22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

18 OCAK 2009 / SAYI 1191 Sen İsrail ol ben Filistin Gazze’deki savaşta üçüncü haftayı da geride bıraktık. Füzeler de tepkiler de rutinleşmeye başladı. Savaşla yaşamaya zaten alışmıştık. İsrail’e her zamanki tepkimizi verdik. Haklıydık, çünkü Filistin mağdurdu. Ancak mağdurun yanında olurken başka birilerini mağdur etmedik mi? Musevi vatandaşlarımızı mesela. Onları Gazze’de katliam yapanlarla bir tutmak, Filistin’e verdiğimiz desteğin samimiyetini azaltıyor. Filistin’e destek ırkçılık ve antiSemitizim için araç haline geliyor. Deniz Ülkütekin “İşte böyle” diyerek bitirecekti yaşlı kadın torunlarına, ülkesi Filistin’in kurtuluş hikâyesini anlatırken. Tabii 90’lı yılların birinde savaş uçağından atılan bombanın altında kalmasa ya da 2008’de misket bombalarının oluşturduğu toz dumanının mevzisi içinde yer almasa. İşte böyle değildi, Ortadoğu’nun hikâyesi. Hatta daha fazlası bile değildi. Kimimiz dini Artık Türkiye’deki Museviler için hayat eskisi kadar kolay değil. Ülkede artan antiSemitizm dalgası elbette rahatsız edici. O kadar ki, onlar bu rahatsızlığı gündeme taşımaktan bile fazlasıyla tedirgin oluyorlar. Çünkü söyleyecekleri herhangi bir sözün yanlış anlaşılabileceğini, dolayısıyla nefret dalgasını körükleyenlerin işine gelebileceğini düşünüyorlar. Ne Şalom gazetesi ne de Musevi cemaati, röportaj talebimize olumlu bir cevap verdi. Oysa en klişe tabirle onlar da bu ülkenin vatandaşı. Gazze’de yaşanan savaş hakkında söyleyecekleri mutlaka var. Ancak herhangi bir tarafı haklı bulmaksızın yaşananlardan, öncelikle insanlık adına rahatsızlar. İsrail’in Haaretz gazetesinden Gidon Levy’nin 9 Ocak tarihli yazısındaki ifadeler de onların da duygularına tercüman oluyor: “Bu savaş sorumlularından daha çok İsrail toplumunun köklerine etki ediyor. Irkçılık ve nefret kafalarda gittikçe daha çok yer ediyor. Tıpkı intikam dürtüsü ve kana susamışlık gibi…” Gazze’de en büyük acıyı çocuklar yaşıyor... İSRAİL VE SAVAŞ... İsrail’de savaşa karşı olanlar sırf Levy’le sınırlı değil, birçok kişi ve örgüt küresel bazda yaptıkları çağrıları ve eylemleriyle ses getirmeye çalışıyor. Ancak yine Haaretz gazetesinde yapılan bir araştırma İsrail toplumunun geneli için benzer bir tepkinin geçerli olmadığı belgeliyor. Halkın yüzde 52’si hava saldırılarının devam etmesini istiyor, yüzde 27’lik bir kısım ise hava saldırıları yanında kara harekâtının da başlaması gerektiğini düşünüyor. Yani yüzde 72’lik kesim için Gazze’ye saldırı doğru bir hareket. Herkesin aklına gelen soruyu şair Roni Marguiles soruyor: “Alman faşizminin kurbanı olmuş, altı milyon kurban vermiş, ırkçılık ve ayrımcılıktan bu kadar çekmiş bir halk nasıl böylesine acımasız olabilir?” Cevabı da kendi veriyor “Bunlar İsrail’i iyi tanımayanların soruları”. İsrail’in 2006’da yüzlerce kişinin öldüğü Lübnan saldırısından en çok Karel Bensusan. Gazze’de ölü sayısı her dakika artıyor, kalanlaraysa yardım götürülemiyor. İsrail BM binalarını bile bombalıyor. duygularımızla, kimimiz milliyetçi hislerimizle, kimimiz de özgürlük hislerimize tercüman olsun diye Filistin’i destekledik. Ya da başka bir şeydi, belki Filistin duygularımızı ifade etme aracı haline gelmişti. Biz ne olursak olalım biz iyiydik, onlar kötü; Biz Filistin’dik, onlar İsrail. Sonunda da iyiliğin sınırlarını, yani Filistin’e verdiğimiz desteğin sınırlarını zorlayarak buradaki Musevilere Gazze’de yaşanan vahşetin bir uzantısıymışlar gibi davranmaya başladık. aklında kalan görüntüyü hatırlatıyor. Oğlu 2000 Ekimi’nde Lübnan savaşı sırasında ölen İsrailli bir babanın Lübnan topraklarına nişanlanmış bir füzenin fitilini kameralara poz vererek ateşlemesi bu görüntü. Acılı baba biraz sonra intikamını alacak, belki birkaç dakika sonra ölen çocuğu karşılığında yüzlerce baba acı içinde kalacaktı! Şimdi biraz Türk medyasının İsrailli vicdani retçiler dışında göz ardı ettiği taraftan bakmaya çalışalım. Musevi cemaatine Filistin’e dönmek istemiyorum... Deniz Yavaşoğulları Y ousef Alherbawi, Taksim, Şehit Muhtar Caddesi’ndeki Falafel House’un sahibi. Filistinli Alherbawi, 2002’den beri Türkiye’de. Küçüklüğünden itibaren yurtdışına gitme hayalleri kurduğunu söylüyor; “Filistin hep karışık bir bölge oldu, savaşlar ve olaylardan dolayı pek çok genç yurtdışında okumak istiyor zaten” diyor. O da liseyi bitirince üniversite için Türkiye’ye gelmekte karar kılmış. Bunda, ticaretle uğraşan babasının sık sık İstanbul’a gidip gelmesinin de payı var, Türkiye’yi ve buranın kültürünü kendine yakın görmesinin de. İstanbul Üniversitesi’nde Bilgi ve Belge Yönetimi okuyan Alherbawi, Türkçeyi de burada öğrenmiş. İstanbul’a kolaylıkla alıştığını zaten bu şehri hep çok sevdiğini anlatıyor, onun için burada yaşamanın en büyük sıkıntısı trafik. Bizimle görüşmeye gelirken elinde tuttuğu motosiklet kaskını işaret ediyor, bu sorunla motosiklet kullanarak başa çıkmaya çalışıyor. Falafel House’u açma hikâyesini ise şöyle anlatıyor Alberhawi: “2005 yılında, okulu bitirmek üzereydim, ne yapacağıma dair babamla konuşmaya başladık. O zaman da Filistin’de durum kötüydü. Türkiye’de kalmak istiyordum ve bunun için ne yapabiliriz diye düşündük. Aklımıza falafel yapan bir yer açmak geldi, aslında bu bizim aile mesleği. Gerçi daha önce birçok falafelcinin açılıp, tutunamayarak kapandığını duymuştuk. Yine de denemek istedik ve burayı açtık. Türk mutfağı çok geniş olduğundan dolayı böyle bir şeyin tutması çok zor, ama biz şanslıymışız, tuttu.” Falafel, nohut, bazı özel sebzeler ve bahararatların karışımından oluşan bir sebze köftesi, bir özelliği de kalorisinin düşük olması. Filistin ve Lübnan’a ait yöresel bir yiyecek. Falafel House ise küçük ve sevimli bir yer. Alberhawi’nin anlattığına göre, önceleri sadece yabancılar ve Ortadoğu’yu görmüş kişiler ilgi duyarken, şimdi her kesimden talep görüyorlar. Kasımpaşa’dan çok sipariş almaya başladıklarını söylüyor, bu da ilgilerini çekmiş. Alherbawi’nin tüm ailesi Filistin’de, ama babası İstanbul’a gelip gidiyor. İki aydır da burada. Filistin’deki durum hakkında ailesinin ne düşündüğünü neler yaşadığını soruyoruz, onların Batı Şeria’da, El Halil’de olduklarını, bulundukları bölgenin Kudüs’e yakın olduğundan dolayı saldırıya maruz kalmadığını söylüyor. Filistinlilerin olaylara alışık olduğunu da belirtiyor, “Şu an olaylar çok şiddetli, ama zaten son 50 yıldır durum böyle. Hiçbir zaman tam olarak durulmadı. Siyaset herkesten daha büyük, belli bir plan var ve o uygulanıyor, nereye kadar sürecek bu savaş bilemiyorum. Sadece bu ne ilk ne de son olacak, burası kesin” diyor. Oradakilerin dua etmekten başka bir çarelerinin olmadığını söylüyor, iki taraf için de üzülüyor. Yousef Alherbawi, en son beş buçuk yıl önce Filistin’e gitmiş. Girişçıkışın döneme ve olaylara göre zorlaştığını söylüyor; kimi zaman yirmi dakika, kimi zaman da on saat zaman alabiliyormuş. O, Türkiye’de kalmakta kararlı, insanın ülkesinden ayrı kalmasının zor olduğunu da kabul ediyor, ama bu şartlarda oraya dönmeyi istemiyor. Çok da yoğun çalışıyor; “Bırakın Filistin’e gitmeyi, izin günüm bile yok zaten” diyor. Ailesi ise koşullar ne olursa olsun buraya yerleşmeyi düşünmüyor. Alherbawi; “Her şeyleri orada, onlar için hepsini geride bırakıp gelmek çok zor. Ben buraya kolay alıştım, burada olmaktan çok memnunum ama onlar için aynı şey geçerli değil” diyor. Yousef Alherbawi, yabancı olduğu için Türkiye’de hiçbir sıkıntı çekmemiş. Türklerin genelde Arapları sevmediklerini, ama Filistinlilere karşı büyük sempati duyduklarını söylüyor. Sempati son olaylardan sonra daha da artmış. Filistinlilerin de Türkiye’den gelenlere apayrı davrandıklarını anlatıyor, “Filistin’e gidin, bir restorana gidin Türk olduğunuzu söyleyin, sizden hayatta para almazlar” diyor. Tabii, Alherbawi’nin Türkiye’de kalmak istemesinde Falafel House’un tutmasının da payı var. Şimdi paket servisine de başlayan lokantaya ve falafellerine ilgi gitgide artıyor. En çok Beşiktaş, Ortaköy, Etiler, Gayrettepe, Şişli, Kasımpaşa, Tünel ve Karaköy’den sipariş alıyorlar. Paket servisi için mesafe sınırı yok, daha doğrusu mesafe sınırı falafelin sıcak kalmasıyla alakalı, çünkü Alherbawi’nin söylediğine göre falafel sıcak yenmeli, yoksa aynı tadı almak mümkün değil. G yakın biri neden olaya diğer taraftan bakılmadığını sordu. Tüm bu endişeyi yaratan “siz de onlardansınız” tavrı kendilerini çoksesli platformlarda ifade etmelerini engellerken aynı zamanda doğal bir cepheleşmeyi de beraberinde getiriyor. Burada kimin haklı ya da haksız olduğu meselemiz değil. Çünkü Musevi vatandaşlarımızın yaşadığı ikilem kimi haklı, kimi haksız kimi de yersiz tartışmaları beraberinde getiriyor. Karel Bensusan da Musevi cemaati içinde müthiş bir antiSemitizm korkusunun hâkim olduğunu söylüyor. Bunu, öncesinde konuştuğumuz cemaate yakın kişiler de belirtmişti. Çünkü sürekli ölümle tehdit ediliyorlar, tehditler internetten gelen epostalara kadar uzanıyor. Bensusan’a göre bunlar İsrail’in savaş politikalarının tüm Musevilere mal edilmesinin bir sonucu. Üstelik çok da korkutucu. Bu yüzden hem Türkiye’de hem de dünya ırkçılığa karşı kampanyaların acilen geliştirilmesi gerektiğini düşünüyor. Tabii ki burada konunun iyi ayrılması gerekiyor. Türkiye’de antiSemitizme dur demek elbette Gazze’de yaşananları göz ardı etmek değil. Geçen hafta Taksim’de Küresel BAK tarafından düzenlenen yürüyüşte varolan ve belki bir daha hiçbir arada görme şansı bulamayacağımız insanlar yanındakilerin hangi zıt ideolojiye yakın olduğunu pek umursamıyordu. Peki önümüzde böyle bir örnek varken topyekun meydanlara doluşup Musevileri dışlamak ne anlama geliyor? Bensusan için de antiSemitizm karşıtlığı Gazze’de yaşanan olaylara duyarsız kalmak demek değil. “Ortada insanların cayır cayır yandığı, insan haklarının tamamen ihlal edildiği bir savaş var” diyor. Bu yüzden de barış söylemini ihmal etmemek gerek, çünkü meydanlarda attığımız nefret sloganları Filistinli kardeşlerimiz için pek bir işe yaramıyor. Hatta cepheyi daha da genişletiyor. Bensusan’a göre Filistinliler de şu kadar kişi öldürmüştü” demek yapılan hiçbir saldırıyı meşrulaştırmıyor ve barışı arka plana atmaktan başka bir işe yaramıyor. Dediği gibi barışı ve antiSemitizm karşıtlığını birlikte götürmek en önemlisi… Filistinli Yousef Alherbawi, 2002’den beri Türkiye’de yaşıyor. Falafel House isimli restoranın da sahibi. Restoranda, Filistin’e ve Lübnan’a özgü bir yemek olan falafel satılıyor. Küçüklüğünden beri yurtdışına gitme hayalleri kuran Alherbawi, ülkesine dönmeyi düşünmüyor, çünkü orada savaşın biteceğine inanmıyor. KİMLİK KONTROLÜ Museviler içinde Karel Bensusan kadar yapıcı olamayanlar da var. Can Suldur Nişantaşı’nda, artık hayatımızın doğal ritüellerinden biri haline gelen polisin kimlik kontrolü sırasında yaşadıklarından son derece rahatsız. Anlattığına göre kimliğin arkasındaki “Musevi” yazısını gören polisin bakışından sonra cop yemiş kadar olmuş. Tehdit sırf bununla sınırlı değil tabii. Yakın çevresi de tepkilerini açıkça belirtmeye başlamış. “İnsanların cahilce açıklamalar yüzünden toplumun her kesimi bize sanki savaşta Filistinli öldürüyormuşuz gibi davranmaya başladı” diyor. O zaman kendisinin de buradaki Müslümanlarla Suudi Arabistan’da katliam yapanları bir tutması gerektiğini söylüyor. Musevi cemaatinde ve çevresinde açıklama yapmaya yönelik çekingenliği de anlayışla karşılıyor. “İnsanlardan ne yapmalarını bekliyorsunuz ki, biz burada nabza göre şerbet vermek zorundayız. Gitgide istenmediğimiz bir yerde hayatlarımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Burada yaşamak istiyorsak, bunu unutmadan hareket etmeliyiz” diyor... G Fotoğraf: Vedat Arık C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle