22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

11 OCAK 2009 / SAYI 1190 Hukuk ya da sinema hepsi adalet için... Esra Açıkgöz Remzi Kazmaz, avukat ve yönetmen. Onun için ikisi de haksızlıklara karşı tepkisini göstermenin yolu. O yüzden mahkemede politik davaları üstlenmekten çekinmiyor. Kamerasını ise, toplumsal konulara çeviriyor. Kazmaz şimdi uzun metrajlı filmi için sabırla çalışıyor. B ir insan 55 yıla ne sığdırır? Siyaset, kaçaklık, aşk, çocuk, geçim sıkıntısı, yoksulluk, ölümler, yargılanmalar, cezaevleri, açlık, hukuk ve sinema... Remzi Kazmaz’la kısa bir geziye çıkıp, bir insan 55 yıla ne sığdırabilir birlikte görelim... Hemşinli Kazmaz. Annesi ev kadını, babası çay işçisi. Hayatındaki dönüm noktalarından biri Rize Eğitim Enstitüsü’ne gitmesi. Herkesin 45 günde bitirdiği enstitüyü, dört yılda tamamlamış, tembel filan olduğundan değil, siyasetle ilgilendiği için dört kez atılmış. Atılma nedenlerini düşündükçe daha çok girmiş siyasetin içine, girdikçe de atılmaya devam etmiş. “Başta bir Hemşinli inadıydı, o inat daha sonra birikim, bilgilenme dönemine geçti” diyor. İstanbul Üniversitesi Hukuk bölümünü kazanana kadar, birkaç kere üniversite sınavına girmiş. Hukukla ilişkisini, “Haksızlığa karşı, evde, sokakta, tarlada, nerede olursa olsun bir başkaldırı vardı. Mazlumun hakkını savunan bir tepki oluşmuştu” diyerek anlatıyor. İstediği olmuş, ama daha ilk senesinde, yani 16 Mart katliamının ertesi yılında okula girdiğinde kendini katliamın protestosunda bulmuş, gözaltına alınmış. İstanbul’a gelişinin üçüncü gününü Beyazıt Karakolu’nda geçirmiş. Okuldaki işgale de katılınca atılmış. Rize’de çay fabrikasında çalışarak işçi örgütlemiş. Cezaevine girip çıkmış, ilki, Türkeş’i Rize’ye sokmamak için yaptıkları gösteri yüzünden. 80 ihtilali Kazmaz’ı Rize’de yakalamış. Bir süre dağlarda kalmış, sonra tutuklanmış. İstanbul, Ankara, Trabzon ve Rize’de sorguya çekilmiş, 96 gün işkencede kalmış. İşkencede iki ölüme şahit olmuş, öldürülenlerden biri Ahmet Kırlangıç, diğeri Ahmet Uzun. Kazmaz’ı da öldü diye morga bırakmışlar ama gözaltı süresi boyunca sırtına yatağını yüklenip, karakol kapısı önünde nöbet tutan annesi inatla direnmiş ve kurtarmış, morgdan çıkarılıp yaşama döndürüldüğünde 48 kiloymuş. “Ahmet Uzun işkencede öldürülmüştü, ailesinin tepkisi ses getirince beni de öldürmeyi göze alamadılar. 24 gün aç bıraktılar, sidik içirdiler. Sorgudan, sadece adımı, soyadımı söyleyip çıktım” diyor. İdamdan yargılanmış, ancak sorguda bir şey söylemediği için tahliye etmek zorunda kalmışlar. 3.5 yıl sonra dışarı çıktığında ilk kucaklaştığı elbette eşi olmuş. Burada bir parantez açıp, evlenmesini anlatalım... “Fakültenin en güzel ve akıllı kızıyla tanıştım” diyor Kazmaz, “Aramızda sınıf farkı vardı, aşiret kızını sevmişim. Cezaevine ziyaretime geldiğini ailesi öğrenmiş. Ya beni ya onları seçmesi gerekiyordu. Beni seçti.” düzende iyi bir hukuk sisteminin gereğini bilmesi, bir de hukuk iyi uygulanmadığından cezaevinde olduğuna inanmasıymış. Bu çabalarının karşılığını okula başladığında, 600 öğrenci arasından mezun olabilen 30 kişi içine girerek almış. Bir kızı olmuş, İpek İlhan. Tam her şey yoluna giriyor derken, trafik kazasında eşini kaybetmiş. Bu üzüntüden kendini işe vurarak uzaklaşmaya çalışmış, iyi para kazanmış. Şimdi bakınca “Belki hırstı” diyerek hatırlıyor “ancak hiçbiri beni tatmin etmedi.” KIZIM BENİ ARTIK ANLIYOR... Remzi Kazmaz, Rize’de amatör sporcuyken (üstte). Hapishanede hukuk çalışırken... Cezaevinde evlenmişler, ancak elini bile tutamamış. “Tek tip elbise giyersen eşinle kalabilirsin dediler. Reddettim, ilk defa orada ağladığımı hatırlıyorum. Mücadele bizi çok katı yapmıştı, cenazelerde bile ağlamazdık” diyor. Neyse ki af gelmiş. “Beş parasız, aylak aylak gezen, ama sevdalı bir adamdım” diye tanımlıyor o zamanki halini Kazmaz, “Ucuza bir ev tutmuştuk, sadece yatak ve çaydanlığımız vardı. Eşim stajyer avukattı, ben son sınıftaydım. Üç ay hazır çorba, çay içebildik. Cezaevinden çıktığım için akrabalar da yardım etmeye korkuyorlardı.” Cezaevinde olduğu sürece hukukla bağını koparmamış, arkadaşlarının dilekçelerini yazmış, geceleri hukuk çalışmış. Arkadaşları için, idamdan yargılanan birinin hukuk çalışması anlamsız gelse de, onda bu hukuk ilgisini canlı tutan, sosyalist Politik davaları hiç bırakmamış. En çok Gazi Katliamı’nın davasından etkilenmiş. “11 yıl sürdü, sekiz yıl Trabzon’a gittik, saldırılara uğradık. Bu dava benim için avukatlıktan ziyade, orada tanık olduklarıma karşı bir direnme, zulme, katliama karşı bir ses olmam gerektiği inancımdı. 20 polise dava açıldı, 18’ini hemen serbest bıraktılar. İki kişiye bir yıl sekiz ay ceza verdiler. Bugün bir köpeği öldürsen bir yıldan fazla ceza alıyorsun, 23 kişinin katillerini serbest bıraktılar. Davanın tekrar açılması için AİHM’ye gittik” diyor. Ölüm oruçlarıyla ilgili davalara da bakmış. İki yeğenini de bu ölüm oruçlarında kaybetmiş, Zehra ve Canan Kulaksız. Kendi de ölüm orucuna yatmış, 18 günün sonunda talepleri kabul edilince bırakmış. Uluslararası sözleşmelerle koruma altına alınan, Milli Park Fırtına Vadisi’ne hidroelektrik santral kurulmasıyla ilgili davaya bakmış. İkinci eşi, Esra’yla da bu sırada tanışmış. Bu aşkı “Ölüm oruçlarında kaybettiğim insanlar, yakınlarım, ardı arkası kesilmeyen davalar, cezaevleri... Gece gündüz ceset kaldıran, morgda ölümlerin raporlarını tutan, her gidişte dayak yiyen bir avukatım. O halde bile insan gönlü sevebiliyor demek ki” diyerek anlatıyor. Sekiz yıldır birlikteler, beş yaşında bir oğulları var, Deniz. Şimdi Bodrum’da yaşıyorlar. Az da olsa bu ağır yaşamın, acıların arasında nefes alabilmek, dinlenmek için Bodrum’a tatile gitmişler ve bir daha dönmemişler. Kazmaz’ın yönetmenliğe atılması ise Gazi Davası’nda olmuş. “Hukuk sistemimiz zenginden, sistemden yana. Gazi Davası’nın televizyonda çarpıtılarak yansıtıldığını görünce, elime kamerayı aldım. Hüseyin Karabey’le bir şeyler yapmaya çalıştık” diyor. Böylece ilk filmini, Gazi Davası’nı anlatan “Gereği Düşünüldü”yü çekmiş. Film yasaklansa da, dokuzu uluslararası pek çok ödül almış. “İzleyenler ağlıyordu. Bir tepki olarak başladığım sinema hoşuma gitti. Nasıl ki hukuku tercih etmem, zalime, zulme karşı olmaktan, eşitlik, adalet istememdense sinema da bunları anlatmam için yol, üstelik en etkili yol. Bir de lisede tiyatro yaparak başladığım sanatı, siyasi faaliyetler nedeniyle geri plana atmıştım, yeniden hayatıma soktum.” Ülke tarihindeki faili meçhulleri anlatan Gayrimuayyen, Fırtına Vadisi’nde yaşanılanları anlatan Vatandaş Mustafa filmlerini yapmış. Efes’teki durumu anlattığı Virgin Mary ile Hemşin ve Lazutlar adlı filmleri de yakında gösterilecek. Şimdi uzun metrajlı bir filmin hazırlığını yapıyor, hayatından yola çıktığı film, bir anneoğul ilişkisi üzerinden 12 Eylül’ü anlatıyor. “İnsanların yaşadıklarını anlatacağım, çünkü beni kızım bile anlamıyor. Hatırla Sevgili’yi izledikten sonra, bunları mı yaşadınız diyebildi. Oysa 20 yıldır anlatıyordum yaşanılanları... Bu sinemanın gücü. O yüzden ne kadar eleştirilse de, böyle filmlere ihtiyaç var. Çok sabırlı çalışıyorum, çünkü bu, birçok insanın sorumluluğunu taşıyan bir konu” diyor. G Onlar da bizim gibiler ve buradalar! Her gün binlerce insan, ülkelerini terk edip yollara düşüyor. Tek istekleri, daha iyi koşullarda yaşayabilmek. Oysa çoğu çıktığı yolculukta hayatını kaybediyor. Ege de mültecilerin geçiş noktalarından biri. Türkiye, Yunanistan, İtalya, Avusturya ve Almanya’dan gönüllülerin oluşturduğu Kayiki grubu, mültecilerin durumunu gözler önüne sermek için kampanyalar düzenliyor. Baran Taşar “Mültecileri görüyor musunuz?” “Onlar buradalar”... Rengiyle, sıcaklığıyla Ege’yi hatırlatan bu kartpostalların her yerinde acı var aslında. Ülkelerini bırakmak zorunda kalıp, kendilerine yeni bir yaşam aramak için yollara düşmüş, denizleri, dağları, ormanları aşmaya çalışan, on binlerce insanın acısı bu. Onları bu karelerde göremezsiniz, tıpkı aslında yaşamda da çok yakınımızda oldukları halde görmediğimiz, görmek istemediğimiz gibi. Her gün onlarca mülteci Avrupa Birliği ülkelerinde yeni bir yaşama başlamak için Ege’nin bir kıyısından diğerine, Yunanistan’a geçmeye çalışıyor. 19942008 yılları arasında Ege Denizi’nde 410 kişi öldü, 402 kişi ise kayboldu, bunlar bilinenler, gerçekse çok daha fazla... Batan zodyaklar, denizde yaşam mücadelesi veren, çıktıkları karada şiddete uğrayan mülteciler... Türkiye, Yunanistan, İtalya, Avusturya, Almanya’dan gönüllü, eğitici, sanatçı ve sivil toplum kuruluşu çalışanlarının bulunduğu ve 2008’de Chios adasında oluşturulan “Kayiki” adlı grup, göçmenler ve mültecilerin yaşam koşullarına ve içinde bulundukları ölüm tehlikesine dikkat çekmek, insanları göçmen ve mültecilerle ilgili bilinçlendirmek amacıyla bir kampanya gerçekleştirdi. Antoniou Myrsini, Aykan Özener, Apostolos Makaratzis, Athina Andrianakou, Can Aydın, Delizi Flaccavento, Efi Latsoudi, Ethem Özgüven, Ergi İşbilen, Fahri Aral, Feride Demirkan, Hakan Yılmaz, Itır Erhart, Kamil Saka, ayakkabıları bile olmayan mültecilere rastladık... Dünyadaki sömürü düzeni sürdükçe, üçüncü dünya ülkelerindeki kaynaklar tükenecek ve binlerce insan yollara dökülecek. Üzerlerine ateş açsan bile gelecekler. Çünkü ne yiyecek bir şey var, ne hayat garantisi, ne demokrasi. İnsan tacirlerinin Ege’deki kaçakçılıktan kazandığı ciddi paralar var. Sekiz kişilik zodyaka 20 kişi bindirip, çoluk çocuk insanları denize bırakıyorlar, çok azı kıyıya ulaşabilir. Üstelik çoğunun cesetlerine bile ulaşılamıyor” diyor. Onu en çok etkileyen, sahil boyunca sürüklenen mültecilerin yırtılmış kimlikleri, günlükleri, çizimleri olmuş. “Kimliklerini tanımlayan ne varsa hepsini kıyıda bırakıp öyle denize açılıyorlar” diyor, “Çünkü hepsi Somali gibi çok kötü durumda olan ülkelerden geldiklerini söylüyorlar ki, geri yollanmasınlar”. Bu kampanyanın diğer bir önemi de, Yunanlılar ve Türkler arasında yarattığı diyalog. Yaz sonunda Midilli’de geniş bir toplantı yapılacak. No border grubunun düzenleyeceği toplantıya, Kayiki dışında konuyla ilgili çalışan geniş bir kesim temsil edilecek. Son sözü Kayiki’ye bırakalım, kartpostallarında yazdıkları her şeyi anlatıyor: “Kendi ülkelerindeki baskılardan, hak ihlallerinden, açlıktan kaçan insanlar çok tehlikeli ve sonu belirsiz bir yolculuğa çıkarlar. Bu insanlar güvenli olduğunu var saydıkları coğrafyaya giden yolda ülkelerini, en sevdiklerini ve bütün birikimlerini arkada bırakırlar, belleklerini haklarını ve onurlarını değil. İltica suç değildir. Hepimiz aynı kayıktayız”. G Katia Andrianakou, Natassa Strachini, Nevzat Arı, Marianna Tzeferakou, Onur Özen, Orçun Ulusoy, Osman Umuroğlu, Ömer Öztürk, Petra Holzer, Selçuk Erzurumlu, Serkan Çiftçi, Sezen Ahıskal, Süleyman Yılmaz, Stelios Kraounakis, Taner Kılıç... Listeye her gün yeni isimler ekleniyor. Hiçbir maddi kazanç beklemeden gerçekleştirilen projeye Güre Belediyesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi, Çanakkale 18 Mart Üniversitesi gibi kurumlar da destek oldu. Kampanya kapsamında Almanca, İtalyanca, Fransızca, İngilizce, Arapça, İspanyolca, Yunanca ve Türkçe yayımlanan 30 saniyelik filmler ve kartpostallar oluşturuldu, bunlara www.vimeo.com‘a “kayiki” yazarak ulaşabilirsiniz. Yakında Fahri Aral tarafından kartpostallar bastırılacak. Kayiki grubundan, İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Ethem Özgüven, “Midilli adasına her gün 100 mülteci çıkmaya çalışıyor. Mülteciler, iki tarafta da çok ciddi şiddet görüyorlar. Avrupa sınırlarını gittikçe sıkılaştırıyor. Hatta en dış ülkede, Yunanistan’da bir sınır oluşturmaya çalışıyor; Yunan adalarında, İtalyan, Fransız kıyı koruma tekneleri görebiliyorsunuz... O yüzden bizden mültecilerle ilgili bir kampanya istediklerinde hemen kabul ettik” diyor. Mültecilerin yaşadıkları sorunları bilseler de, kampanya süresince gördükleri onlarda başka bir farkındalık yaratmış. “Basınımızda Yunanistan aleyhtarı bir haber anlayışı var, oysa ortak bir sorumluluk olduğu bilinmeli. Bu sorumluluk paylaşılmazsa sorun çözülemez. Mesela, Behramkale civarında çekim yaparken, yolda Türkler tarafından dövülmüş, paraları çalınmış, C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle