Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 İHSAN BAYRAM 11 OCAK 2009 / SAYI 1190 İstanbul’un yatırları... Selçuk Erez alit Bayrı, “İstanbul Folkloru” kitabında anlatır: “Istanbul’un her yerinde bir türbe, bir yatır vardır. Başı sıkışan yüzyıllardır bunlardan yardım ummuştur.” Örnekler de vermiştir: Koyun Dede: Galata Balıkpazarı’ndadır. Ziyaretine bir meyhaneden geçilerek gidilir. Haşarı çocukları uslandırırmış. Dedenin ordaki meyhaneci, hiperaktif çocuk görmekten bıkarak mezarı başka yere nakletmek istemiş. O gece meyhanedeki bütün fıçılar devrilmiş, eşya altüst olmuş. Meyhaneci, Dede’yi kızdırdığını anlamış, mezarı taşımaktan vazgeçmiş. Zuhurat Baba ve Telli Baba: Fatih’in kuşatmasında Bizanslılar su kuyularını zehirleyince, Zuhurat Baba, Fatih’in askerlerine Bakırköy’deki bir kuyudan su taşımış. Sarıyer’deki Telli Baba da Fatih ordusunda imamken şehit olmuş. Şimdi kızlarına koca, oğullarına ÖSS başarısı dileyen anneler, bu yatırlara adak adıyorlar. İsmail Maşuki: 1528’de on iki müridiyle beraber Atmeyda’nında idam edilmiş. İdamdan sonra cesetleri Ahırkapı’dan denize atılmış. O sırada Padişah, Kandilli’deymiş. İsmail Maşuki ve dervişleri yüzerek Kandilli’ye varmışlar; Padişah’a “Hünkarım bizi nahak yere öldürdüler” demişler. Hünkar çok üzülmüş, hüngür hüngür ağlamış; İsmail Dede ve dervişler de yine yüzerek Rumeli Hisarı’na gitmiş, orda gömülmüşler. İstanbul, Bayrı’nın kitabını yazdığı tarihten (1946) bu yana çok büyüdü: H Yazdım, yazdım, sonunda roman oldu çok bunalımlı günler geçiriyordu. İntihar etmeyi düşünüyordu. Kahramanı Zebercet’i öldürerek kurtuldu bu intihar takıntısından. O günlerin tanığıyım. Çocukluğunuz Manisa’da mı geçti? 1933 İzmir doğumluyum ben. Değirmendağı’nda doğmuşum. Şato gazinosunun üst tarafları. Tatar mahallesiydi bizim mahalle. Çocukluğumda bir Kuşçu Esat vardı, yüzlerce güvercini vardı, paçalı, sarışın, kumral… Onun oradan ayrılmazdık biz. Güvercinlerin kimisi iki gün kaçar, sonra geri gelirdi. Bir gün sansar veya tilki bu güvercinlerin hepsini boğazlamış. Kuşçu Esat ondan sonra iflah olmadı, astı kendini. Bu olay, çocukluğumda çok etkilemişti beni. Kuşçu Esat’ın hikâyesini yazacağım bir gün. Bir de sinema… Korkunç sinema tutkum çok insan tanıdım hem de çok kitap okudum. Yazma tutkum gelişmeye başladı. O dönem mi yazmaya başladınız? Hep bir şeyler yazıyordum ama romanlarımı yazmaya ciddi anlamda 1980’de başladım. “Bu yokuşu kim dikleştirdi?” adlı romanımı yazdım ilk. Yazdıklarımın bir anlamı var mı bilmiyordum ama devam ettim. Yusuf Ağabey’e “nasıl yazar olunur?” diye sorardım. Kendimi hiç yazar gibi görmüyordum. “Masa başına otur, gerisi gelir” derdi “Bıkmadan, usanmadan yazarsan, olur”. Ben sabahları gazetemi okuduktan sonra elime kalemi aldım mı, sabahtan akşama kadar yazarım. Bazen bir sayfa üzerinde yirmi gün, otuz gün uğraştığım oluyor. Yedi Taşlı Yüzük’te çocukluktan aklımda kalanları yazdım. Masa başına oturup kalemi elime alınca ecinniler kafama üşüşüyor. Şükran Yücel İ hsan Bayram otuz yıldır roman yazıyordu. “Yedi Taşlı Yüzük” adlı romanı, geçen günlerde ilk kez yayımlanarak okurla buluştu. Renkli karakterleriyle İzmir’in kültür mozaiğinden bir kesit sunan roman ilgi ve beğeniyle karşılandı. İzmir’de yıllarca kitapçılık ve konfeksiyonculuk yapan İhsan Bayram’la yazın serüvenini ve İzmir’in geçmiş yaşamını gözler önüne seren romanını konuştuk. Yedi Taşlı Yüzük’ü nasıl yazdınız? Yedi Taşlı Yüzük’te kendimi ve ailemi anlattım. Oradaki Yakup benim. Rahmi babam, Fatma annem, Safiye anneannem, BEN YAZARIM... İhsan Bayram, Yusuf Atılgan’la arkadaşlık yaptığı günlerde de yazma sevdasındaydı. Nasıl yazar olunur diye soruyordu, aldığı yanıt hep “Otur masanın başına, gerisi gelir” oldu. O da masanın başına oturdu ve 75 yaşında ilk romanını “Yedi Taşlı Yüzük”ü bitirip yayımladı… erezs@superonline.com C M Y B C MY B Ne Bahçeşehir’de, ne Sultanbeyli’de, Yukarı Dudullu’da, ne de yeni semtlerimizden herhangi birinde böyle yatırlar yok. Yeni ilçeleri lüks apartman yığınları ile dolduran müteahhitlerin yatır ihtiyacımızı düşünmemeleri ayıptır! Yeni semt yatırları nasıl olabilirlerdi? Keçi Dede: Ziyaretine CHP Merkezi’nden geçilip gidilir. Bu dede, en çok Melih Gökçek gibi hiperaktif ve durmadan konuşan çocuklara iyi gelir, üstlerine Kılıçdaroğlu gibi cinleri sevk eder, onları muma çevirirmiş. Bir gün adam olmayacağı kesin hiperaktif bir çocuk üçüncü kez getirilip “İnşallah belediye başkanı olur!” denince kapıcının tepesi atmış, her gördüğüne “Burası partiye değil dingonun ahırına benzedi! Şu Keçi Dede artık bizi terk etsin!” demeğe başlamış. Sen misin böyle konuşan? Dede, o gece partiyi altüst etmiş, kapıcıyı ve taraftarlarını partiden ihraç ederek bin yıl daha orada kalmış. Telsiz Dede, Zuhurat Dede: Biri korgeneral, diğeri astsubay olarak emekliye ayrılmış olan bu dedeler, sonradan kendilerini hayır işlerine vermişler: Ancak bazı öğrencilere burs sağlayıp Atatürk kitapları hediye ettikleri gözden kaçmamış. Darbe niyetiyle örgüt kurdukları iddiasıyla hapse atılmışlar. İsmail Dede: İstiklal Savaşı’nda Ankara’ya, yükseköğrenim için Moskova’ya gitmiş. Sonra komünizmi benimsediği için idam isteğiyle yargılanmış, hayatını hapiste geçirmiş, Öldürüleceğini anlayınca kendisini Boğaz’da denize atmış, dalgalar onu önce Romanya’ya, sonra da Moskova’ya atmışlar... Orada vatan hasretiyle yazdığı şiirleri okuyup, 20. yüzyılın en büyük şairlerinden biri sayıldığını, şiirlerinin elliden fazla dile çevrildiğini duyarak utanan, gözyaşı dökenler ona memleketinde bir türbe bile yaptıramamışlar. İktidarın ekonomiyi her şeyimize teğet kıldığı bu devirde yatırlardan başka güvenecek neyimiz kaldı? G Esat ağabeyim. Oradaki Ömer dayım 21 yaşındayken öldü. Dayımın genç yaşta trajik ölümü bana çok koymuştu. Çocukken annemden dinlediğim gerçek olayları yazmaya başladım. Yazdıklarım yayınlanacak diye düşünmedim hiç. 1960’da Agora’ya gitmiştik. Orada iki katlı bir ev gördüm. Hayalimde, Manisa’da oturduğumuz evi, babamın meyhanesini aldım Agora’ya getirdim. 1980’de yazmaya başladım romanı. Mariyet, Gülsu, Artin Usta hayalimde yarattığım kişiler. Madam Ester’le kızı Rahel gerçekten vardı ama olaylar hayali. Yedi taşlı bir yüzük yoktu. Yakup’u kuyumcu yapmaya karar verince Kuyumcular Çarşısı’na gittim. Mıhlamacıların çalışmalarını izledim. Yazmak, romancı olmak nerden geldi aklınıza? Benim hayatımdaki büyük değişim, Yusuf Atılgan’ı tanımamla başladı. O zaman Yusuf Ağabey, Hacırahmanlı Spor Kulübü başkanı seçilmiş. Ben de Manisa’da kalecilik yapıyorum. Yusuf ağabey gençlerle sohbet etmeyi severdi. Orada başladı dostluğumuz, ölene dek de sürdü. Anayurt Oteli’ni yazarken, vardı benim. Tatar Avni diye bir ağabeyimiz vardı, o, “Ayakkabılarınızı alın da sizi sinemaya götüreyim” dediği zaman uçardık. Ayakkabı bulmak kolay değil. O zaman kıtlık yılları. Ayakkabılar kıymetli, eskimesin diye dip bucak saklanıyor. Ayakkabıları bulduk mu, ver elini Asri Yusuf Atılgan. Sinema ve kovboy filmleri... 43 yılına kadar orada oturduk. 10 yaşında babamın işi dolayısıyla Manisa’ya gittik. 1960’da tekrar İzmir’e geldik. Kitapçılık ne zaman başladı? İzmir’de önce kendi arabamla dolmuşçuluk sonra Mogambo’da barmenlik, Toros ve Gar Lokantası’nda garsonluk yaptım. Bu sayede çok insan tanıdım. Sonra rahatça kitap okuyayım diye Köprü’de Çim Kitabevi’ni açtım. Orada da hem Ne zaman “yazar” gibi görmeye başladınız kendinizi? Hâlâ da görmüyorum ama yazarlık disiplinini edindim. 2000 yılında kalp ameliyatı oldum. Ameliyattan uyandığımda başucumdaki hemşire hanıma, “Ben yazarım” demişim. Oysa o güne kadar yazıp durduğum halde hiç kimseye “yazarım” dememiştim. O ameliyattan sonra masadan kalkmaz oldum. Yazarlık sorumluluğu aldım. Yayımlanmıyor, kızıyorum. Sokağa çıkıyorum, ağlıyorum. Bağırıyorum kendi kendime. Gene oturuyorum, yazıyorum. Acaba o ameliyatta benim beynimde bir şey mi oldu? Bir değişim mi geçirdim? Benim için en büyük mahkumiyet kâğıt kalemimin elimden alınması. Masalcı Ahmet adlı romanınızda bu topraklardaki hikâye anlatıcısı geleneğini mi devam ettiriyorsunuz? Evet, Manisa’da gittiğim kahvelerde bazı adamlar gelir hikâyeler anlatırlardı. Oturur, dinlerdik onları. Masalcı Ahmet’i meddah gibi düşündüm ve öyle yazdım. Masalcı’nın ağzından anlattım olayları. Masalcı aslında şizofren bir tip, her gün kahvelere gidip kimi uydurma kimi gerçek hikâyeler anlatıyor. Manisa’da tanıdığım renkli kişilikleri koydum bu romana, kentin tarihini de kattım, Evliya Çelebi’den söylenceler aldım, Niobe’den ve Ağlayan Kaya’dan söz ettim uzun uzun. Biz Manisa’dayken yağmurlar çoktu, Niobe çok ağlardı. Sonra yağmurlar kesildi, ağlamaz oldu. Yeni bir roman var mı tezgâhta? Son romanım “Ölü Sis”. James Joyce’un Ulysess’ine gönderme olarak bu adı koydum. Romanda Yusuf Ağabey de var. Yusuf Atılgan Ulysess’i İngilizcesinden okumuş, bana devamlı anlatır, bu çevrilmez derdi. Sonunda Türkçeye çevrildiğinde belki elli defa okudum. Ben çocukluğumda duyumsadığım, örtüştüğüm, gözlemlediğim birtakım şeyleri anlatıyorum. İsteyen istediği gibi algılayabilir, yorumlayabilir. Güneşin altında yeni bir şey yok. G İstanbul Arkeoloji Müzesi Anadolu’nun zenginliği... Yazı ve fotoğraf: Murat Şengül ünya coğrafyasında önemli bir yere sahip olan Anadolu toprakları tarih boyunca çok büyük uygarlıklara ev sahipliği yaptı. Osmanlı’dan Bizans’a Selçuklulardan Hititlere kadar birçok uygarlık bu coğrafyada barındı. Bu uygarlıkları biraz da olsa hissetmek için yolumuz Gülhane Parkı’ndan yaklaşık elli metre yukarıda kalan İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne düştü. Daha kapıdan girer girmez kendimizi tarihin içinde bulduk. Müzeye sığmayan dev sütunlar, lahitler ve daha birçok eser bizi kapıda karşıladı. Burası dünyanın sayılı müzelerinden, mimarı ise ünlü ressamlardan Osman Hamdi Bey. Girişte sol tarafımızda kalan ek binaya girdik. Yüksek merdivenli bir bina, içeri girdiğimizde onlarca eserle baş başa kalmıştık. İlk dikkatimizi çeken camekân içindeki mumyalanmış Mısır firavunu D oldu. Diğer bölümlere yöneldiğimizde binlerce yıl önce kullanılan savaş aletleri, anahtarlar, iğnelerle karşılaştık. Hepsi de o kadar iyi işlenmişti ki ayrı birer şaheserdi. Bir ara güvenlik görevlisiyle göz göze geldik. Sanki ona bakmamızı bekliyormuş gibi hemen bize müzenin en değerli parçasını göstermek istediğini söyledi. Merakla onu takip ettik ve bir duvarın içinde önü camla kaplı taşa işlenmiş yazıtın önüne geldik. Gösterdiği yazıt öğrenim hayatımız boyunca bize ilk antlaşma olarak öğretilen Hititlerle Mısırlılar arasındaki, “Kadeş Antlaşması”ydı. Evet, kitaplarda sadece fotoğraflarını gördüğümüz dünya mirası, büyük bir ilk, karşımızda duruyordu. Anadolu’nun zenginliği saymakla bitmez. Bütün ilkler neredeyse bu topraklarda; ilk borç senedi, ilk tapu senedi, en ilginci de dünyadaki ilk aşk şiiri. MÖ. 2000’lerdeki bir aşk şiirinden bahsediyoruz. Avuç içi kadar bir taş parçasına muazzam şekilde işlenmiş bir şiir. Müzede değindiklerimizin dışında o kadar çok eser var ki hepsini teker teker incelemeye bir günlük zaman yetmedi. Kaldığımız yerden devam etmek için ertesi gün de müzedeydik. Bizi ilkinden çok daha büyük bir bina bekliyordu. Bahsettiğimiz yer arkeoloji müzesinin ana binası. Sağ koridordan içeri girdik. Gözümüzün görebildiği her yerde tarihi binlerce yılı aşmış, büyüklü küçüklü yüzlerce heykel bizi karşılıyordu. Koridorun ortasında kocaman cüssesiyle “Nehir Tanrısı Okeanos” müzeyi ziyarete gelenleri bekler gibiydi. Yarım metre kaidenin üstünde sol dirseğine yaslanmış sanki dinleniyormuş gibi. Yanımdaki ziyaretçilerin konuşmasından heykeli görenlerin şaşırdığı sonucunu çıkardım. “Şuna baksana bir insan nasıl yapabilir bunu?” Arkadaşı cevapladı: “Yapmışlar işte, bize de seyretmesi kalmış”. Bir başka ziyaretçi: “Sanki gerçek biri yatıyor. Seslensem cevap verecek gibi” diyor. Önünden geçen herkes Okeanos’a bir şey söylemeden edemiyor. Benim merak ettiğim ise üzerlerindeki çarşaf benzeri bol giysilerinin kıvrımlarının nasıl bu kadar gerçekçi olduğu. Alt kata indiğimizde geniş bir alana yayılmış yüzlerce plastik kapların içine yerleştirilmiş daha inceleme işlemleri tamamlanmamış binlerce eser gördük. Arkeologların işi zor. “Hangi uygarlığa ait, nereden gelmiş, kim yapmış, niye yapmış?” gibi bir sürü soruyla uğraşmak zorundalar. Müzeden ayrılma vakti yaklaşıyor. Arkamızda bizden bir parçanın da kaldığı, ya da bizi biz yapan bütün uygarlıkları bırakarak 2009 İstanbulu’nun kalabalığına karışıyoruz… G