22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

18 OCAK 2009 / SAYI 1191 9 Kıbrıslı. Kıbrıs’ta yaşananları, siyasetini, ekonomisini iyi biliyor, kültürünü de. Son kitabında da Kıbrıslılık konusunu işliyor. Mehmet Hasgüler, “Kıbrıslılık aslında bir aşk ilişkisindeki masumiyetin ve aritmetik dışı olmanın da adı olabilir” diyor. Müjde Arslan Aşkta aritmetik dişiliğin adı: Kıbrıslılık Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde akademisyen olan Doç. Dr. Mehmet Hasgüler, “Kıbrıslılık” adıyla Agora Kitaplığı’ndan yeni çıkan kitabıyla yeni bir kavram ortaya atıyor. Hasgüler, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkleri bir tarafa bırakıp Kıbrıslılık’tan söz ediyor. Hasgüler’le buluşup, sorularımızı yönelttik. Kitapta Kıbrıs’ın bir kimlik meselesinden ibaret olmaması, onun ötesindeki niteliklerinin de bilinmesi gerekliliğine işaret ediyorsunuz, nedir bundan kastınız? Soğuk Savaş döneminde en başta Kıbrıs’a bağımsızlık verilirken bu iki halka hiçbir şey sorulmadı. Sadece size bir cumhuriyet kuruyoruz, Rumlar şu oranda siz bu oranda söz sahibi olacaksınız, sonra anayasanızı bile değiştiremeyeceksiniz, dendi. Bu statü Kıbrıs’ın çok uzun yıllar İngiltere’nin işine yarayacak bir yer olması nedeniyle Türklere ve Rumlara kısıtlanmış olarak verildi. Kısacası Kıbrıs Cumhuriyeti, egemenliği o dönemde üç NATO üyesi ülke tarafından garanti altına alınmış ve siyasi manada bağımsızlığı kısıtlı bir ülke olarak doğmuştu. Bu bağlamda iki halklı bir cumhuriyetin aslında Kıbrıslılık konusuna hayat vermesi gerekirken tam tersi oldu. Bunun da ana nedeni iki halkın liderlerine fikirlerinin sorulmamasının yanı sıra altına imza edecekleri paçavraların önlerine konulmasıdır. İşte 19591960 antlaşmaları bu şartlar altında doğdu. Yani iki halkın rızası alınmadan ve gönülsüzce, İngiliz müstemlekesinden kısmen kopartılarak kısıtlı bir bağımsızlıkla uluslararası topluma kazandırılmak istendi. Böylece iki toplum Afrika ülkelerindeki dekolonizasyon sürecinden de kötü bir “bağımsızlaşma” sürecine sokuldu. Sonuç olarak üç yıl gibi kısa bir sürede çözüm olarak sunulan formül, 46 yıldan beridir 5 BM Genel Sekreteri eskiterek bugüne geldi. Çünkü Kıbrıs sadece kimlik sorunu bağlamında değil siyasal, dinsel, ekonomik veçheleriyle uluslararası ilişkiler disiplinine farklı açıklamalar getirme özelliğine sahip bir sorun. Kıbrıs sorununa Kıbrıslılık kavramı ekseninde bir çözüm önerisi olarak da okunabilir kitap, nedir bu kavramın tam olarak içeriği? Kıbrıslılık bir çözüm önerisidir aslında. Yukarda anlattığımız süreçte Kıbrıs’a 46 yıldan beridir sadece sorun merkezli yaklaşıldı. Fotoğraf: Vedat Arık KIBRISLILIK KAVRAMINI ANLAMAK ŞART Kıbrıs’ın önemini giriş yazınızda çok iyi ifade etmişsiniz, hepsinden biraz içermesi karmaşanın asıl sebebi olabilir mi? Sizin de belirttiğiniz gibi karmaşık bir yapı söz konusu. Ancak şunu da belirtmek gerekiyor, her şey olan aslında hiçbir şeydir de. Bununla birlikte yukarıdaki etkenlerin pozitif olmamasına bağlı olarak da günümüze kadar Kıbrıslılığın tartışılması ciddi bir şekilde yapılamadı. Bu durum biraz da Kıbrıs’ın entelektüel hayatının kısır olmasıyla da alakalı. Her iki toplum açısından da bu böyledir. Yoksa Kıbrıs’ın böylesine bir anomaliyi çözüme kavuşturmayı bu kadar uzun yıllar sadece iki lidere havale etmesi mümkün olabilir miydi? Kıbrıs aslında Lefkoşa’nın iki tarafındaki kahvehanelerde benzer konuşmaları ve algılamaları farklı dilde yapan insanların yaşadığı bir adadır. Nasıl tepkiler görüyor akademik ortamdaki bu tür tartışmalar? Çünkü hâlâ Kıbrıslılık terimini “zırvalık” olarak algılayan geniş bir kesim var Kıbrıs’ta… AB, 2009 Avrupa yılı olacak; ölçü Kıbrıs diyorlar, ne düşünüyorsunuz bu konuda? Kıbrıs’ın AB açısından ölçü olduğu tarih aslında 1 Mayıs 2004’tü. Gayri meşru bir zemine sahip olan ve toplumlararası görüşmeleri süren bir adanın yarısını alıp diğer yarısını da dışarıda bırakmasıyla “Avrupa” yılı, bu yıl olmuştu. Avrupa’da birleşme tartışmalarında ilk referanslar önemli bir bölümünü dinsel inanış söz konusu edildi. Bu bağlamda Hıristiyanlığın ölçüt alınması Kıbrıs’a yaklaşımı da önemli ölçüde etkiledi. Bundan sonrasının AB, ABD, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’ın hesaplarıyla yakından alakası var. Son dönemde iki yerel lider Hristofyas ile Talat’ın görüşmelerinin ise 2012’ye kadar sonuçlanması mümkün görünmüyor. Elbette bu değerlendirmelerde Kıbrıs Türkleri ve Rumlarının aktör olarak dikkate alınması gerektiğine inanıyorum. Kıbrıslı Türkler ve Rumlar barış ve çözüm konusunda ortaya koydukları çaba kadar ve hak ettikleri ölçüde bu değerlerden nasiplerini alacaklardır. Öbür türlü Kıbrıs’ın efendisi olmak başkalarına nasip olacaktır. G Klişelerimiz kadar varız... Ali Deniz Uslu T BELGESEL Baş aktörsüz öyküler... S ivil Hikâyeler, beş öyküyle Türkiye’deki sivil toplum örgütleri ve bu örgütlerin projelerini anlatan bir belgesel. Hikâyeler Türkiye’de çok kaygan bir zeminde duran “sivil” zemin üzerinde icraat yapmaya çalışan, elbette kimi zaman yanlışları, kimi zaman doğrularıyla gündeme gelen örgütlenmelerden kesitler. Öykülerin beşi de birbirinden çok farklı. Biri, yol hikâyesi ve çevresinde örgütlenmenin bir kente kazandırdıkları. Bir başkası bir kadınla ilgili. Hemcinsleriyle dayanışmasının hayatında yarattığı değişiklikler üzerine. Köyde geçen hikâyede ise ortalama bir vatandaşın resmi kurumlarla ilişkilerine ve sivil toplum örgütlerine bakışına değiniliyor. Çocuklarla ilgili çalışmalar yapan örgütler de konu ediliyor. Pembe Hikâye olarak isimlendirilen son öyküde ise özgürleşmek için örgütlenenler anlatılıyor. Daha doğrusu bu sivil hikâyelerin baş aktörleri kendilerini anlatıyor. Dediğimiz gibi konular birbirinden çok farklı ama özgür bir yaşamı hayal edenler ve zorlukları aşmak için paylaşımın önemini bilenler için aslında hiçbir farkları yok... G iyatro oyuncusu Levent Tülek’in ilk kitabı “Lümpen Sözlüğü”ydü. Tülek, bu kitabında, “Oha oldum”, “kal geldi”, “kanka”, “giydirmek” gibi onlarca sözün anlam dünyasını kendince incelemişti. Yeni kitabında ise klişelerin peşine düştü. Medya, siyaset, spor, iş ve sanat dünyasının vazgeçilmez klişelerini bir araya getirdi ve onları kendi mizah diliyle açıkladı. Tülek, çalışmasının sıradanlaşma ve aynılaşmanın getirdiği rahatsızlıktan doğduğunu söylüyor. Tülek’e göre aynılık ve yitirmişlik her mecrada kendine klişeler yarattı, bizler de bunlara kurtarıcı olarak sarıldık. Dildeki sosyal çürümenin başlangıç tarihi ise 1980. Depolitize olan gençler tüketime yönlendirildi ve kültür erozyonu arttı. Tülek, “Bu durumdan herkes şikâyetçi, ama kimse emek harcayıp yeninin peşine düşmüyor. Çünkü biz kolayı seviyoruz. Günlük konuşmamızda üç beş klişe hayatımızı kolaylaştırıyor, anlaşmamızı sağlıyor” diyor, “Ben de onları o kadar sık kullanır oldum ki canıma tak etti”. Tülek kitabının çalışmalarına iki yıl önce başladığını, çalışmasını ilerlettikçe de yüzme bilmeyen bir insanın okyanusta şansını denemesi hissini yaşadığını söylüyor. Peki, nasıl ayırmıştı klişe ve klişe olmayanı? Tülek anlatıyor; “Her şey birbirine girmişti. Beni eleştirenler de oldu, ama cevabı da bir klişeyle vermek mümkündü; ‘bu benim bakış açım’. Zaten korkuyla da kitap yazılmaz. Çıkan iş beni mutlu etti. Derdimi mizah yardımı ile anlatabildiğimi düşünüyorum. Sık kullandığım klişelerden biri ‘bir kitap yazacağım hayatım değişecek’ti, ama değişmedi, değişmeyecek de”. Tülek’e göre bir sorun da “okumama ama yazma”. Kendimizi ifade ettiğimiz sözcükler bu yüzden kısır. İşte bu noktada klişelerin can simidi olduğunu düşünüyor. Biz de konuşurken başlıyoruz aklımıza ilk gelen klişeleri söylemeye. İlk spor klişeleri geliyor; “Artık önümüzdeki maça bakacağız”, “Dostluk kazandı”, “Önemli olan üç puan”, “Kolay maç yok”... Hani can simidi, kurtarıcı klişeler demiştik ya işte onlara da en çok siyasetçilerin ihtiyacı oluyor. Tülek’in kitabından kopya çekmeden geliyorlar hemen aklımıza; “Biz hizmet için buradayız”, “Enkaz devraldık”, “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olduğu şu günlerde”, “Ezan susmaz, bayrak inmez”, “Esefle kınıyorum”, “İki ülke arasında tarihten gelen dostluk”, “Sözde değil özde...”. Önümüzde yerel seçimler var, klişelerin sloganlaştığı bir propaganda dönemi yaşayacağımız kesin. Tülek’e göre klişelerle konuşmamız toplumsal algımızı resmediyor. Yani bir siyasetçi “adam” gibi konuşup derin bir şeyler söylediğinde kimse onu dinlemiyor, ama sloganları bir bir sıraladığında herkes anlıyor ya da anladığını sanıyor. Tülek konuşurken son dönemlerde en çok kullanılan, ama baskıya yetiştiremediği klişeyi hatırlatmadan geçmiyor, o da başbakanın “Kriz teğet geçti” sözü. Ona göre klişeler organik, anlamları özgün, ama yine de gereksizler. Eğitimdeki klişeler ise yaratıcılığın önünü kesiyor. Gençlere inancımız da eksik, o bu inancı “Gençlerin önünü açmak lazım” klişesiyle yitirdiğimize inanıyor. Çokseslilikten korktuğumuzu, özgür düşünmekten çekinir hale getirildiğimizi düşünüyor. Tahammülümüz azaldı, hoşgörü yerini hor görüye bıraktı. Muhalif ve sorgulayan insanlar ise en büyük ihtiyaç. Tülek, Doğulu bir toplum olduğumuzu ve insani yanımızın daha ağır bastığını söylüyor, “Biz nedense Doğulu olmaktan utanır hale getirildik. Batılı olma arzusu içimizdeki Doğuluyu öldürüyor. Tiyatro hocam Haluk Şevket Ataseven şöyle derdi; ‘Doğulu kafada Batılı şapka durmaz.’ Olmaz, olmuyor. Biz insanlığımızı Doğulu kimliğimizden alıyoruz, ona sarılmamız gerekli. Medeniyet, insanlar arasına mesafe koymanın derdinde, aramızı açıyor. Sistem bizi tüketti. Birbirimizi anlamamanın zirvesindeyiz” diyor, “Farklılıklar nefret olarak yansıyor. Çözüm ise tahammülle gelecek”. Tülek, özgürce mutlu olamadığımızdan da yakınıyor. Klişelerle anlaştığımız kadar klişe yaşadığımızı düşünüyor. Buna da çözümü mizah, “İki konuşup bir espri yapalım. Yaratıcı olmasın, ama biraz tebessüm ettirsin yeter. Çünkü buna çok ihtiyacımız var”. G Tiyatro oyuncusu Levent Tülek yeni kitabı “Klişeler Sözlüğü”nde medya, spor, siyaset, iş ve sanat dünyasının klişelerini mizahi bir şekilde bir araya getiriyor. Tülek’i bu dildeki sıradanlaşma ve aynılaşmanın getirdiği rahatsızlık. C MY B çalışmayı yapmaya iten C M Y B AVRUPA’NIN KIBRIS ÖLÇÜSÜ Halbuki iki toplumun sivil güçleri bu parametreyi değiştirip çözüm merkezli konuya yaklaşabilseydi sorun çoktan çözümlenmişti. Kıbrıslılığı devletlerin ve tüm uluslararası aktörlerin dışında Ada’nın kendine özgü özellikleriyle biçimlenmiş bazı karakteristiklerin bileşimi olarak görmek mümkün. Bir yandan adalılık, öte yandan Doğu Akdenizlilik, Ortadoğululuk, dinsel mozaikler ve bunların bütünü içinden ortaya çıkan bir kimlikten bahsedebiliriz. Kıbrıslılık kimliğine ilgi aslında çok yeni değil. Özellikle 1974 sonrası iki toplumdaki aydınlar bu kavramın soruna çözüm üretebileceği konusunda bazı tartışmalar yaptılar. Bu, Kıbrıs’ın yeniden birleştirilmesi konusunda bir anahtar olabilirdi, ama tartışmaların arkası gelmedi. Bu kavramın modern anlamda iki toplumun ulusçuluktan etkilenme meselesiyle de yakından alakası var. Kısacası Kıbrıslılık elbette kitaplaştırılarak tartışmaya açılması bakımından ilktir. Bu manada kitabın Kıbrıs‘ta başlayan tek halk, çift halk tartışmalarına yeni bir enstrüman olması ve pozitif bir rol oynaması katkı koyan tüm yazarların en büyük temennisi. Kıbrıs’ta akademik ortamda her zaman en büyük tepki sessizliktir. Kıbrıslılık zırvadır diyenler sadece Kıbrıs’ta değil her yerde var, Türkiye’de de var. Bu tür değerlendirmeler sosyal bilimlerin esnekliğinden yarattığı ikilemlerden kaynaklanıyor. Bir kere bu konuyu bizlerin gündemine Avrupalılar sokmadan kendimizin Osmanlı’nın Kıbrıs’taki yönetim biçiminden alıp günümüze kadar yaşanan gelişmeleri indirgemeci olmadan analiz etmemiz gerekiyor. Annan Belgesi tartışmalarından eğer ders alınmamışsa dışarıdakiler çözümlerini Kıbrıslılara dayatmaya devam edecektir. Böylelikle dışarıdakilerin önerileri temelindeki çözüm tartışmaları da ilki 1959 ve 2004’teki gibi eğreti olacaktır. Kıbrıslılık işte bu konuda bize farklı bir yol öneriyor. Buna kulak vermek ve bu kavramı derinlemesine anlamak şart. Kitapta Kıbrıs’ın adalılık boyutunun “Türklüğün” ve “Rumluğun” çok ötesinde olduğuna işaret ediliyor. Siz kendi Kıbrıs’ınızı nasıl tanımlarsınız? Aslında Kıbrıs birçok aktörün kendine (çıkarına) göre tarif ettiği bir statüye sahip. Bu da uluslararası ilişkilerdeki belli yaklaşımlara göre doğal. Belli yaklaşımlara göre ise etik değil. Fakat burada Kıbrıs’ın merkezine insan unsurunu koyduğumuzda Kıbrıslılık çok daha derin bir anlam kazanıyor. Kıbrıs soyut ve siyasi analizlerin, hesapların konusu. Kıbrıslılık ise daha çok insanın merkezde olduğu, hoşgörünün, adalı olmanın verdiği yumuşaklığın ve hesapların ötesindeki masumiyetin adlarından biridir. Duygusal olan bir şeydir. Belki de Kıbrıslılık aslında bir aşk ilişkisindeki masumiyetin ve aritmetik dışı olmanın da adı olabilir. Elbette yaşanmış olanı değil yaşamın içindeki gerçek aşk ve gönül ilişkisini anlatıyor ama şairlerin yaptığı gibi değil. Kitabı Kıbrıslı akademisyen yazar Ulus Baker’e adadınız, bunun onun Kıbrıslı olması dışında bir sebebi var mı? Ulus Baker Kıbrıslıydı. Kendisiyle üç dört kez baş başa sohbet etme fırsatı buldum. Kıbrıs konusundaki değerlendirmeleri de çok az insanda bulunan derinlikteydi. Ulus’un erken zamanlarda gerek Kıbrıs konusunda gerekse sosyoloji ve felsefe alanlarında yazdıkları onun filozofluğunun kanıtıdır. Sanırım evrensel düzeydeki akademik katkılarıyla böylesi bir kitaba en çok uyan Ulus’tu. G
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle