22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 11 OCAK 2009 / SAYI 1190 Dişsiz karikatüristler zamanı... Valeri Kurtu, Moldovyalı bir karikatürist. Karikatürün duayenlerinden olarak biliniyor. Berlin’de yaşıyor ve yaşamını sadece sanatıyla kazanıyor. Çizgileri muhalif ve sert. Bu yüzden kimi yüzünü buruşturuyor, kimi heyecanlanıyor. Bir Alman gazetesinin yayımlamadığı bir işi İtalya’dan büyük ödülle dönebiliyor. Kurtu ile Berlin’de görüştük. Halis Dokgöz arikatürcü arkadaşım Hayati Boyacıoğlu ile Berlin buluşmamızda karikatürün duayenlerinden Valeri Kurtu’nun Berlin’de yaşadığını öğrenince nasıl görüşebilirim diye düşünmeye başlamıştım ki Hayati istersen seni görüştüreyim, dedi. Bir öğleden sonra Valeri Kurtu oldukça şirin evinde; eşi ve çocuğu ile birlikte bizi kabul etme inceliğini gösterdi. Evi yeşil bir bahçeye bakan kutu gibi küçük ama işlevselleştirilmiş, girişten itibaren heykeller, keramikler, tablolar, ödüller ve karikatürlerle bir müzeyi andırıyordu. Müzeden farklı olarak sıcak ve rengârenkti. Valeri Kurtu 1956 yılında Moldova’da doğdu. Moskova’da Sanat Fakültesi sinematografiden (WGIK) derece ile mezun oldu (1982). Çizgi film alanında uzmanlaştı. Avrupa Karikatürcüler Birliği Federasyonu (Feco1986) ve Rusya ve Moldova’da sanatçılar birliğinin üyesi (1990) oldu (1990). İki komedi filminde Butshumul Chishinau’yla çalıştı. Hindistan ve Nepal’de de işler yaptı. Çalışmaları Ciparusch (Moldova), Krokodil (Moskova), Urzika, Moftul Romin, Flakera, (Romanya), Romanya Libera, Eulenspiegel (Almanya) gibi gazete ve dergilerde yayımlandı. Çalışmalarını halen bağımsız olarak Berlin’de Europa Zentr, Eulenspiegel, Stiftung Warentest’de sürdürüyor. Çizgi film konusunda sanatsal yönetici ve danışman olarak çalışıyor. Eşiyle birlikte ürettikleri bir atölyesi var. Kurtu, katıldığı uluslararası yarışmalarda 50’nin üstünde ödül kazandı. Uluslararası yarışma ve festivallerde jüri üyelikleri yaptı. Önemli bazı ödülleri; 1991 Kostinesht (Romanya) 1.’lik ödülü. 1992 Olen (Belçika) Büyük ödül. 1992 Skopje (Makedonya) Altın Kupa 1992 Edinburgh (İskoçya) Büyük ödül. 1995 Bordighera (Italya) Altın kupa. 1998 Langnau (İsviçre) 1.’lik ödülü. 2001 Porto (Portekiz) 1.’lik ödülü. 2003 Taipei (Tayvan) 1.’lik ödülü. 2004 Istanbul (Türkiye) 1.’lik ödülü. 2005 Ankara (Türkiye) 1.’lik ödülü Çöpten gelecek yaratanlar Yaşamları çöpte buldukları kâğıda, demire bağlı. Burun kıvrılsa da bu bir iş kolu, çalışanların sıfatı da geri dönüşüm işçileri. Aralarında gençler, çocuklar da var, Valeri Kurtu, Almanya’da yayımlanmayan, İtalya’da ödül alan karikatürüyle... VALERİ KURTU KİMDİR? yaşlılar da… İstanbul’a gelme nedenleri işsizlik ve yoksulluk. Yine de suçlamaktan çok savunma içindeler; Danimarka’dan Herald Bistro, Fransız Damien Glez, Polonya’dan Peter Bruegel, Çek Adolf Born en çok etkilendiğim çizerler. Belki etkilenişimden olacak çizgilerimde ayrıntıların büyük önemi vardır. Desenimi ve çizgilerimi ayrıntılar üzerine kurgularım. Ayrıntı çizmek kâğıdı tek tek işlemek en büyük tutkum. Yeni çizerlerden de çok şey öğrendim ve de öğreniyorum ama özellikle ön plana çıkarmak istediğim biri de yok. Türk karikatürü hakkında ne düşünüyorsunuz? Özellikle son dönemlerde Türk karikatüründe bir hareketlenme bir canlılık göze çarpıyor. Türk karikatürünü çeşitli yarışmalar, sergiler ve internet ortamından izliyorum. Karikatür sanatında bir yerinizin olduğunu yarışmalar ve Moldova’dan Berlin’e sonradan göç etmiş. Almancası çok iyi olmadığı için sorularımı Türkçe sordum, Hayati Almancaya, eşi Rusçaya çevirdi ve tersinden bir döngü ile tekrar Türkçe’ye gelindi. Karikatür sanatı dışında yaşamınızda diğer sanat dalları ile ilişkiniz ne düzeyde? Sanatı birbirinden ayırmak çok mantıklı değil, sanatın tüm dalları ve alanları ile ilgiliyim. Yaşadığım mekândan başlayarak kullandığım ev araç ve gereçleri, masa, sandalye hatta mobilyaları bile kendim tasarlarım ve yaparım. Keramik, resim, portre çalışmaları yanında karikatür başlı başına ayrı bir ilgi alanım. Karikatür özellikle Türkiye’de eğitimi alınan bir alan değil sizin bu konuda bir eğitiminiz oldu mu? Karikatüre nasıl başladınız? Kinematografi çizgi film alanında Moskova’da akademiyi bitirdim. Sinema için gerekli kostüm, duvar, bahçe vs. sahne sanatlarının uygun yapılması ve yapılandırılmasına ilişkin eğitim aldım. Bu alanda eğitimim altı yıl sürdü. Akademi öncesinde dört yıl kadar sanat kolejine devam ettim ve burada da teknik çizerlik yeterliliği kazandım. Sonuç olarak akademiden sinema ve çizgi film bölümünü bitirdim. Sonrasında iki yıllık bir eğitim daha alarak çizgi film rejisörlüğü yaptım ve bu alanda ödüller aldım. Süreçte para kazanmak için karikatür çizdim ve karikatür yarışmalarına katıldım. K Karikatürde çizgi anlayışınız ve temel felsefeniz nedir? Karikatürde espri, çizgi, renk ve desen bir bütün olmalı. Karikatürün uluslararası evrensel bir dil olduğuna inanıyor ve çizimlerimi bu doğrultuda yapıyorum. Yazısız mesaj veren sanatsal estetik kaygılarla eserlerimi üretiyorum. Ancak talep üzerine istenirse yazılı ve ticari amaçlara yönelik karikatür ve desen çalışmaları da yapıyorum. Çünkü ben bir profesyonelim ve yaşamımı buradan kazanıyorum. Yani bir kendi içsel bütünlüğüm için, bir de hayatta kalmak için çiziyorum. Karikatüre başlarken hangi çizerlerden etkilendiniz? Şimdilerde hangi noktadasınız? ödüllerden de gözlüyoruz. Türk karikatürünü keyifle selamlıyorum. Kurtu’ya göre dünya nereye gidiyor? Dünya batıyor! Ancak bu batış mizah dolu ve tabii ki içinde ironiyi de barındırıyor. Bu mizah, bu humor olmazsa yaşamak da olanaklı olmayacaktı zaten. Çok sevdiğim ve zaman zaman yaşamda tutunmamı ve ayakta kalmamı sağlayan bir atasözü var “Çıldırmak istemiyorsan mizahla yaşayacaksın”. Çünkü hayat yıldan yıla daha da zorlaşıyor ve gittikçede çekilmez bir hal alıyor. İyi ki mizah var demeden kendimi alamıyorum ve bu durumlarda tek sığınağım karikatür oluyor. Karikatür sanatının geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? Günümüzde ne yazık ki karikatürcülerin dişi yok, çünkü kavga etmekten korkuyorlar. Gazete ve dergiler sesleri yükselmeye, eleştirel çalışmaları yayımlamaya çekiniyorlar, bir nevi siniyorlar. İnsanlar doğal olarak korkuyorlar. Karikatürcüler de bu gelişmeyi saptadıkları ve sezdikleri için gazete ve dergilerin istekleri doğrultusunda sorun(!) yaratmayacak türden şeyler çiziyorlar. Şu an editoryal karikatürü fotoğraf olarak bile değerlendirebiliriz, sanki bir dolgu malzemesi. Özgür şeyler çizmek için ya interneti kullanırsın ya da yaşamını kazanacağın özgür bir işin olamaz ve iflas bayrağını çekersin. Zaman zaman parlak bir fikir geliyor ve hiç kimseye satamayacağını biliyor, buna rağmen ya çizip bir köşeye koyuyorsun ya da boş ver deyip çizmiyorsun. Örneğin Avrupa Birliği konusunda çizdiğim bir karikatürü Berlin’de ismini vermek istemediğim bir gazeteye götürürdüm. Editör, karikatürü görür görmez aman aman diyerek sanki kızgın bir ateşi eline tutuşturmuşum gibi karikatürü bana iade etti. Bu durumlarda insanın insan olmasından utanası geliyor. Sonra bu karikatürüm İtalya’da önemli bir yarışmada ödül aldı. Karikatür çizerken nereden besleniyorsunuz, kaynaklarınız nedir? Bu soru sık karşılaştığım sorulardan biri. Yaşamdan, birebir yaşadıklarımdan, okuduklarımdan besleniyorum. Yaşamdan daha öğretici ne olabilir ki? “Biz utanılacak bir şey yapmıyoruz...” Röportaj: Gülşen İşeri / Fotoğraflar: Lale Ertuş Abdülkadir Işık için hayat bir savaş demek, hem de en ağırından... 12 yaşındaki Şefik okuyup öğretmen olmak istiyor, ama... Soldan sağa: Faik İstek, 13 yaşındaki Vedat ve babası Sait As... H YAŞAR KURT Muhalif rock müzisyeni Yaşar Kurt, 40 yaşında Ermeni olduğunu öğrendi. Bir kimliğin peşinde... endimize bazen sorarız “kimiz biz, dedelerimiz, onların dedesi nerede yaşadı, nereden geldik?” diye. Cevaplar kimi zaman tatmin edicidir, kimi zaman sorular havada kalır. Belki de vazgeçer, bugünü yaşar, kurcalamak istemeyiz. İşte Yaşar Kurt da şimdi sırtımızı dayadığımız ve oradan hayata baktığımız geçmişini sorguluyor. Kurt 40 yaşında ve Ermeni olduğunu yeni öğrendi. Peki ya bu nasıl oldu, neler hissetti, neler düşündü? Kurt’la bu soruların yanıtlarını konuştuk… Yaşar Kurt ailesinin menşeiyle ilgili soruları çocukluğundan bu yana babasına defalarca sorduğunu, hep kaçamak cevaplar aldığını anlatıyor, “Bu yaşıma soru işaretleri ile geldim, ama her şey bir anda değişti. Ermeni kimliğimi kazıyarak buldum, çünkü epey derine gömülmüştü. İlk anda dağıldım. Çünkü hayata çaktığım kazıklar yerinden oynadı. Olduğumu varsaydığım şey olmadığımı anladım. Sırp, Yunan, İngiliz de olabilirdim. Ermeni olmak ise bu ülkede başka bir anlama geliyordu” diyor. Gerçeği öğrendikten sonra çevresinden tepkiler alıyor. Peki niye şimdi? Çünkü babasına sorduğu sorular hep yanıtsız kalmış, geçiştirilmişti. Bir tesadüf onun için aidiyetin ve hayatta pek çok şeyin anlamını değiştirdi. Yıllardır antimilitarist tavrıyla özgürlük şarkıları söyleyen müzisyen bu gerçeği çevresinden aldığı tepkilere rağmen saklamadı. Şimdi ise geçmişiyle ilgili kalan boşlukları doldurmanın peşinde. “Dedem o zaman on yaşındaymış. Karadeniz’e, İkizdere’ye gelmeyi başarmış ama, yolda vereme yakalanmış. Bir ailenin yanına sığınıp orada büyümüş, sonra da bir Ermeni kızı ile evlenmiş. Kurt, “Hayatta kalmak için kimliklerini gizlemişler, arkaya da dönüp hiç bakmamışlar” diyor. Babasının bu hikâyeyi anlatmamasını da anlamıyor, “Sanırım babam bunu hayatından silmişti, hiç yaşanmamış gibi algılıyordu. Bunun nedenini ona sormayı çok isterdim. Ne söylesem elbette onun gerçeği olmayabilir. Belki bizi korumak istiyordu, belki de başka bir sırrı vardı. Dedelerim ve onun ailesi de hayatlarını sürdürebilmek için Ermeni kimliklerini saklamışlar” diye düşünüyor. Kurt’un bir ayrıntı daha dikkatini çekiyor; annesinin köyünün adı da Ermenicede “ölümsüz, yaşlanmayan” anlamına gelen Andzer. Yani ona göre tüm parçalar yerine yavaş yavaş oturuyor. K Ali Deniz Uslu NEFRETE KİNE KARŞI Yaşar Kurt’un Arto Tunçboyacıyan ve Armenian Navy Band ile Ermenistan’da kaydettiği “Nefrete Kine Karşı” albümü ise önümüzdeki günlerde yayımlanacak. Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından temellerini attıkları bu proje için Kurt, “Herkes kutuplaştı ve nefretiyle büyüyor. En önemli ortak paydamızı, insanlığımızı unuttuk, unutturdular, kaybettik. Nefretin ve kinin esiri olduk, buna karşı koymamız gerekiyor” diyor. Albümde, Dink için yazılan “Nefrete ve Kine” karşı parçası ise Arto Tunçboyacıyan’ın bestesi. Yaşar Kurt’un yaşadığı bu yüzleşme ise yıllardır şarkılarında anlattıklarından farksız... “Bu hikâye benim, bizim, hepimizin. Asıl olansa insan olmamız. Ben yıllardır şarkılarımda bunu anlatmanın derdindeydim. Bu gerçeği öğrendiğimde de açıklamaktan korkmadım, çünkü kendimle çelişemezdim. Şimdi kafamda kalan diğer soru işaretlerinin peşindeyim” diyor… Yakınları “Bunu kimseye söyleme, başını belaya sokacaksın” diye uyarıyor. “Kariyerin sarsılır, artık sevilmezsin” diyenler bile çıkıyor. O ise Sokrates’in “Gerçek her şeyin üstündedir, yalanlar üzerine bir yücelik kuramazsın” sözünü anımsayıp “ben muhalif tavrımla yıllardır dilime ve insanlarıma hizmet ettim, bunu saklamak ihanet olurdu” diyor. Peki Yaşar Kurt bu gerçeği nasıl, nereden öğreniyor? Her şey Arto Tunçboyacıyan ve Ermeni müzisyenlerden oluşan “Armenian Navy Band” ile Hrant Dink’in anısına yaptıkları “Kine ve Nefrete Karşı” albümünün çalışmalarıyla başlıyor. Kurt, “Arto’yu babama çok benzetiyordum. Bunu ona söylediğimde o da ‘Aslında sen de benim babamı andırıyorsun’ dedi. İyi de Arto Ermeni, aramızda akrabalık olamaz düşünceleri geçti aklımdan, ama bu konuşma fitili ateşledi” diyor. Kurt’a babasından yanıtını alamadığı soruları hatırlıyor yeniden ve gerçeğin peşine düşüyor… “Ailem Karadenizli, ama toprağımız yok orada. Lazca da bilmiyoruz. Babam da Rize’ye nereden geldiğimizi hiç söylemezdi” diyor. Daha sonra aile büyükleriyle konuşmaya başlayan müzisyen, dedelerinin Van’ın Muradiye ilçesinden Karadeniz’e geldiklerini öğreniyor. Kırılma noktası da işte bu oluyor... Aile büyüklerinin pek çoğunun yolda öldüğü söyleniyor. Gerisini Kurt’tan dinleyelim: epimizin tanık olduğu hayatlar… Sokakta, caddede, mahallelerde o ağır kâğıt, demir yüklü çek çek arabalarını sırtlayanlar… Kimi 1213 yaşında, kimi 50’sini aşmış, ekmeğinin peşinde. Onlar, geri dönüşüm işçileri. Sağlık sigortasından yoksun; bir ekmek ve memleketlerindeki ailelerine bakmak için kilometrelerce yol kat ediyorlar. Pendik’teyiz... İstanbul’un ücra köşesinde yıkık dökük bir depo. İçi sokaktan toplanan eşyalarla dolu. Bu depoları hem evleri hem de işyerleri... İçerisi kalabalık. Daha kapılarını aralarken, kendilerini savunarak başlıyorlar konuşmaya: “Biz utanılacak bir şey yapmıyoruz.” Yollarda kendilerine çevrilen sorgulayıcı bakışlara bir yanıt aslında bu. Geri dönüşüm işinde çalışanların hemen hepsi Urfa/Siverekli. Birçoğu akraba, eş, dost... Faik İstek iki oğluyla gelmiş İstanbul’a. 10 yıldır bu işi yapıyor. Neden bu iş ve İstanbul diye sorduğumuzda, “Bizim köyde ilkokulu bitiren çok az kişi var, çünkü okul yok. Kadınlarımız doğum sırasında ölüyor, çünkü sağlık ocağı yok. Yol yok. 400 hanelik köy ama hâlâ kuyudan su çıkartıyoruz... Daha ne olsun… Çocuklarımı okutamadım, buraya çalışmaya getirdim. Gelmeseydik aç kalırdık” diyor. Sait As da 13 yaşındaki oğlu Vedat’la çalışıyor depoda. “Çocuğumu okutamadım. Burada o küçücük bedenine ağır bir yük koydum” diyor dertli, “İnanır mısınız sıcak bir çorba içmeyi nasıl özledim”… Yemekleri, yumurtadan oluşuyor, hem ucuz, hem doyurucu... Konuyu değiştirmek istercesine Abdülkadir Işık söze giriyor: “Kim iyi işte çalışmak, temiz giyinmek istemez, ama payımıza bu düşmüş. Bu virane yerde yaşamak ve savaşmak bize düşmüş.” Anlattıkça açılıyor depodaki işçiler. “Bizde dert çok” diyorlar, “ama anlatmaya dil yok.” Ali Işık, eşini ve iki çocuğunu Siverek’te bırakıp gelmiş. Onlara gelecek sağlamak için kilometrelerce yol yürüyor, konteynerleri karıştırıyor, çöpten yaşam yaratmaya çalışıyor, tıpkı diğer arkadaşları gibi. Kaygısı büyük, çocuklarını okutamama korkusu onu da sarmış, çünkü köylerine en yakın okul yedi kilometre uzaklıkta. Işık’ı en çok üzense üç yaşındaki kızının kendisine amca demesi… “Beni görmüyor ki... 10 gün kalıp geliyorum. Nasıl sağlıklı yetişsin çocuklar. Hem hasret, hem uzaklık… Neden evlendiğimi düşünüyorum, çünkü aileme fayda, gelecek sağlayamıyorum” diyor. Dertleri bununla sınırlı değil. Bakın Işık, daha neler anlatıyor: “Bu hayat böyle yaşanır mı, sanıyorsunuz, ama biz yaşıyoruz. Belediyelerle köşe kapmaca oynuyoruz. Arabamız, ekmek teknemizdir, geleceğimiz, yaşamımızdır. Onu gözümüzün içine baka baka kırdıklarını biliyoruz. Bize başka işte çalışma imkânı da tanımıyorlar. Depolara geliyoruz, burada da baskı. Çıkın diyorlar. Çıkalım, gidelim de nereye? O zaman köye hizmet verin, iş imkânı sağlayın.” Virane depoya 500 TL kira ödüyorlar. Kiradan arta kalanı ise köye yolluyorlar. Başka bir depoya gidiyoruz, onların kirası bin TL. 11 kişi kalıyor. Aynı hayatın izdüşümü var. Çalışanların çoğu genç. Onlar için gün çok erken başlıyor. Arabaları arkalarında kilometrelerce yol yürüyorlar... Konuşmaya çekiniyorlar. En dertlileri, Ali İleri alıyor sözü: “Keşke köyümüze, Siverek’e gelseydiniz, o zaman neden kaldırıp kahvaltılarını hazırlıyor, sonra yollara düşüyorlar, “Bu burada olduğumuzu anlardınız. Köyde yaşama imkânımız olsaydı sabah çocukları iş için kaldıracaktım, kalkamadılar, bu zorluğu, kötü ve sağlıksız yaşamı kimse çekmezdi. Neden kilometrelerce yol yürüyorlar, bazen kıyamıyorum ama yaşamak milletin attığı çöpleri toplayalım, atıklardan kendimize hayat için de yollara düşmek gerek. Sanki savaşın içindeyiz” diyor. kuralım? Ama yapacak bir şey yok... Bileğimizin gücüyle Aralarında çocuklar da var. Vedat henüz 13’ünde. Çek çek kazanıyoruz. Yine de yaşanacak yer bırakmıyorlar. Doğu’dan arabasını sırtlamış, boyundan katlarca büyük yük taşıyor. Sürekli geldiğimiz için hep aşağılanıyoruz.” yere bakarak konuşuyor. Neden okumadığını soruyoruz: “Köyümüzde okul yok, uzak yere gidecek de paramız yok” YAŞAMAK İÇİN YOLLARDAYIZ... diyor. Doktor olmak istediğini ekliyor lafın arasına. Ne oyun oynamak ne de başka şey aklına geliyor Vedat’ın. Tek derdi işe Ne kilometrelerce yol yürümek ne de sağlıksız yaşam şartları, çıkacağı gün kaç para kazanacağı. Günde bazen 5 bazen de 10 hor bakışlar kadar acıtmıyor İleri’yi. Ona göre işinin en zor yanı TL kazanıyor. Bu bile gülümsetiyor. Şefik ise 12 yaşında… bu bakışlara dayanmak, “Milletin yediklerini topluyoruz ya, bizi İlkokul 4. sınıfa kadar okumuş. Üzerine bol gelen Che tişörtüyle insan olarak bile görmüyorlar, çok zoruma gidiyor ama karşılıyor bizi. Koca bir gülümsemesi var. Öğretmen olmak katlanıyoruz. Çöpçü olarak adlandırılıyoruz, aşağılanıyoruz, istiyor. “Belki bizim köye okul yapılır da orada öğretmenlik ekmek paramıza bile saygı yok” diyor kızgınca, “Çöpün içinde yaparım… Bizim çektiklerimizi çekmez çocuklar” diyor. Sonra çalışıp hayata tutunmak ne demek bilir misiniz? Eğer bizi anlayan çek çek arabasını sırtlayıp o küçücük omuzlarına, İstanbul’un olsaydı bunu yaşar mıydık?” Soruları bizden çok... İleri depoda sokaklarına dalıyor… Kim bilir kaç kilometre yol kat edip akşama çalışanlara ağabeylik de yapıyor. Sabah 07.00’de gençleri yorgun dönecek... C M Y B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle