Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 18 OCAK 2009 / SAYI 1191 Zelanda’nın iyisi nerdedir? Selçuk Erez Nâzım Hikmet, Paris Gülüm Şair, Güzin Dino’yla Paris sokaklarında... A rkadaşım Bige Gülek’e teşekkür borçluyum: Geçenlerde bana Hüseyin Cahit Yalçın’ın 1935’te basılmış “Edebi Hatıraları”nı hediye etti. Okumamıştım. Tam sırasıymış. Bir yerinde yüzyıl önce, baskıdan, zulümden bunalan basın erbabının ruh halini anlatıyor Yalçın... “Memlekette hüküm süren istibdad ve baskıdan kurtulmak arzuları kalbde pek canlı idi. Ortaya Nuvelzeland’a (Yeni Zeland’a) hep birden göçetmek düşüncesi çıktı... Bir cemiyet varmış, broşürler çıkarmış. Oraya gidenlere bedava arazi veriliyormuş. İklimi, güzelliği son derecede meth olunuyormuş. Mehmet Rauf bu broşürlerden bir tanesini ele geçirmişti... Tevfik Fikret bu bahsi ortaya attı ve her işiten kabul etti... En şiddetli taraftarları arasında göz hekimi Esat Paşa’yı, Hüseyin Kazım’ı, Tevfik Fikret’i, Rauf’u ve kendimi sayacağım. Göç için gereken parayı Esat Paşa bulacağını söylüyordu. Ankara cıvarında ailesine ait büyük bir çiftlik varmış, içinde iki gün dolaşılırmış. Bu çiftlik satılacak, parası Nuvelzelanda’ya gidecek Türk kolonisinin sermayesini oluşturacaktı... Hüseyin Kazım’ın ve benim, arkadaşlardan önce yola çıkarak bir keşif yapmamız bile düşünülüyordu. Bu düşünce uzun bir süre tüm hülyalarımızın zeminini oluşturdu. Benim ‘hayatı muhayyel’ öyküm işte bu düşüncenin ürünüdür. Bugün Paris’te Nâzım Hikmet’in 105. doğum günü kutlanacak. Şairin “gülüm” adını verdiği kentte yaşadıkları, dostlukları, Aragon ve Elsa Avni Arbaş, Güzin Dino, Nâzım Hikmet, Abidin Dino ve Vera (soldan sağa)... ile buluşmaları anlatılacak. Konuşmacılardan biri M. Şehmus Güzel, diğeri şairin zaman zaman “ablam” zaman zaman da “sevgili jandarmam” dediği Güzin Dino. İşte Şehmus Güzel’in yapacağı konuşmanın bir özeti, Nâzım Hikmet’in Parisi’ni anlatan yazısı... Nâzım. İki kere iki dört eder ve balayını gençyaşlı (yazımda hata yoktur) ama yüzde yüz özgür çift Paris’te geçirir. Kimileri çatlar. Çatlasınlar, patlasınlar! Paris kırk gece, kırk gün sürer... Vera giyim kuşama meraklıdır. Nâzım deri ayakkabılara ve ipek çoraplara. Abidin ve bilhassa Güzin ile mağazalar dolaşılır. Zamanını yazmadım mı? Tamam işte yazıyorum, Nisan 1961’deyiz ve Nâzım’ın Paris, Ma Rose’u kitabevlerinin vitrinlerini süslüyor. Malatya gülü sanırsınız. Bu konuyu Zeynep’e ve Başak’a da sormalı sırası ve yeri gelince. Malatyalı gülünü tanımaz mı? Tanır elbette. Nâzım kitabının tanıtımı için Le Divan nam kitabevinde imza gününe katılır. Duyan gelmiştir, duyan koşmuştur ve tıklım tıklımdır kitabevi. “Gölgeleri” bile sıkışır, sıkışır ve bir duvar dibinde ezilmekten kurtulurlar belki, ama yine de eriyip, yerin dibine girip yiterler, biterler. Yoldaşlarım şenlik bugün Paris’tedir. Nâzım Hikmet halayı sürüyor. Mendil halaybaşı Abidin’in elindedir... Sonra gün gece, gece gün olur ve saati gelince Nâzım Vera’sını Paris’te bırakır, Havana’ya “uçar”. Dünya Barış Kurulu adına Fidel’e “Barış Ödülü”nü vermek üzere randevusu vardır. Hem Fidel’le ve Küba ile, hem de T büyük harfle Tarih’le. Küba’daki devrimci çoşku, devrimci gençler, kadınlar, kızlar ve erkekler, yaşlılar ve gördüklerinin tümü şairi son derece mutlu eder. Nâzım’ın Havana Röportajı’nı okumadıysanız, videosunu görmediyseniz hiç geçikmiş sayılmazsınız ve bizde kardeşlerim, geç kalanlara da yer ayrılır. Gönül sofrasıdır bizimki. Buyurun sizi de şöyle alalım. Nâzım konuşmaya başlamak üzere... Akan zaman, duran zaman. Gel zaman, git zaman... Kasım 1962’de Nâzım’ın Leonardo da Vinci ile randevusu vardır. İtalya Mamma Mia ile. Mamma Roma ile. Ama önce Milano ve Floransa’ya gitmek, sanat eserlerine yüzünü sürmek ister Nâzım. Yanında gittikçe güzelleşen Vera, her zaman. Ama bu kuru fasulye ve pilav, balık ve pilaki, imambayıldı (ille bayıltacak imamı yemeden önce, Nâzım’dır bu ve bunun esbabı mucibesi de sual edilemez. Şairdir ve şaire şiiri sorulamaz!) ve rakı mis kokuları, tatları nereden geliyor? Paris’ten evet. Nâzım’ın “Benim Türkiye’m” dediği mekândan; Abidin ve Güzin’in evatölyesinden. İşe bakın, o gün Abidin’lere İstanbul’dan uçakla, evet evet uçakla bir sepet dolusu nevale gelmiştir ve Nâzım ile Vera’nın varışı ile Karaköy, Kumkapı, Beyoğlu, İstiklal Caddesi, Caddei Kebir diye yazar bizim defterler, pat diye 13 Quai SaintMichel’deki evatölyenin işine düşerler. Pat diye, evet. Pata pat, pata pat diye. Bilmem Nâzım’ın Vera, Abidin, Güzin, Jean, Charles ve daha birçok yoldaşıyla o yılbaşı gecesini Paris’te Doktor Hershel ve iki dirhem bir çekirdek eşi Dora’nın evinde geçirdiğini yazmam acımızı biraz azaltabilir mi? Bilemiyorum. Ama yazıyorum çünkü Nâzım o gece çok mutluydu. Bıraksanız, ince uzun bacakları üzerinde yaylanarak iki adım da İstanbul’a atlayabilir, oradan Bursa’ya uzanıp “taştan tayyare” ile geri dönebilirdi. Bırakmadılar... Ama şair yerinden bile kıpırdamadan iç yolculuğunu tamamladı ve döndü. Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim! dedi. Nâzım Hikmet, kendisine ayrılan zaman içinde yaşamanın ve yaşam aşkının tadını çıkardı, her şeye rağmen. Kötülük adamlarına inat! 4 Ocak 1963’te, yanında eşiyle Moskova’ya döndü Nâzım. Evet, Şair Baba birkaç kez geldi Paris’e. Gitti Paris’ten. Evet geldi, gitti... Geldi, gitti... Oysa buraya yerleşmeyi ne kadar çok istediğini çoğumuz veya birkaçımız biliyoruz... Sil gözyaşlarını Zeyno, Başak, sil gözyaşlarını Salih, Gül, Nuri, Şair Baba, Usta, Mavi Gözlü Dev, saçları rüzgârda kızıl bayrak, göğsünde orak ve çekiç Nâzım Hikmet 107 yaşında ve hep bizimle çünkü. G Şehmus Güzel âzım Hikmet “gülüm” adını taktığı Fransa’nın başkentiyle mayıs 1958’de tanıştı. O günlerde General Charles de Gaulle’ün şaibeli bir biçimde başbakanlığa atanmasına muhalefet eden ve bunu protesto etmek isteyen Fransız Komünist Partisi (FKP) ile Genel İş Konfederasyonu (CGT)’nun düzenlediği on binlerce emekçinin katıldığı görkemli bir gösteriye bile katıldı, eşinin/doktorunun yasaklamış olmasına ve Güzin’in sert sert bakmasına rağmen. Eşi doktor Galina şairle Paris’e gelememişti, ama kalp sorunlarıyla karşılaşmaması için bir sayfa kadar tutan “önerilerini” okunaklı bir biçimde yazıp göndermişti. Ve Güzin bunların harfi harfine uygulanmasını denetlemek için kendi kendine yetki vermişti. Ve Nâzım da fena halde “yanmıştı”. Ne içki, ne istediği anda sokakta dolaşmak ne de bilhassa merdiven çıkmak! Hiçbir şeyden çekmedi Nâzım, Güzin’den çektiği kadar(!) ama uysal bir çocuk gibi “ablasının” uyarılarına katlandı. (Nâzım, Abidin ve Güzin’e mektuplarında Güzin’i bazen “abla”, bazen “sevgili jandarmam” gibi nitelemelerle anıyor ve hafif tarafından yükleniyor. Artık o kadarı da olur; yılların arkadaşları ne de olsa.) Ama arada bir kaçamak yaptı. Araştırmalarım sonucunda buldum: Örneğin Güzin’in denetim için gelmesinden çokkkkk önce kalkıp hemen otelinin dibindeki ve SaintMichel bulvarı üzerindeki küçük ama bir görseniz bayılırsınız cinsinden şirin kahvede bir sabah erken saatlerde kahve içtiği Fransız polis raporlarına kayıt edildi. Bunun şaka olduğunu hemen belirtmeliyim. Yarısı şaka ama. Polis kayıtlarında bu konuda iz var mı henüz bilemiyorum, ama Nâzım’ın arada bir sabah erkenden çıkıp aşağıdaki kahvede bir kahve içip iki croissant/çörek yediğini biliyorum. Çünkü bu “suçunda”, Güzin’e asla “çaktırmadan”, onunla işbirliği içinde olan Abidin Dino nam ressamın “ifadesinde” yazılı bunlar. Fakat Nâzım bunu doğrulamaktan kaçındı! O gün, o gösteri günü yani, Nâzım Hikmet, Abidin Dino ve birkaç yoldaşıyla birlikte Republique Meydanı’na kadar yürüdü. Sonra yoruldu ve Abidin’in de ısrarı üzerine, “çünkü işin artık şakaya gelir yanı kalmamıştı”, şair gösterinin sonrasını bir arkadaşının (Charles Dobyznski isimli yoldaşı, sevimli arkadaşımız, “Vitamin Dede” bana bizzat anlattı bunları) evinin balkonundan izledi. Çok heyecanlandı şair. Ne demek yani koskoca Fransa işçi sınıfı değil miydi sokakları, caddeleri, bulvarları ve meydanları dolduran. Bu kızıl bayraklar yoldaşlarım, bu sloganlar arkadaşlar ne demek oluyor? İhtilal yürüyüşte değil mi? Ve o günden itibaren ve hatta biraz öncesinden bile başlayarak birikmiş/biriktirilmiş hasretini gidermek için Nâzım Baba dolaştı durdu başkentte. Şurası Seine değil mi? Şurası Eyfel. Şurası Père Lachaise mezarlığı. Şurası komünarların tepesi; Louise Michel demek burada çarpıştı, elinde tüfek. Evet, elinde tüfek. Demek kadınlar cephenin en önündeydiler. “Bravo!”. Demek çocuklar da savaştı. Demek burjuvazi katliamı burada yaptı. Şurada yatan Marx’ın o güzelim kızı değil mi? Söyleyin bana yoldaşlarım bu yürüyüş nereye böyle, söyleyin ne olur... Nâzım, bu ilk gelişinde, üç hafta kadar kaldı Paris’te. Pek çok şiir yazdı. 1949 ve 1950’de özgürlüğüne kavuşması için basın toplantısı, şiirlerinin Fransızcaya çevrilmesi, imza kampanyası ve daha birçok iş için koşturan Tristan Tzara başta, bütün dostlarına teşekkür ziyaretleri yaptı. Aragon ve Elsa ile tanıştı. Fransız Komünist Partisi’nin isimleri az bilinen, ama sapına kadar ihtilalci militanlarından N Nâzım Hikmet Vera’yla İzmir’de... Hüseyin Cahit Yalçın Nuvelzeland girişiminde yalnız bir noktada Tevfik Fikret ile aramda bir uyuşmazlık çıkıyordu. Fikret ilelebet adada yerleşmek ve memelekete hiç dönmemek düşüncesindeydi. Ben, ‘Hayır’ diyordum, ‘Abdülhamit ölür de memelekette meşrutiyet kurulursa mutlaka buraya dönerim!’ Çiftliği satmak için Ankara’ya giden Esat Paşa oradan bomboş döndü. Ancak, İstanbul ortamından uzaklaşmak bizde bir tür sabit fikir olmuştu. Çünkü hafiyelerle, sansürlerle, nefiler ve zulümlerle sarılı bir hayat içinde vicdanen rahat bir dakika geçirmek pek zordu.” Bu koşullar sadece geçen yüzyılın başında mı yürürlükteydi? Bir daha geri gelmez mi? Ya gelirse? Bu gün biz de Fikret gibi, Hüseyin Cahit gibi sıkılmıyor muyuz, eleştireni ezmeğe kalkmayan, basını, adaleti baskılamayan, sivil toplum kuruluşlarının tümünü ele geçirip bunlardan gelebilecek en ufak bir ters görüşü bile yok etmeye yeltenmeyen bir yönetimin egemen olduğu, iktidarın da muhalefetin de diktatörce yönetilmediği bir Zelanda’nın rüyasını görmüyor muyuz? Ne yapmalı? Birçok tanıdık gibi Yeni Zelandalara gidip yerleşmeli mi, Fikret’in düşündüğü gibi oralarda kalmalı, dönmeyi düşünmemeli mi? Ya da gitmeli ama Abdülhamitler ölünce geri mi dönmeli? Bu rüyayı başka yerlerde mi aramalıyız? Yoksa? Mustafa Kemal en akıllımızdı! Mustafa Kemal’e ve arkadaşlarına bakarak bulabiliriz doğrusunu... Onlar ne yapmışlardı? Bir yere gitmemiş, burada kalmış, güçlüklere göğüs germiş, direnmiş, sonuçta başarmışlardı! Zelanda’nın iyisi başka yerde değildir! Bunları düşünmemize yol açtın, sağ olasın Bige Gülek! G erezs@superonline.com Abidin Dino ve diğerleri imza için bekliyor... Direniş Haraketi’nin isimsiz yıldızları Jean Marcenac, Pierre Biro (Pierre ille “Nâzım’ın koruyuculuğunu yapacağım” diye tutturdu ve yaptı. Pierre bana anlattı bunları, uzun uzun) ve daha niceleriyle tanıştı. Paul Eluard’ı da çok tanımak isterdi Nâzım, ama Paul bu, şiir defterlerini bırakıp çokkkktan ayrılmıştı aramızdan. Şiir defterleri kaldı bize, bir de unutulmaz anıları: “Okul defterlerimin üstüne / sınıfta sırama ve sokakta ağaçlara / kuma ve kara / yazıyorum ismini”. Eluard’ın şiirinin çevirisi daha farklı olabilir, fakat ille biraz katkı yapmak istedim ve biriki sözcük ekledim, fazlası yok, ama “ana fikir” bu. Paris’te coştu Nâzım ve coşturdu. Mavi gözlü dev bu kardeşlerim. Gözlerinde çakan şimşekleri gördünüz mü hele? Yakasında kızıl karanfil, başında kasketi İstanbul’un afilli delikanlısıdır kolkola yürüdüğümüz. Hani İstanbul sokaklarının ifadesini alan, arkasındaki, önündeki ve bilhassa hep sağındaki “aynasızları”, “gölgelerini”, “silik ve silinmeye elleri mahkum herifleri” sobeleyen ve onlardan birkaçına şiirlerini ezberleten delikanlı. Anımsıyor musunuz? İşte o Nâzım yoldaşlarım, Paris’i böyle teslim aldı: Şiirleriyle. Paris de zaten bunu bekliyordu ve bırakıverdi kendini şairin kollarına. Gülüm benim, Paris’im, iki gözüm sen de al beni kollarının arasına, al beni. Bu caddeler, bu kaldırımlar, bu sokak, meydan ve bulvarlar bizim. Louise Michel değil mi şu geçen? Maurice Thorez konuşmuyor mu bu gece “Université Nouvelle”de. Haydi çocuklar oraya evet evet hep beraber oraya gidiyoruz. Duclos da gelmiştir mutlaka. Marty de. Yoldaşlarla halaya durmak için tam zamanıdır. Haydi hep beraber. Nâzım bu, kalbi arada bir tekleyebilir, hayattır bu ve şair önemsemez. Ama bir sarışın görsün, kalbinin tiktakları hız kazanır ve “usta bir dakka bu bizdendir” işaretini verir ve Vera Tulyakova ile evlenir C M Y B C MY B