li genç bir modacıyı, bir arkadaşı şöyle savunuyordu: Sizin “zevksizlik abidesi” diye nitelendirdiklerizi başkalarına giydirmeğe kalkmaz, kendi giyer, gezerse böyle konuşamazsınız... Her alanda denemelere girişilmesini engellerseniz hep durduğumuz yerde sayarız... Bırakın denesinler, acayip dediklerinizi giyip dolaşsınlar.. bin zevksizin arasından bakarsın bir değişiği çıkar, zamanla benimseriz! Bu doğrudur! Öyleyse bizim heykel boyacılarımız da ulusal sanat yapıtlarımıza saldırmadan önce kendilerini boyasınlar ve öyle dolaşsınlar... Beğenirsek biz de her şeyi, memleketi baştan başa altın yaldızla boyar, onları saygıyla anarız! G erezs@superonline.com Cumhuriyet gazetesinin parasız pazar ekidir. Yerel süreli yayın. (cumdergi@cumhuriyet.com.tr) C M Y B C MY B İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Görsel Yönetmen: Aynur Çolak Sorumlu Müdür: Miyase İlknur Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2 34381 Şişli/İstanbul (0212) 343 72 74 (20 hat) Reklam Genel Müdürü: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörleri: Hakan Çankaya / Neşe Yazıcı Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı (0212) 251 98 74/ 75 / 343 72 74 (554555) Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri / Hoşdere Yolu 34850 Esenyurt / İstanbul